Umut halkın örgütlü gücünde

Siyasetin merkezini seçim, dönüşümün etkili aracını ‘iyi reaksiyon alan’ kampanyalar, değişimin göstergesini anket sonuçları olarak gören siyaset anlayışının mağlubiyetine bir kez daha şahit olduk. Ama bu durum mücadeleyi, umutları ‘bir başka bahara’ ertelemeyi de gerektirmiyor. Halkın örgütlü gücünü ortaya koyabildiğimiz oranda toplumsal-siyasal hayata müdahale, müdahale kanallarını çoğalttıkça değiştirme olanağımız var

Umut halkın örgütlü gücünde

‘Değişime’ dair büyük umutlar beslenen ve beklendiği gibi de yüksek katılımla gerçekleşen bir seçimde Cumhurbaşkanı adaylarının hiçbiri yüzde 50’yi yakalayamadı. Bu durum her ne kadar Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘ilk turda bitirme’sine dair beklentiyi karşılayamamış ve büyük bir moral bozukluğu yaratmış olsa da Erdoğan’ın zafer elde edememesi açısından da bir ‘ilk’ oldu.

Erdoğan’ın oy oranı 2018 seçimlerinde aldığı yüzde 52’den yüzde 49’a, AKP’nin oy oranı da 2002 seçimlerindeki orana gerilese de Erdoğan seçimden moral olarak üstün çıkan taraf oldu. Araştırma şirketlerinin, uluslararası kamuoyunun beklentilerini boşa çıkararak ilk turu önde tamamladı.

Milletvekili seçimlerinde de son yılların en sağcı Meclis’i ortaya çıktı. AKP oy kaybetti ama MHP beklenen oy kaybını yaşamadı. Üstelik Yeniden Refah Partisi de beklenenin oldukça üstünde bir oy alarak Cumhur İttifakı’nın meclis çoğunluğunu elinde tutmasını sağladı. Oylarını sınırlı ölçüde artıran CHP, bu artışın üstünde bir oranla Millet İttifakı’nın sağcı partilerini listelerinde Meclis’e taşıyarak Meclis’in sağcılaşmasına önemli bir katkı sundu.

Her ne kadar AKP gerilediyse sol muhalefet de geriledi. Gezi ve Kobanê direnişlerinin ardından 7 Haziran 2015’te yüzde 40 bandına yaklaşan CHP+HDP, bu seçimde yüzde 36’ya düştü. CHP’nin Meclis’e soktuğu vekillerin dörtte birinin Millet İttifakı’nın sağcı bileşenlerinden olması bu oyların ne kadar soldan olduğunu da tartışmalı hale getiriyor. 2015 ve 2016’daki kitle katliamları, 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasındaki OHAL darbesinin ardından muhalefetteki gerileme bu seçimde de sürdü. Yeşil Sol Parti özellikle Batı illerinde yaşadığı kayıpla toplamdaki vekil sayısını da düşürdü. TİP, bu süreçte yüzde 3 oranında oy alıp mevcut vekil sayısından fazla vekille Meclis’te yer almayı hedeflemişti. Yüzde 3’e ulaşamasa da, 1 milyona yakın oy alarak kendi iddiası açısından bir başarı elde etti. Ancak TİP’e gelen oylar sağ kesimden gelmediği için muhalefetteki toplam başarısızlığı ters yönde etkileyecek bir etki yaratmadı.

Seçim atmosferinin büyüsü

14 Mayıs seçimlerine bakıldığında Türkiye’de seçim düzleminde oluşan bloklaşmada ciddi bir değişim meydana gelmedi. AKP’deki erimeye yine AKP’nin yanında ya da muhalefetin karşısında duran İslamcı ve milliyetçi partiler tarafından baraj kurulunca da düzen muhalefetinden sosyalistlere kadar geniş bir yelpazede yer edinen beklenti yerle bir oldu.

Köklü toplumsal değişimlerin, iktidar bloğunun ve diğer sağ yapıların toplumun kılcallarındaki etkilerine gözlerini kapatarak seçim dönemi kampanyalarıyla ‘değişim’ yaratılabileceğini uman siyaset anlayışı bu hayal kırıklığının oluşmasında kuşkusuz etkiliydi. Sosyal medyadan ‘iyi reaksiyon’ alan kampanya videoları, uluslararası kamuoyunun dikkatini çekme, kitlesel miting görüntüleri ve iktidarın pandemiden depreme kadar halkın geniş kesimlerinin kayıplarla çıktığı süreçlerin yaşanması ‘İlk turda gidecekler’ algısını kuvvetlendirdi. Anket sonuçları da bu algıyı pekiştirdi. Düzen muhalefetinin yanında sosyalistler de bu atmosferin büyüsünden kendini kurtaramadı.

Solun krizi, sağın zaferi

Sosyalistlerin önemli bir bölümü açısından seçimler siyasetin merkezinde konumlanınca seçim dışındaki mücadele alanları da “AKP karşıtlığı” dışındaki politik tavırlar da sosyalistlerin gündemine hak ettiği şekilde giremedi. En önemli politik tavır alış biçimi oy tercihi oldu. Deprem bölgesinde AKP’ye ve Erdoğan’a çıkan oy oranları konuşuldu örneğin. Ama seçim süreci boyunca milyonların hâlâ çadırlarda yaşadığı ve temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı gerçeğinin bir türlü siyasetin gündemine girememesi aynı heyecanla konuşulmadı. Ekonomik kriz, açlık, yoksulluk konuşuldu ama uzunca bir süredir ne sendikaların ne de demokratik kitle örgütlerinin bu yoksullaştırma politikalarına karşı etkin bir mücadele yürütmediği konuşulmadı. Seçim aritmetiğinin, liste savaşlarının dışındaki hiçbir konu siyasetin konusu olamadı, halka da sadece seçmen gözüyle bakılınca gerçek bir dönüşümün imkanları dışlanmış oldu. Boşluğu ise sağın diğer fraksiyonları doldurdu.

Sinan Ateş cinayetinin ardından özellikle İyi Parti ve CHP’de, MHP’nin bir çözülme yaşanabileceği beklentisi hakim olmuştu. Köklü, geleneğine sadık bir faşist parti içinde dahi ‘kendiliğinden’ bir dönüşüm beklentisi elbette boşa düştü. Ama MHP’yi asıl cendere altına alıp çözülmeyi yaratacak olan cinayetinin aydınlatılması için toplumsal bir basıncın oluşmaması bu beklentinin gerçekleşmemesi kadar konuşulmadı. Kol kırıldı, yen içinde kaldı. Tarihi siyasi cinayetler tarihi olan MHP de vekil sayısını artırarak yoluna devam etti.

AKP’nin ‘küskün seçmenleri’ olarak da görebileceğimiz ama aynı zamanda çoğunlukla asgari ücretle yaşamını sürdürmeye çalışan ve son dönemlerde ortaya çıkan siyasal atmosferden ve/veya ekonomi yönetiminin sonuçlarından memnun olmadığı için iktidara tepkili olan milyonlar, solla herhangi bir düzlemde somut temas kuramadı. Çünkü sol bir süredir halkın kendi sorunlarının çözümü için özneleşebileceği mücadele zeminlerini kurma ve geliştirme iddiasından uzak. Gerçek bir dönüştürücü sürece tabi olmayan milyonlar, kendilerini düzene bağlayan feodal, dinsel, ideolojik, ekonomik ve siyasal bağlarından dolayı en fazla Yeniden Refah Partisi gibi ‘benzer karakterdeki’ yapılara yöneldi. Elbette Yeniden Refah Partisi’nin yaygın ve canlı örgütsel yapısı, AKP’den kopan kesime yönelik yürüttüğü örgütlenme çalışması da bu yönelimde en az o kesimin AKP’den kopması kadar etkili oldu.

AKP’ye oy desteğini çeken bir kesim ise siyasetini mülteci düşmanlığı üzerinden kuran Zafer Partisi’ne ve Cumhurbaşkanı adayı olarak da Sinan Oğan’a yöneldi. Bu yönelim bir süredir gözleniyordu. Ancak solun mültecilerle temas konusunda da ırkçılık karşıtı mücadele konusunda da insan hakları çizgisini aşamayan bir antifaşist mücadele ve sınıf eksenli bir politika ortaya koyamaması ve bu alanı tamamen sağa terk etmesi bu yönelimi kuvvetlendirdi.

CHP’nin öncülüğünde yürütülen ‘sağa açılarak’ eksikliklerini kapatma ve iktidar iddiasını büyütme stratejisinin başarısızlığı da görülmüş oldu. Üstelik başarısızlığa rağmen, seçim aritmetiğinin bir gereği olarak bu eğilim devam ediyor. Kılıçdaroğlu son videosunda mülteci karşıtı bir söylemi öne çıkarıp Sinan Oğan’a oy vermiş seçmene göz kırparak ‘sağa açılma’ hamlelerini sürdürdü.

Özcesi; siyasetin merkezini seçim, dönüşümün etkili aracını ‘iyi reaksiyon alan’ kampanyalar, değişimin göstergesini kitlesel miting görüntüleri ve anket sonuçları olarak gören siyaset anlayışının mağlubiyetine bir kez daha şahit olduk. İktidarın halkın geniş kesimlerini olumsuz etkileyecek politikalara karşı ‘kendiliğinden’ bir politikleşme sürecinin olabileceğine dair ‘safça inançlar’ da bir kez daha boşa düştü.

Seçim sürecinin sonunda da bozulmayan seçmen blokların oluşum süreçlerinin toplumsal süreçlere dayandığı unutuldu. Gezi ve Kobanê direnişleri, Suruç ve 10 Ekim’le başlayan kitle katliamları ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki OHAL darbesi bu blokları oluşturan temel devrimci ve karşıdevrimci hareketlerdi. Devrimci/karşıdevrimci hareketlerle oluşan blokları, toplumsal tabana dayanmayan dönemsel kampanyalarla değiştirmeyi uman siyaset tarzı da boşa düştü.

Dönüşümün de siyasal etkinin de asıl dayanağının halkın örgütlü gücü olduğu, o örgütlü gücün seferberliği olmadan seçim düzleminde dahi bir değişimin olamayacağı görülmüş oldu. Kılıçdaroğlu’na oransal açıdan en büyük desteğin Kürt illerinden gelmesi de halkın örgütlü gücünün etkisine en net kanıt oldu.

Seçimi siyasetin merkezine konumlandıran ve sonrasında da ona faşizme karşı mücadelede asli roller atfeden sosyalistler açısından da bu yanılgı bir kez daha ortaya çıktı. Yalnızca ‘uzaktan seslenerek’, kampanyaları halkın örgütlü gücüne döndürmekten öte oya tahvil etmeye çalışarak faşizmin kitle tabanında bir yarılma yaratılamayacağını hayat bir kez daha yüzümüze vurdu.

Değişim ancak devrimci siyasetle mümkün

Bu denli umutsuzluk ve hayal kırıklığının ortaya çıkmasında devrimci siyasetin yokluğunun etkisi oldukça büyük. Ama bu durum mücadeleyi, umutları ‘bir başka bahara’ ertelemeyi de gerektirmiyor.

Sistemin krizi de egemenler arası çelişkiler de egemenlerin geniş halk kesimleriyle olan çelişkileri de halkın direniş eğilimleri de rafa kalkmadı. Devrimci siyasetin gerekliliğini olduğu kadar olanaklarını da tartışırken başlangıç noktamız burasıydı zaten. Hatırlatalım: Kapitalizm küresel düzeyde bir kriz içinde, sermaye döngülerinde ciddi aksamalar var. Üstelik bu tıkanıklığı aşmaya yönelik egemenler cephesinden kısa ve orta vadede bir çözüm de sunulamıyor. Türkiye kapitalizmi bu küresel konjonktürden etkilenirken özgün krizlerini de yaşıyor.

Seçimin sonucu ne olursa olsun, iktidara kim gelirse gelsin her yanı arıza veren bu düzen zorunlu olarak kendini yenilemeye çalışacak. Ama kimin öncülüğünde? Bir yanda TÜSİAD sermayesini arkasına almış ve bir IMF programından ötesini öneremeyen Millet İttifakı (ve Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu); bir tarafta da ihracatçı sanayi sermayesini, müteahhitleri, MÜSİAD’da temsil edilen sermayedarları arkasına alan, vizyonu ülkemizi ‘ucuz emek cennetine’ çevirmek (ya da Avrupa’nın Çin’i) olan AKP-MHP iktidarı (ve Erdoğan)… Peki halkın, işçi sınıfının, ezilenlerin bu sürece katılımı nasıl olacak, işçi sınıfının siyasetini kim örgütleyecek?

Devrimciler açısında uzunca süredir cevaplanmaktan kaçınılan fakat bugün bütün yakıcılığıyla kendisini hissettiren temel soru, işçi sınıfının, ezilenlerin bu sürece örgütlü bir hareketle müdahale edip edemeyeceği sorusudur. Halkın geniş kesimlerinin kendi sorunlarının çözümü doğrultusunda özneleşebileceği, kendi talepleriyle kendi kaderini tayin edeceği mücadele zeminlerinin inşası devrimcilerin stratejik hedefleridir.

Devrimci siyasetin olanakları da gerekliliği de gün gibi -bir kez daha- ortadadır. Yaşadığımız bu hayatı gerçekten değiştirmek istiyorsak, gerçek baharları yaşamak istiyorsak kendisini bir zorunluluk olarak dayatan devrimci siyaset seçeneğini görmemiz, örgütlememiz gerekiyor. Bu gerçek seçeneğin içinde bir gecenin sabahına umutsuz, yılgın uyanma “sürprizi” yok. Halkın örgütlü gücünü ortaya koyabildiğimiz oranda hayata (ve doğalında siyasete) müdahale, müdahale kanallarını çoğalttıkça değiştirme olanağımız var.

Tek güvencemiz, tek umudumuz halkın örgütlü gücü.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur