“Hüzünle seslendi kadın, Yatıyorsun on gündür, Kimse gelmedi. Güldü ve üzülme dedi adam, Onlar beni severler, Bak göreceksin, Ölünce gelecekler”
Artık aramayın beni, gidiyorum ben
Kendi sorularımla öylece esrik
Artık aramayın beni, bir adam
Kayboldu dersiniz, ne oldu bilmedik
Ahmet Erhan
1983 yılı, ağustos ayı ortaları olmalı, Buca Cezaevi.
Bütün koğuş havalandırma bahçesinde. Kimisi volta atmada, kimisi derin bir sohbete dalmış duvar dibinde.
“Hocam müjdemi ver” diyen bir ses düşer ortalarına.
Zayıf, ince, uzun boylu biridir Hoca.
1982 yılı sonlarında gözaltına alınmış ve 42 günlük bir işkenceli sorgudan sonra kapatılmıştır bu cezaevine.
Suçu mu? Her ne kadar kendisi her sorulduğunda THKO’luyum dese de büyük bir gururla, yasa dışı TDKP (Türkiye Devrimci Komünist Partisi) yöneticisi olmak, 12 Eylül öncesi dönemde, Tariş ve Gültepe direnişlerini örgütleyip halkı devlete karşı silahlı ayaklanmaya yöneltmek, güvenlik güçleriyle çatışmalara girmek, bir polisin ölümüne sebebiyet vermek diyerek uzayıp gidiyordu hakkındaki iddialar.
İzmir’in hak arama mücadeleleriyle sarsıldığı dönemlerdir o dönemler. Fabrikalarda şalterler indirilip grev çadırları kurulmakta, üniversitelerde akademik demokratik mücadele yükseltilmekte, devrimciler faşist saldırıları püskürtmek için semt semt, sokak sokak direnmekte, ortam her geçen gün daha da ısınmaktadır.
Bardağı taşıran son damla olur 1980 yılının ocak ayında, İzmir Tariş fabrikasında toptan işten atmalar. Ok yaydan çıkmış, barut fıçısının fitili ateşlenmiş, ayağa kalkan işçi hareketi artık dur durak nedir bilmez olmuştu. Polis ve sivil faşistlerin saldırısına karşı başlatılan direniş kısa sürede çatışmalara evrilmiş, onlarca işçinin yaralanması pahasına TARİŞ’e giren polisler 1500’ü aşkın işçiyi gözaltına alarak, günlerdir süren direnişi ezip fabrikayı boşaltmışlardı.
Fabrika boşaltılmıştı boşaltılmasına ama o saatten sonra da direniş dalga dalga yayılmaya başlamıştı semtlere.
Özellikle de işçilerin yoğun olduğu Çiğli, Çimentepe ve Gültepe gibi gecekondu semtlerine.
Her yer TARİŞ her yer direniştir artık.
Tankıyla, tüfeğiyle, panzeriyle durmadan saldıran güvenlik güçlerine karşı, dişle, tırnakla örülü, cansiparane bir direniş.
Şubat ayının sonuna doğru diğer semtler tek tek düşürülür, sıra Gültepe’ye gelir.
Ablukaya alınır bütün mahalle. Mümkünü yok can bedeli direnilecektir artık, barikatlar kurulur semtin bütün giriş çıkışlarına.
Önden panzerler gelir, ardında bir polis ordusuyla.
Çıkan çatışmalarda hem halktan hem de polislerden kayıp haberleri gelmekte peş peşe.
Güvenlik güçleri büyük bir zaferle girerler semte; uzun bir sürek avının ardından Hıdır Aslan, Celal Pedük, Ali Akgün ve İsmail Levent Aksan başta olmak üzere onlarca militan tutuklanır, Gültepe’de silahlı direnişe katıldıkları gerekçesiyle.
Tutuklanmayanlar da vardı tabii. Hele içlerinde bir tanesi vardı ki, Gültepe’nin eteklerinde çatışma sürerken, tepelerde elinde tamburalısı ile gezinen “Murat Hoca” olarak geçecekti iddianameye her ne kadar kullanamamış olsa da o ünlü tamburasını.
İşte o “Murat Hoca”dan istiyordu müjdeyi koğuş arkadaşlarından biri.
Birkaç ay önce çıkarıldığı sıkıyönetim mahkemesinde esas hakkındaki mütalaasını okuyan savcı, müebbet hapis cezası istemişti hakkında.
Herhalde müebbeti kaptık diye düşündü “kırk bardaklık çay” söylerken müjde karşılığında, mutlu.
Hiç renk vermiyordu müjde isteyen de, demlik gelene kadar ağzından tek kelime bile çıkmaz başka.
Tam çaylar bardaklara doldurulurken atıverdi gazeteye ortaya; Abdülkadir Konuk İdam Cezasına Çarptırıldı kocaman manşetiyle…
Gel de iç ondan sonra o kadar çayı.
“Ulan alçak” der yarı şaşkın yarı gülerek, “neyin müjdesi bu böyle?”
“İyi ya” der arkadaşı da gülerek: “daha ne istiyorsun ölümle nişanlandın işte!”
Böylece gazete haberinden öğrenmiş olur idam cezasına çarptırıldığını.
Ardınan, geleneksel “İdamlara Hayır!” sloganı sarar bütün koğuşları.
O da yoldaşları ile birlikte protesto eder kendisi hakkında verilmiş idam cezasını.
Erdal Eren’den sonra, idam cezasına çarptırılmış ikinci TDKP militanıdır O.
Kaldığı koğuştan, alkışlarla, sloganlarla uğurlanır idamlıkların kapatıldığı alt kat hücrelerine.
Huysuz ihtiyar
Kimler yoktur ki alt kat hücrelerinde. Hıdır Aslan, İlyas Has, Sedat Yılmazsoy, Feridun Berkin, Muzaffer Öztürk, Veli Biçer, Hüseyin Taşkın, Ali Akgün, Raşit Tüz ve diğerleri.
Hepsi de 13 Mart 1982 günü, aralarından koparılıp götürülen Necati Vardar, Seyit Konuk, İbrahim Ethem Coşkun’un kararlılığıyla hazırlar ölüme.
İnfazlarının ne zaman yapılacağı hiç belli değil, onlar da şafak sökene kadar oturmakta bulmuşlar çareyi, hazırlıksız yakalanmamak için infaz ekibine.
En sevdikleri parça olmuş hep bir ağızdan söyledikleri “Bu kadar yürekten çağırma beni/ Bir gece ansızın gelebilirim” şarkısı.
Kısa sürede uyum sağlar o da gür sesiyle bu “İdamlıklar Kulübü”nün büyük coşkusuna.
Yaşça diğerlerinden büyüktür. Önce “İhtiyar” der idamlıklar ona, sonra bakarlar bir özelliği daha var kendilerinde olmayan, “huysuz”u da ekleyiverir Muzaffer Öztürk ihtiyarın başına.
Yıllar sonra gülerek anlatacaktı bu huysuz hikayesini, niye “huysuz” dediler bana hiç anlamadım diyerek.
Yarısı boynuna idam ipinin geçirileceği günü bekleyerek geçen koca yedi yıl geçirir cezaevlerinde.
Yedi yıl boyunca tam on bir cezaevi dolaşır arkadaşlarıyla.
Üçü de Belge yayınlarından çıkan üç kitap sığdırır bu cezaevi yaşamına: Gün Dirildi, Çözülme ve Sıcak Bir Günün Şafağında.
Hücresinde kitaplarla haşır neşir yaşarken, çok değil, birkaç yıl sonra kendi firarını da yazacağı aklına gelir miydi acaba? Yazmak şöyle dursun 1995 yılında İngeborg-Drewitz Edebiyat Ödülü’ne bile ortak oldu “Özgürlüğe Kaçış” adıyla senaryolaştırdığı firarı ile. Öyle bir firar ki, “İstanbul’da Film gibi Firar” başlığını attırmıştı o günkü gazetelere.
Aslında cezaevi yaşamının ilk günlerinde aklına gelmez bile firar etmek. Sağlık sorunları ile uğraşır uzunca bir süre. Kalbinden rahatsızdır, tedavi olması gerekir ama cezaevi doktorunun verdiği “teskin edici” haplardan başka bir şey verilmez kendisine.
Her politik tutuklu potansiyel ruh hastasıdır ya!
O da dilekçe üstüne dilekçe verir Adalet Bakanlığı’na.
Ama boşuna. Her dilekçe yeni bir sürgün olup döner kendine.
Sırf kendine mi, kendisiyle birlikte tüm arkadaşlarına.
En sonunda Sedat çeker bunu bir köşeye, “Ulan Abdülkadir” der, “Ulan huysuz ihtiyar, bir daha dilekçe verirsen Adalet Bakanlığı’na kalbinle ilgili, inan ben durduracağım o kalbini, haberin ola!”
Sonunda hastane iznini elde eder ama, Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne hem de.
Hemen Sağmalcılar Cezaevi’ne nakledilir tedavi amaçlı.
80’li yılların sonu. Sağmalcılar Cezaevi’nin altı delik deşik o günlerde.
Her örgüt kendi tünelini kazmakta.
Hatta öyle ki; bazan tüneller bile birbirine karışmakta.
Ama ilk muayene için götürüldüğünde hastaneye kafayı takar Hoca?
Buradan da kaçılamazsa artık! O kadar laçkadır ki ortalık.
Üstelik de Türk Tabipleri Birliği’nin 12 Eylül yönetimince de kabul edilen muayene odalarına silahlı kimse giremez kararı vardır.
Hemen arkadaşlarına haber gönderir, ayrıntılı kaçma planıyla birlikte 24 Nisan 1989 günlü hastane randevusunu iletir.
Randevu günü gelip çattığında yanında silahsız bir asker ve bir onbaşı ile birlikte girer muayene odasına. Kapının dışında iki nöbetçi er.
Tam doktor tansiyon aletini koluna takarken “güm” diye bir ses duyulur.
Dev gibi bir adam dalar içeri, iki elinde enselerinden tuttuğu iki asker.
Ardından biri kadın iki kişi, ikisi de silahlı.
Erkek silahı uzatır, yere yatın diye bağırır.
Tam o anda, askerlerden biri uzanır, silahı tutan ele yapışır.
Zavallı onbaşı, mahkûma saldırı var sanıp kendini Abdülkadir’in önüne atar.
Boyu da kısa mı kısa, tam Abdülkadir’in kolu hizasında. Hiç zahmetsiz geçiriverir o da kolunu, kendisine siper olmuş onbaşının boynuna.
Doktor, hastane personeli, askerler yere yatmış ama bir tek silahlı eli tutan asker ayakta, “Kürt inadı” tutmuş, tuttuğu eli de bırakmamakta.
Bırak denir bırakmaz. Arkadan Abdülkadir vurur kafasına kafasına boştaki eliyle, silah tutan arkadaşı önden indirmektedir darbeleri peş peşe, ama nafile.
En son “vur o zaman” der Abdülkadir arkadaşına.
Abdülkadir’in “vur” demesiyle hemen hemen aynı anda çıkar onbaşının ağzından “yat” komutu.
O da bilmektedir, silah ateşlenirse eğer, ilk hedefin kendisi olacağını.
İkiletmez asker, bırakıverir sıkı sıkıya tuttuğu kolu, hemen uzanır yere.
Tıkır tıkır işler planın geri kalanı.
Koridoru geçip, bahçeye iniş.
Bahçede bekleyen araba, son gazla uzaklaşma.
Bir araba daha değiştirdikten sonra çalacaklardı güvenlikte olacakları bir evin kapısını topu topu hepsi olup bitmişti 15 dakikada.
Yunanistan üzerinden Almanya, sonra.
Yeni açılan Nobel ödüllü Alman yazarı Heinrich Böll Evi’nin ilk misafir yazarı olarak hem de.
Öyle olanaklar sunulur ki kendisine, insanın Almanya’ya iltica edesi gelir neredeyse. Böyle bir ortamda, bu kadar olanakla insan yazmaz da ne yapar ki.?
O da devam eder yazmaya kaldığı yerden.
Erdal Eren, Hıdır ve İlyas, Dağın Öte Yüzü, Şu Uyur İnsan Kaçar, Dağdan Kopan Özgürlük… Toplam otuzdan fazla kitaba imza atar, çoğu Almanca’ya çevrilmiş, tartışmalara, konferanslara konu olmuş.
O kadar kitabı olan bir yazarın normal bir yaşantısı olması gerekirken yoksul bir hayat sürmüştür ömür boyu, bir lokma, bir hırka misali.
İlk okuduğu kitaptır Proudhon’un “Mülkiyet Hırsızlıktır” kitabı. O günlerde komünist sanırmış anarşizmin babası Proudhon’u. Öyle bir yer etmiş ki okudukları o genç beyninde, o günden sonra mülkiyete karşı olmuş yaşamı boyunca. Para bulunca sonuna kadar harcamış, olmayınca da oruç tutmuş kendi deyimiyle.
Bir süre sonra başlamış örgütüyle tartışmaları. 90’lı yıllarda ayrılmış yolları.
Arkasından Kürt Özgürlük Hareketi ile dayanışma amaçlı yakınlaşma. Baskıların doruğa çıktığı günlerde Yeni Ülke gazetesinde yazmaya başlar. Yeni Ülke gazetesi kapatılınca başka diğer gazete ve dergilerde yazmaya başlar. En son Özgür Politika’da çıkar yazıları. Daha sonra onlarla da ayırır yolları.
Buca Cezaevi’nde iken hiç görme şansım olmamıştı Abdülkadir’i. Sadece Burdur Cezaevi’nin havalandırmasında: Ben ikinci katta iken o alt kattaki havalandırmadaydı. Şöyle bir kuş bakışı görmüştüm yukarıdan.
90’lı yılların başıydı sanırım.
Paris’e geleceğini duyduğumda oldukça heyecanlanmıştım. Baştan başa afişlerle donatılmıştı Paris sokakları, her köşe başında karşınıza çıkıyordu TDKP imzalı etkinlik afişleri. Herkesin haberi vardı bir sürü sanatçının yanında onun da geceye katılacağı.
Bütün Paris, gecenin yapılacağı Mutualité Salonu’na akmıştı sanki.
Slogandan inliyordu koskoca salon sahnede o göründüğü an. Alkışlar, ıslıklar, ardı arkası kesilmeyen sloganlar.
Önce kısa bir konuşma yaptı, gelenleri selamlayan, ardından marşlara başladı o gür sesiyle.
Program bittikten sonra kulise gidip ulaşmaya çalıştım kendisine.
O kadar kalabalıktı ki başı.
Beni görür görmez Feridun’u sordu.
Hasta olduğu için gelemediğini, selam ve sevgilerini ilettiğini söyledim.
Olur mu öyle şey ya, dedi, buraya kadar gelirim de o çatlağı görmeden gider miyim ben? Hemen bir arkadaşının arabasını ayarladı, düştük bizim evin yoluna.
Mezarlığın karşısında, dördüncü katta oturuyoruz biz o zamanlar.
Feridun balkonda, gözü yollarda.
Onu uzaktan seçer seçmez bizimki başladı hoplayıp zıplamaya.
Bir yandan da Kızılderililer gibi acayip sesler çıkarmakta.
Ne olduğunu anlamaya kalmadan Feridun da başladı yukarıdan garip sesler çıkarmaya.
O yukarıda bizimki aşağıda dönüp durdular öylece.
“Tamtam dansı” yapıyoruz dedi sorduğumda, dansını kesmeden, “az mı çektirdi bu adam bana idam hücrelerinde.”
Meğer; idam sırasını bekledikleri gecelerde durmadan yüksek sesle konuşur dururmuş Abdülkadir, başkalarını rahatsız ettiğine aldırmadan. Kendisi üst kat hücrelerinde o zamanlar, Feridun alt katta. Bütün ses olduğu gibi aşağıda. Ne kitap okuma ne uyku. Bakmış olacak gibi değil, bir gece, sabaha karşı, idam saati geçip de Abdülkadir yatağına uzanınca Feridun dikilmiş ayağa, almış eline bir teneke, güm de güm, güm de güm, bir yandan da acayip sesler çıkarmada.
“Ne oluyor Çatlak” demiş bizimki üst kattan, “bir şey yok İhtiyar, tamtam dansı yapasım geldi de” demiş kahkahalar arasında.
İşte o “tamtam” dansının rövanşını alıyordu Abdülkadir Paris’te. Öylesine mutlu, öylesine kendinden geçmiş. On yıl önceki idam hücrelerini yaşıyordu sanki.
Sabaha kadar doyumsuz bir sohbet sonrası, şiirlerle, marşlarla, yanı başımızda ölüme dimdik gidenlere özlemle beslenen.
Böyle bir insanı uğurluyoruz işte bu günlerde biz sonsuzluğa.
Bir dönem, ışıltılı bir yaşam, kavga adamı, yaşayan efsane.
Sonu yapayalnız, sessiz sedasız veda. Neredeyse kitapları ve birkaç yakını olmasa, kimilerince hiç yaşamamış gibi ölen.
Hele de uğruna ölümlere gidip geldiği eski örgütü.
Cezası infaz edilseydi, her ölüm yıl dönümünde sloganlarla anılacaktı adı, hani ne oldu?
Deyin ki, onun da çok yanlışları vardı.
Ölüm yahu bunun adı, sonsuzluğa kanat çırptı, yok artık bundan böyle, hesap soramaz kimse.
Ne kadar uğraşsan ne kadar yok saysan da silebilecek misin sen, onun altın harflerle tarihe yazdığı gerçeği?
Yeterince kirleten var zaten bazı değerleri, ya da kıymetini bilmeyenler var diyelim en hafif deyimiyle “dost, arkadaş, yoldaş” gibi kavramların.
Hele de vefanın.
Hele de emeğin.
Biz onlardan olmayalım, ayıralım kendimizi.
Zamanında verilen emekleri inkâr etmeyelim.
Abdülkadir’in tam 20 yıl önce ilk baskısını yapan Milorad kitabına adını veren öyküden aldığım bir şiirle bitireyim yazımı, sanki kendi sonunu görmüş gibi:
“Hüzünle seslendi kadın
Yatıyorsun on gündür
Kimse gelmedi.
Güldü ve üzülme dedi adam
Onlar beni severler
Bak göreceksin
Ölünce gelecekler.”
Ama önceden önlemini almış Abdülkadir, ne tören isterim demiş ne de mezar, başında timsah gözyaşları dökülecek.
Ne cami ne kilise ne de cemevi.
Hep özgür yaşadım ben,
Hep doğru bildiğimi yaptım
Bu sefer de öyle olacak
Yakın cesedimi, atın küllerimi Hollanda’dan denize.
Savrulsun onlar da özgürce, gitsinler dalgaların götürdüğü yerlere…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.