Komünal toplum yıkılmaya mahkumdu ancak evrimimizin en zor ve en uzun aşamasında kazandığımız, geleceğin komünist toplumunu olanaklı kılacak komünal dayanışmacı insanal özü miras bıraktı. Bu mirasın bize yüklediği tarihsel sorumluluk, özel mülkiyetin, sınıfların, devletin olmadığı bir dünyanın yeniden inşasıdır
Yüzbinlerce özel mülk (sermaye-ticaret nesnesi) yıkıldı, yüzbinden fazla insan meta-mülklerin enkazında can verdi. Milyonlarca resmi onaylı ticari-hukuki dolandırıcılık işleminin dosyaları da enkaza gömüldü. Binaların insan için üretilmedikleri bir kez daha ve en acı biçimde kanıtlandı.
Deprem, sel gibi doğa olaylarında insanların feryatları göklere yükselirken her biri sermayenin azami kâr tezgahından geçmiş, yerle bir olmuş özel mülklere, İslam Peygamberi Muhammed’in deyimiyle “rızkın onda dokuzu”nu oluşturan ticaret nesnelerine baktıkça Engels’in yazıya başlık yaptığım sözünü hatırlarım: “Ticaret yasallaştırılmış dolandırıcılıktır.”[1]
Tüm insanal ihtiyaçlarımızın meta dolayımına zincirlendiği hayatımızda ticarete ve dolayısıyla bir hukuk akdine bulaşmadan yaşamak olanaksızdır. Gün boyu enerji, su, toplu taşım hizmeti veya diğer geçim ve üretim araçları satın alarak, öte yandan emek gücü veya başka özel mülk nesneleri satarak yaşıyoruz. Yaşam boyunca sistematik olarak tekrarlanan bu meta ilişkileri kendiliğinden bilince özel mülkiyetsiz yaşanamayacağını öğretir. Kapitalist sistem onun hayatını özel mülkiyetle özdeşleştirmiştir. Özel mülkünü tümüyle yitirdiğinde aç ve açıkta kalacağını bilir. Egemen bir kültür biçimine dönüşen bencillik ve çıkarcı düşünme tarzı, diğer bireyleri özel mülkünü elinden alabilecek açık veya gizli, potansiyel veya faal hasımları olarak görmek zorunda bırakır. Çünkü “özel mülkiyet, ikibinbeşyüz yıldan beri, ancak mülkiyete saldırarak varlığını sürdürebilmiştir.[2]
Her özel mülkiyet bir mülksüzleştirme, diğerlerini o mülkün dışında bırakma ilişkisi ve onun zorunlu varoluş yasasıdır:
“Mukavelede ben, bir şeyin bağımsız malikiyimdir ve öyle kalırım ve, böylece, bir başkasının o şey üzerindeki iradesini dışlamış olurum, ama bunu ancak kendi irademi başkasınınkiyle aynılaştırdığım, yani kendimi bir malik olmaktan çıkardığım ölçüde yapabilirim.”[3]
Kapitalist toplum bireyinin davranışları bu yasayla güdümlenmiştir; yaşamak için özel mülk sahibi olmak, diğer bireyleri kendi mülkünden dışlamak zorundadır. Dışlananların yitirdikleri dışlayanların kazandıklarıdır, ya da tersi. Dolayısıyla belli bir sınıfın elinde diğerlerini mülksüzleştirerek büyümek de onun zorunlu iktisadi yasasıdır.
Özel mülkünün başka bireylerin toplumsal emeklerinin ürünü olması, onun bencil dünyasında insanal bir sorgulama yapmaya dönük bir etki yaratmaz; bedelini ödediğini düşünür.
Emekten ve üretenden bağımsızlaşarak fetişe dönüşen metalar (örneğin sel ve depremlerde yıkılan binalar, doğayı katlederken işçilere de mezar olan madenler vb.) büyüdükçe insanlar küçülür, bencil bireylere dönüşür, gerçekler tersyüz olarak bilince yansır ve meşruiyet de kazanır. Bu ilişkiler sistemi egemen ideolojiye dönüşürken dinin kutsal onayını da alır: “Rızkın onda dokuzu ticarette ve cesarettedir” (Muhammed). Öte yandan rızkı üreten esarettedir ama dinen caiz, ahlaken meşrudur. Bugünkü ücretli köleliği onaylayan ahlakın temeli, antikçağda insanın emek gücü için köleleştirilmesi onaylanırken atılmıştır. Köleliği kapsam dışında bırakarak temellenen ahlakın feodal çağda serfliği, kapitalizm çağında ücretli köleliği kapsam dışı bırakmasında bir beis yoktur. Ahlak üretenin (emeğin) üretilenden dışlanmasını onaylarken, hukuk özel mülkiyetin bireylerin birbirini karşılıklı dışlamasından doğan güvensizlik ve uzlaşmaz çıkar ilişkilerini kurallara bağlayarak meşruiyet kazandırır.
Kendisi özel mülkiyet nesnesi üretmeyen ticaret, meta olarak üretilmiş nesne üzerinde eşitsiz gelişen paylaşım (kaybetme-kazanma) ilişkisidir. Özel mülkiyet ticari ilişkide varlık bulur:
“Özel mülkiyetin ivedi sonucu ticarettir -karşılıklı gereksinmelerin değişimidir- alım ve satımdır. Bu ticaret, özel mülkiyetin egemenliği altında, tüccar için doğrudan bir kazanç kaynağı haline gelmelidir; yani her kimse olabildiğince pahalıya satmanın ve olabildiğince ucuza almanın yollarını aramalıdır. Bundan ötürü, her alım ve satımda, taban tabana zıt çıkarlara sahip iki insan karşı karşıya gelirler. Bu karşı karşıya geliş kesinlikle uzlaşmaz karşıtlıktadır, çünkü her biri ötekinin niyetlerini bilir -bunların kendi niyetlerine karşıt olduğunu bilir. Bundan ötürü, ilk sonuç, bir yanda, karşılıklı güvensizliktir, öte yanda bu güvensizliğin mazur gösterilmesidir- ahlak dışı bir sonuç elde etmek için ahlak dışı araçların kullanılması. Böylece, ticaretteki ilk ilke gizliliktir – söz konusu eşyanın değerini düşürebilecek her şeyin gizlenmesi. Sonuç, karşı tarafın bilgisizliğinden güveninden azami derecede yararlanmanın ve aynı şekilde, kişinin kendi metaına bu metaın sahip olmadığı nitelikler yüklemesinin ticarette uygun karşılanmasıdır. Tek sözcükle, ticaret yasallaştırılmış dolandırıcılıktır.”[4]
Engels’in tanımını depremin ortaya çıkardığı tabloya uygularsak: yaptığı ya da sattığı binanın çürüklüğünü gizleme, toplumu bilimsel raporlar ve uyarılar hakkında bilgisiz bırakma, iktidar ve kamu yöneticileriyle sermaye grupları arasında gizli ya da açık kirli işbirliği yapılarak hazırlanmış imar-inşaat-iskan düzenlemeleri, binalara sahip olmadıkları – ve üstelik resmi onaylı – nitelikler yükleyerek alıcıları aldatma, kişilerin devlete olan güvenlerini kötüye kullanma, afetlerde kullanılacak fonların (deprem vergileri vb.) içini boşaltma, yardım kurumlarına bağışlanmış veya vergi yoluyla toplanmış paralarla alınan yardım malzemelerini piyasaya sürerek (Kızılay ve AFAD’ın yaptıkları gibi) ticaret nesnesine dönüştürme vb. türden ilişkilerden oluşan, devlet/iktidar/yasa garantili devasa bir dolandırıcılık, planlanmış “kader” sistemi çıkar karşımıza.
Yıkılan yüzbinlerce binanın imar, inşaat, ruhsatlandırma, alım-satım süreçlerinde akdedilen milyonlarca ticari ve hukuksal işlemin Engels’in bundan 170 yıl önce yaptığı “yasallaştırılmış dolandırıcılık” tanımını aynen doğruladığına bir kez daha kan revan içinde, acı duyarak tanık olduk. Üstelik bu gerçeklik tüm ülkeyi kapsayan buz dağının son depremde su yüzüne çıkan kısmıdır. Aynı şiddette bir depremin tüm ülke toprağını salladığını düşünmek bile korkunç, ama şu an yeni bir depremde enkaza dönüşmeyi bekleyen milyonlarca binanın dosyaları yasallaştırılmış dolandırıcılık belgeleriyle dolu. Kapitalist sistemin ve siyasal iktidarının yalanlar, hamaset nutukları, göstermelik bazı kısmi uygulamalar (-ki iktidarın bu davranışları da dolandırıcılığın siyasallaşmış biçimidir) dışında üretebileceği hiçbir çözüm yok. Tam tersine, Türk burjuvazisi ve onun siyasi iktidar odakları yine bilim insanlarının tespit ve uyarılarına rağmen, faili olduğu katliamı -doğaya ve tarım arazilerine de saldırarak- yeni bir sermaye birikim fırsatına dönüştürmenin peşinde; alçaklığın da tarihsel doruklarında yeni “kader”ler planlıyorlar.
Ticareti kutsayan Tanrı taciri de unutmaz: “Pazarımıza mal getiren, Allah yolunda savaşan mücahit gibidir” (Muhammed). Depreme uyarlarsak; tacirler (müteahhitler, inşaat şirketleri) Allah yolunda at koşturur, kırbaçlar kölelerin (inşaat işçilerinin) sırtında şaklarken kervanlara yüklenen rızkın (binalar) üzerine tanrının şalı örtülür: “Yer yüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerindedir…”[5] Ölen onbinlerce insan ise sermayenin azami kar savaşında verilmiş zayiattan ibarettir.
Antikçağın Merkürü tek tanrılı Kapitalizm çağının kutsalı oldu, utansın Eventus Bonus.[6]
Ortaçağ boyunca Tanrının kanatları altında toprak mülkiyeti ve ticaretle özdeşleşerek varlık sürdüren hukuk, sanayi kapitalizmi çağında Akıl’ı keşfettiğinde pozitif hukuk akımı da hukukun ahlakla ilişkisini sorguluyor, hukuku her türlü hukuk dışı unsurdan arındırarak “Saf Hukuku Teorisi”[7] kurgularken ahlakı da hukuktan dışlıyordu. 20. yüzyıl faşizmine tanık olan, Nazi hukukunun dehşeti karşısında bocalayan ardılları (L. A. Hart, Dworkin, Lon Fuller, Gustav Radbruch vb) saf hukukun ne anlama geldiğinin farkına vardıklarında bu kez pozitif hukuka ahlakı dahil eden kurguları üretmeye başladılar. Gerçekliği kavramlara uydurma çabasıyla tarihsel ömrünü dolduran bazı idealist akımlar hala kurgular- kategoriler dünyasında debelenirken, pozitif hukuk düşüncesini liberal ideolojik fırsata dönüştüren yeni yetme bazı temsilcilerinin hala ahlakı hukuktan dışlama gayretleri boşuna değil. Yasallaştırılmış dolandırıcılığın utanma duygusundan arınmaya ihtiyacı var.
İdealist hukuk akımları hukuk-ahlak ilişkisini – bazıları Nazi yasalarının hukuk olup olmadığı üzerinden – tartışa dursunlar, özel mülkiyetin özdeşi olarak tarihe giren hukuk, sermayenin onu labirente dönüştürdüğü kapitalizm çağında bildiğini okumaya, “özel mülkiyet, ticaret, sermaye neyse ben de oyum, nasıl bir siyaset istiyorlarsa onu da yasalara dönüştürürüm” demeye devam ediyor. Hukuk budur, Nazi hukuku da hukuktur.[8]
Hukuk devletinin iki yüzü
Hukuk tarihe trampa ticaretiyle giren ve giderek özel mülkiyet-ticaret ilişkileri ekseninde tüm toplumsal yaşam kurallarını ve kurumlarını özel mülkiyetin karakteristik-yapısal özelliklerine göre düzenleyen bir özel mülkiyet kavramıdır ve onun tüm bencil, bireyci, iki yüzlü, her türlü şiddete kapı açan çıkar çatışmacı özelliklerini yasalara bağlar. Hukukun yasalarıyla meşruiyet ve resmiyet kazandırılan dolandırıcılık, hukuk devletinin teminatı altındadır. Bu konuda tereddüdü olanlar enkazın dosyalarına, meclisin yasalarına, hükumet ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine bakabilirler. Sorunun Türkiye’ye ya da AKP-MHP iktidarına özgü olduğu yanılgısına kapılanlar bu iktidar öncesinin ve kapitalist dünyanın kayıtlarına da bakabilirler. Sadece doğa olaylarının değil günlük ulusal ve uluslararası ticaretin kayıtları, uzlaşmaz çelişkilerin yargılandığı mahkemelerin dosyaları da tanıktır.
Devletin vatandaşını hukukla dolandırmasına dair basit bir örnek: 11 Mayıs 2018 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan imar affı ile ilgili kanunun 16. maddesine eklenen geçici maddeye göre 31 Aralık 2017’den önce inşa edilmiş binalar için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı veya bakanlığın yetkilendireceği kuruluşlara başvurulması, gerekli şartların yerine getirilmesi ve kayıt bedelinin ödenerek ‘yapı kayıt belgesi’ alınması zorunluluğu getirildi. Ayrıca, aynı kanunda yapı kayıt belgesi verilen yapılarla ilgili yıkım kararları ile tahsil edilmeyen para cezalarının iptal edileceği belirtilerek belediyelerin de yetkileri elinden alındı. Ancak maddenin içine sıkıştırılan şu cümleye dikkat: “Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikine (sahibine) mahsustur.”
“İmar barışı” adı altında iskân-inşaat ruhsatı vererek oyunu satın aldığı vatandaşa depremin sorumluluğunu satan iktidarın bu yasallaştırılmış dolandırıcılığı aynı zamanda idareyi “hizmet kusuru” sorumluluğundan kurtarmanın da yolunu açmış oluyor. Hukuken tartışılır ve mücadelesi verilir kuşkusuz, ama yasallaştırılmış dolandırıcılığın en ahlaksız biçimlerinden ve iktidarın doruklarında planlamış “kader”lerden biridir.
Hukuk yasalarıyla onaylanmış ticaretin (Engels’in tanımladığı) iktisadi yasasının, önüne engel olarak çıkan hukuksal mevzuatı çiğneyip geçmek gibi bir huyu da vardır. Ceza hukuku kapsamına giren bu gibi durumlarda suçlu kamu yöneticilerini, siyasi iktidar ve yandaşlarını kollayacak başka yasal düzenlemeler ya mevcuttur ya da derhal hazırlanır. Çok azı yargıya intikal ettiğinde, cezasızlık politikasına göre dizayn edilmiş yargı sistemi onlara kol kanat gerecektir. Dolandırıcılığı gizleyecek, aklayacak ya da meşrulaştıracak binbir çeşit kirli yol ve yöntem devletin açık kurumlarında veya gizli derinliklerinde sermaye-iktidar işbirliğiyle planlanır. Doğa olayları bu kirli planları açığa çıkardığında, R. T. Erdoğan’ın “kader planı” lafında ifadesini bulduğu gibi Tanrıya havale etmek de plan dahilindedir.
İktidarların hukuk dışına çıkma alışkanlıkları burjuva hukuk teorisini de çok meşgul eden konulardan biridir; ikiyüz yıldır “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” gibi kavramlardan hareket ederek “olması gereken” çözümler üretir durur. Bu çözümlerden biri de idarenin yargısal denetimi, kamu hukukunda “idari hizmet kusuru” denilen hukuka aykırı işlem ve eylemlerine karşı “idari dava” yoludur. Ancak bu hakkın arka planında hukuk devletinin diğer yüzü, halkı dolandırmanın başka yasal biçimleri saklıdır.
Maraş merkezli son deprem devletin/iktidarın sahtekarlığını (hukuksal adıyla “idari hizmet kusuru”nu) öyle bir çarptı ki faillerin suratına, bazı iktidar temsilcileri bile utangaç biçimde de olsa itiraf etmek ve öfkeyi kontrol altına alma kaygısıyla aralarında kendi partililerinin de bulunduğu alt düzeyde bazı tutuklamaların önünü açmak zorunda kaldılar. R. T. Erdoğan “helallik” istedi. İktidarın bir kez daha katliamla sonuçlanmış “idari hizmet” kılıklı dolandırıcılığı tartışmasız hale gelirken devlet aleyhine açılacak onbinlerce davanın da yolu göründü.
Devletin yasallaştırılmış “idari hizmet” tezgahlarında dolandırılan halk, kusurlardan doğan tazminatların ödenmesinde bir kez daha dolandırılır. İdari hizmet kusuru ya da insan hakları ihlalleri nedeniyle devlet tazminata mahkûm edildiğinde veya kendi kararıyla ödemeler lütfettiğinde siyasi iktidar: 1- Tazminata yol açan hak ihlallerinin failleri olan kamu görevlilerine rücu etme yollarını kapatır, 2- Tazminatı halktan topladığı vergilerden ödeyerek faturasını yine halka çıkarır. Bu dolandırıcılık biçimiyle birlikte burjuva hukuk devletinin yargısal denetimi tamamlanmış “adalet” yerini bulmuş olur.
Tarihsel varlık nedeni özel mülkiyet olan, özel mülkiyetin toplumu ayrıştırdığı sınıfların tarihsel mücadelesinde hem iktisadi sistemin düzenleyici kurallar bütünü hem de egemen sınıfların elinde her yana eğilip bükülebilen siyasal bir araç olarak kullanılan hukuka demokrasi ve insan hakları adına idealist anlamlar yükleyerek amaçsallaştırmak kapitalizmi ve burjuva ideolojisini onaylamaktan başka bir anlam taşımaz.
Hukuku, üstünlüğünü savunarak değil gerçek özünü kavrayarak, yeri geldiğinde teşhir ederek, sömürülenler ve ezilenlerden yana bağrında gedikler açarak, ticari değil -son depremde seferber olan yüzlerce avukat arkadaşımızın yaptığı gibi- sosyal dayanışmacı bir zihniyetle kullanarak nihai hedefe doğru ilerleyeceğiz.
Kapitalizmin yok edemediği insanal özde gelişen sosyal dayanışma
Devlet/iktidar son depremde tarikatların hayırsever yardımlarının önünü açarken sosyal dayanışma ağlarına neden saldırdı? Muhaliflerinin siyasal itibarlarının kamuoyunda yükselmesinden ve oy kaygısından, iktidarı kaybetmekten duyulan korkudan doğan bir saldırı mıydı? AKP-MHP koalisyonunun içinde bulunduğu siyasal koşullar da dikkate alındığında böyle bir korkunun varlığı kuşku götürmez. Ancak kapitalist dünyada evrensel bir özelliği olan bu saldırının asıl nedeni, sosyal dayanışmanın tarihsel-komünal kökene dayanan ve sınıfsal bir yanı da olan özellikleriyle ilgilidir. Komünal-tarihsel kökene kısa bir parantez.
İnsanın kendi geçim araçlarını üretmeyi başararak hayvandan ayrıldığı evrimin en zor aşamasından itibaren filizlenen ve onbinlerce yıl devam eden en önemli özelliği komünal üretim-paylaşım ilişkileridir.
Özel mülkiyetsiz, hukuksuz ve özgür doğan, zincire vurulmadan[9] doğanın kucağında evrimleşen insan doğayı; “emeğin nesnel koşulu” olarak ve dirimsel etkinliğinin nesnesi ve aleti kılarak, kendi neslini de bu etkinliğin doğal bileşeni olan “İnsandan insana doğal zorunlu ilişkiyle” (Marks) yeniden üreterek, her bireyin diğerinin varlık nedeni olduğu özdeşlik ilişkisi içinde ve topluluk halinde doğal biçimde sahiplenir, ticari alım-satım nesnesi olarak değil:
“1- Emeğin doğal koşullarının, yeryüzünün, ilk iş aracı olarak, hem laboratuvar ve hem de onun hammadde deposu olarak mülk edinilmesi; ama emek aracılığıyla değil, emeğin ilk koşulu olarak mülk edinilmesi. Birey, emeğinin nesnel koşullarını, basitçe kendi malı, bunlar sayesinde gerçekleşen öznelliğinin inorganik doğası olarak görür. Emeğin başlıca nesnel koşulu, bizzat emek ürünü olarak ortaya çıkmaz, doğa olarak zaten vardır. Bir yanda canlı birey, öte yanda ise kendisinin yeniden üretilmesinin nesnel koşulu olarak yeryüzü.”[10]
Doğanın sunduğu yaşam gereksinimlerini yeniden üreterek bilinçli varlığa dönüşen insanın, doğayı doğal olarak sahiplenme duygusu, elbirliği halinde toplumsal emeğin nesnel koşullarında gerçekleşir. Geçim araçlarının ilk üretim biçimi olan elbirliği toplumsal iletişimi zorunlu kılar. Toplumsal iletişimin aracı olarak gelişen ortak dil yeryüzünün ilk sahiplenilmesinin bireysel değil kolektif olduğunun kanıtlarından biridir:
“…açıktır ki, birey kendi diline, ancak bir insan topluluğunun doğal üyesi olarak kendisine ait bir şey olarak bakar. Dilin tek bir bireyin ürünü olması saçmalıktır. Ama aynı şey mülkiyet için de geçerlidir.”[11]
Topluluk halinde varoluş için, “… eylemin (hayvancılıkla uğraşanların, avcıların, tarım yapanların vb. eyleminin)” der Marks “nesnel koşullarının elde edilmesinin ilk koşuludur”. İnsan bir ön koşul olarak topluluk halinde olmasaydı ne geçim araçlarının üretimi gelişirdi ne dil ne de bilinç.
Konuşma yetisi toplumsal ilişkiler sayesinde gelişen ve kendini topluluğun doğal üyesi hisseden her bireyin, geçim araçlarını bireysel ve kendi özel mülkü olarak ürettiği, “insanın insanın kurdu” (T. Hobbes) her bireyin diğer bireylerle çıkar savaşı halinde olduğu, erkeğin de bireysel çıkarı için biyolojik üstünlüğünü kullanarak kadına egemen olduğu vb. kurgular idealist spekülasyondan başka bir anlam taşımaz. Ortak dil savaşarak değil üretim-paylaşım ilişkilerinde ses aracıyla kurulan toplumsal iletişim sayesinde gelişir.
Evrimin komünal aşamasında ortay çıkan insanal öz, diğer bireylerin insanal özleriyle kolektif-toplumsal üretim ve maddi yaşam ilişkileri içinde nesnelleşir. Marks tarihsel-materyalist bakış açısıyla, insanal evrimde gelişen birey-birey ve birey-toplum ilişkilerinin yani evrimin komünal aşamasının ilkel ve sınırlı koşullarında insan için üretim etkinliğinde gelişip nesnelleşen insanal özelliklerin geleceğin komünist toplumunda nasıl bir ilişki biçimi alabileceğine dair şu materyalist felsefi soyutlamayı yapar:
“İnsan olarak ürettiğimizi varsayalım: bizden her biri, kendi üretiminde, hem kendi kendisi çift nedenle doğrulanmış ve hem de başkasını doğrulamış olurdu. Ben, 1- kendi üretimimde kendi bireyselliğimi, onun tikelliğini nesnelleştirmiş, ve böylece, kendi etkinliğim sırasında bireysel bir dirimsel belirme’nin zevkini çıkarmış olduğum kadar, nesneyi seyrederken, kişiliğimin nesnel, duyular aracıyla algılanabilir ve bunun sonucu her türlü kuşkunun üstünde bir güç olduğunu; 2- benim ürünümden senin yararlanma ya da kullanımında, hem kendi çalışmamda insanal bir gereksinmeyi karşılamış ve insan özünü nesnelleştirmiş, öyleyse bir başka insanal varlığın gereksinmelerine uygun düşen nesneyi sağlamış: 3- hem senin için, seninle tür arasında orta terim olmuş, öyleyse senin tarafından senin öz varlığının bir tümleci ve senin zorunlu bir parçan olarak bilinip duyulmuş; öyleyse senin düşüncende olduğu kadar sevginde de doğrulanmış olduğumu bilmenin; 4- hem de kendi yaşamımın bireysel belirtisini yaratmış, böylece bireysel etkinliğimde, gerçek özümü, insanal özümü, toplumsal özümü, doğrudan doğruya doğrulamış ve gerçekleştirmiş olma bilincinin zevkini çıkarırdım.”[12]
Üretimin insan için yapıldığı, para-meta-sermaye ilişkilerinin tümüyle yeryüzünden silindiği koşullarda insanal öz; birey ile birey, diğer birey ile toplum arasındaki ilişkinin bir aracı olarak birey, insanın kendi kendisi ile ilişkisinin aracı olarak diğer birey ve birey ile toplum ilişkilerinde doğrulanır. Gezi isyanında da tanık olduğumuz ancak depremin farklı koşullarında yeniden ortaya çıkan sosyal dayanışmadaki insan ilişkilerinde bu doğrulanmanın filizlenmiş ancak toplumsal bir sisteme dönüşmemiş özellikleri saklıdır.
Kapitalist toplumun sınırlı koşullarında ve iktidarların baskısına rağmen gelişen sosyal dayanışma ağları kapitalist sistemi yıkacak bir devrim örgütüne dönüşmez kuşkusuz ama bize özel mülkiyetsiz ve sınıfsız bir toplumun mümkün olduğuna dair ipuçları verirken, her bireyin insanal özünün diğer diğer bireylerin insanal özünde yansıyabildiğini, özdeşleşebildiğini, burjuva idealist akımların kurgularının aksine insanın doğuştan bencil birey olmadığını gösterir.
Ticari ilişki, Engels’in deyimiyle “yasallaştırılmış dolandırıcılık” çıkarılıp atıldığında, sosyal dayanışma pratiklerinde görüldüğü gibi geriye kalan tek şey insanal ilişkidir. Bu ilişkide ırk, din, dil, görev, statü farklılıkları önemini yitirir, eşitliğin ve herkesin yeteneğini ortaya koyarak çalışmasının önü açılır. Devletin/iktidarın evrensel korkusu da burada saklıdır.
Bu tür doğa olaylarına karşı hiçbir dişe dokunur hazırlığı olmayan, günlerce deprem bölgesinde görülmeyen devlet ve iktidar odakları, hem yasal hem de yasa-dışı gizli sivil çeteleri aracıyla sosyal dayanışma ağlarına saldırılar düzenlediler. Depremzedelerin acil ihtiyaç malzemelerine hatta kurtarma araçlarına dahi el koydular, kendileri tarafından hazırlanmış gibi dağıtmaya, kullanmaya çalıştılar. Onu da ellerine yüzlerine bulaştırdıkları gibi hem el koyduklarının nerede nasıl kullanıldığını hem de yurt dışı dahil toplanan 115 milyar nakdi bağışın nereye harcandığını ya da harcanmakta olduğunu açıklamadılar. Malzemeleri ve diğer ihtiyaç maddelerinin merkezi olarak dağıtılacağını iddia ettiler ama doğru dürüst ve işi bilen merkezi bir dağıtım sistemleri dahi yoktu. Kızılay gibi bir kurum dahi eski Başbakan Binali Yıldırım sülalesinin sermaye şirketine dönüşmüş, depremin daha ilk günlerinde insanlar soğuktan donarken elindeki çadırları satışa çıkarmıştı. AFAD denilen, liyakatsizliğin dibine vurmuş sözde arama-kurtarma kurumunun beceriksiz personeli ortalıkta dolanıp arada iktidar medyasına sahte veya başkalarından çalıntı görüntüler verirken, yöneticileri son model, en lüks makam araçlarının sefasını sürüyorlardı. Her iki kurum da halktan topladıkları paralarla “yasallaştırılmış dolandırıcılığın” kamusal biçimlerinden birini daha sergiliyorlardı. Sosyal dayanışma bu çürümenin yüzüne ayna tutuyor, kendi doğal varlığıyla iktidar odaklarını bu nedenle de rahatsız ediyordu.
Yüzeysel bir bakış büyük çoğunluğu emekçilerden oluşan bu dayanışma hareketinin, bölgeden yükselen feryatların uyandırdığı acıma duygusundan kaynaklanan bir yardımseverlik/hayırseverlik olduğunu sanabilir. Kimi yardımların sadece acıma duygusundan kaynaklandığı da inkar edilemez. Özellikle orta ve büyük burjuva kesimlerden gelen parasal yardımlar için söz konusu edilebilir. Ancak olayın iktidarı da korkutan asıl boyutunu ve özünü acıma duygusu ve hayırseverlik belirlemiyor. Büyük çoğunluğu işçi ve emekçilerden oluşan ve kendiliğinden gelişen bu hareketin özünde aynı sınıfsal “kaderi” paylaşmaktan gelen bir sosyal dayanışma refleksi yatıyor. Bunun en belirgin ve saf halini işçilerin sınıf bilincini geliştiren ve onlar için pratik bir okul olan işçi direnişlerinde gözlemleyebiliriz. İktidarı korkutan ve dayanışmanın önde gelen özelliği, bu tür ilişkilerde ortaklaşılan insanca yaşam koşulları için mücadele ve bu mücadelede filizlenen yoldaşlık duygusudur.
Sosyal dayanışmanın ikinci önemli özelliği, burjuva iktidarların işçi ve emekçileri bölmek, birbirine düşmanlaştırmak için siyasal araç olarak kullandıkları ırk, dil, cinsiyet, inanç vb. farklılıkların önemini gittikçe yitirmeye, eşitlik duygu ve kültürünün filizlenmeye başlamasıdır. Burjuva toplumun bencil bireyci, ayrıştırıp düşmanlaştırıcı ideolojik egemenliği dayanışma ilişkisinde sarsılır, işlevsizleşir. Hayırseverliğin minnet duyulmasını bekleyen üstenci, kendisi gibi düşünmeyeni, aynı inanca sahip olmayanı dışlayan ayrımcı tarzı sosyal dayanışmada söz konusu bile olmaz.
Üçüncüsü, meta olarak üretilen dayanışma araçlarının meta olmaktan çıkmasıdır. İhtiyaç ve malzemelerin hemen hemen hepsi sermayenin çarklarından, meta ilişkilerinden geçerek üretilmişlerdir, belli fiyatları ve değişim-değerleri vardır. Ancak sosyal dayanışma ağına girdiklerinde değişim değerlerini yitirip kullanım-değerlerine dönüşürler, diğer bir anlatımla ticari ilişki buharlaşır. Meta-özel mülk olmaktan çıkarlar, fiyat denilen şeyden arınarak insan için ürünlere dönüşürler. Bu dönüşüm o malzemelerin elden ele aktarılarak hedefe ulaşmalarına engel olmaz. Ürün ile insan arasındaki ilişkinin biçimi kapitalizm koşullarında en azından bu aşamada değişir. Ticaretsiz ve özel mülksüz de yaşanabildiğini gösteren bir ilişki tarzıdır. Bu ilişki, ticaretin dayattığı azami kar ve pazar paylaşımı uğruna yalan-dolan, iki yüzlülük, malın gerçek özelliklerini gizleme, aldatma gibi gibi yabancılaştırıcı, düşmanlaştırıcı unsurlardan arınmış bir ilişkidir. Herkesin yeteneğini ve olanaklarını ortaya koyduğu, işlerin paylaşıldığı karşılıklı ilişkiler sistemidir.
Depremde çok sayıda sosyal dayanışma pratiklerine tanık olduk. Bunların biri de İnşaat İşçileri Sendikasının yönetici ve üyelerinin Hatay’ın Defne İlçesinde, sadece enkazlarda hırsızlığı önlemek için gönderilmiş askerler ve sağ muhafazakâr özellikleri güçlü olan Ahıskalı Türklerle birlikte oluşturdukları dayanışmadır. (https://alinteri8.org/2023/03/03/defnede-13-gun-sesimi-duyan-var-mi/) Görünüşte üç benzemezin dayanışmasıdır. Yapılan röportajlardan, dayanışmayı başlatan şeyin İnşaat İş yöneticilerinin bu insanlarla kurdukları iletişim tarzı olduğunu anlıyoruz. Ancak dayanışmayı sağlayan asıl etken, doğanın insanlara bedelsiz sunduğu yaşam kaynaklarından dönüştürülen özel mülklerle birlikte paranın ve ticaretin bir süreliğine de olsa bir anda ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan insanın evrensel özüdür.
Komünal toplum yıkılmaya mahkumdu ancak evrimimizin en zor ve en uzun aşamasında kazandığımız, geleceğin komünist toplumunu olanaklı kılacak komünal dayanışmacı insanal özü miras bıraktı.
Bu mirasın bize yüklediği tarihsel sorumluluk, özel mülkiyetin, sınıfların, devletin olmadığı bir dünyanın yeniden inşasıdır. Özel mülkiyet kapitalizmin doruklarında tarihsel rolünü ve ömrünü tamamlamış, insanı ve doğayı yıkan bir güce dönüşmüş, ancak sosyalizmin de ön koşullarını hazırlamıştır.
Nazım’ın şiirinde de ifadesini bulan iki seçenekle karşı karşıyayız
“Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.”
Dipnotlar:
[1] F. Engels, “Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi”, K. Marks’ın 1844 El Yazmaları’nın ekinde, Sol yay.
[2] Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin Devletin Kökeni, Sol yay. Sf 135
[3] G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Temel Prensipleri, Sümer Yay. sf. 100
[4] F. Engels, “Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi”
[5] El-Hud 11/6, fikriyat.com
[6] “Merkür, önemli bir Roma tanrısıdır. O maddi kazanç, ticaret, belagat (ve dolayısıyla şiir), mesajlar / iletişim (kehanet dahil), gezginler, sınırlar, şans, hile ve hırsızların tanrısıydı. Ayrıca yer altında ruhlara rehberlik ediyordu…” “Eventus Bonus (‘iyi son’), Roma mitolojisinde hem ticaret hem de tarımda başarının tanrısıdır. İnanışa göre iyi hasatları ve kârı o getirirdi. Roma Cumhuriyeti’nden Marcus Terentius Varro, onu tarım üzerine liderlik eden on iki tanrıdan biri olarak listelemiştir. Eventus’un işlevi tarımsal olarak görünse de Romalılar altın paralarında onun ikonunu da kullanmıştır” (Vikipedi)
[7] “Kuram olarak Saf Hukuk Kuramı, sadece ve sadece inceleme konusunu, yani nesnesini bilmeyi amaçlar. Hukukun ne olduğu ve nasıl yapıldığı sorularına cevap vermeye çalışır, hukukun ne olması gerektiği veya nasıl yapılması gerektiği sorularına değil…
Kendisini hukukun saf kuramı olarak karakterize eder, çünkü sadece hukuka odaklanmış bilişi {cognition} amaçlar ve bilişinin açıklıkla hukuk olarak belirlediği nesnesine ait olmayan her şeyi bu bilişten ayıklamayı hedefler. Yani Saf Kuram, hukuk bilimini bütün yabancı unsurlardan temizlemeyi amaçlar. Bu onun temel metodolojik ilkesidir…
… Saf Kuram fiili ve mümkün hukuku araştırır, ‘doğru’ hukuku değil. Bu anlamda, radikal gerçekçi bir hukuk kuramıdır. Pozitif hukuku değerlendirmeyi reddeder. Pozitif hukuku olduğu şekliyle kavramak ve onu, yapısını analiz etmek suretiyle anlamak -işte Saf Kuramın bir bilim olarak kendisi için biçtiği görev budur.” (Hans Kelsen, “Saf Hukuk Kuramı, Devlet Ve Hukuk Özdeşliği”, Cemal Bali Akal tarafından derlenen “Devlet Kuramı”, sf. 425-427)
[8] Gazeteduvar yazarlarından Murat Sevinç Gustav Radbruch’un “Ceza Hukuku Felsefesine Katkı: Radbruch Formülü” adlı kitabını tanıtırken bir hoca ile doktora öğrencisi arasında geçen bir polemiğe atıfta bulunur: “Yıllar önce Mülkiye’de bir doktora yeterlilik sınavında aday, ‘hukukun ne menem bir olgu olduğuna dair’ soruları yanıtlamaya çalışırken hoca, “Sence Nazi hukuku, hukuk muydu?” sorusunu yöneltir. Doktora adayı cevvallikle “Evet hukuktur” deyince, hoca bir soru daha sorar: “Peki bu durumda sence eşeğin anırması müzik midir? Müzik olduğunu kabul edip sükûnet ve saygıyla dinler misin?” Eşeğin anırması müzik değildir kuşkusuz, ama Nazi yasaları hukuktur. Yasa üstü hukuk yoktur. Hukuk özel mülkiyetin raylarında ilerleyen bir vagondur. Bu nedenle antikçağın köle emeğine dayanan özel mülkiyet biçimini düzenleyen Roma hukukundan ilham alan burjuva hukuku hukuksa, Nazi hukuku da Alman kapitalizminin emperyalist sermaye tekellerinin faşist rejim ihtiyacını düzenleyen bir burjuva hukuk biçimi olarak hukuktur.
[9] Feodal zincirlerin parçalandığı burjuva devrimleri çağında J. J. Rousseau’nun meşhur sözüdür: “İnsan özgür doğar ancak her yerde zincire vurulmuştur”. Burjuva devrimleri tarihsel rolünü tamamladığında kapitalizm çağı bize şunu öğretti: İnsan evlilik sözleşmeleriyle doğar meta ilişkilerinde zincire vurulur.
[10] K. Marks, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay. sf. 74, bba
[11] K. Marks, age, sf. 80
[12] Emille Bottigelli’nin Marks’ın 1844 El Yazmaları’na yazdığı Sunuş’unda: “Emeği, bu açılıp serpilme koşulları içinde, gene J. Mill üzerindeki notlarda yaptığı gibi, bırakalım Marks anlatsın” diyerek aktardığı alıntı, sol yay. sf. 56. Mark idealist-insancıl bir soyutlama yapmaz. Bugünün maddi gerçekliğinin tahliline, bugünün somut gerçekliğinden hareketle onun geçmişe doğru izini takip ederek başlar, ekonomi öncesi çağdaki kökenine kadar gider ve yeniden bugüne gelerek kapitalist sistemi inceler. Üretici güçlerin, kapitalizm aşamasında gelişmesinin doruğuna ulaştıklarında özel mülkiyetin elinde nasıl yıkıcı güçlere dönüşmekte olduğunu tespit eder ve bundan hareketle bir sonraki aşamanın (komünist mülkiyet biçiminin) ön koşullarının tarihsel bir zorunluluk olarak olgunlaşmakta olduğunu görür. “1844 El Yazmaları”ndaki soyutlamaları bu tarihsel-materyalist bakış açısıyla kaleme alır ve takip eden yıllarda kapitalist sistemi ve sermayeyi en küçük birimine kadar incelemeye, hareket yasalarını araştırmaya koyulur. Marks’ın sonraki tüm eserleri, El Yazmalarındaki soyutlamaların (istisnai düzeyde küçük boyutlu değişiklikler dışında) bilimsel açılımını oluşturur.