“Canım, deprem gibi felaketlerde olur böyle şeyler, sonra sönüp gider” diyen “soğukkanlılığına” katılmıyoruz. İhtiyat payını falan bir yana bırakıp, “büyük konuşma” suçlamasına eyvallah diyerek şunu söyleyebiliriz: Bu defa başka
Ankara Deprem Dayanışma Platformu
“Ben Adapazarı depremini yaşadım, ne olduğunu biliyorum. Bir aylık gelirimi depremzedelere göndereceğim, elimden gelen bu” diyor seyyar simitçi. Toplantı yapıp deprem bölgesine tıraş yapmaya gidiyor Kırıkkaleli 30 berber. Ekmek pişiriyor Silopili kadınlar. “Bir şeyler yapmalıyım, evde böyle oturamam” diyen İstanbullu Aycan hanım, depremzedeler için eldiven, çorap, kazak örmeye başlıyor. İki yakın arkadaşı da katılınca sosyal medya hesaplarından gönüllü katılımcıları davet ediyorlar, iki günde 350 kişiye ulaşıyor sayıları. Motokuryeler biten ürünleri ücretsiz ve gönüllü olarak toplanma adresine ileteceklerini yazıyorlar sosyal medya hesaplarına. (bkz. İlmek ilmek dayanışma: 2Yumak 4Bucak – Gaia Dergi’den aktaran Sendika.Org.) Deprem bölgelerine seferber olan sosyalistler ve her görüşten gönüllüler bir yana, memleketin dört bucağına dağılmış binlerce, on binlerce örnekten birkaçı yukarıda andıklarımız. Herkes elinden ne geliyorsa bir şeyler yaparak katılıyor toplumsal dayanışma seferberliğine. Hani severiz ya “bozkırın tutuşması” metaforunu, işte o bozkır kendi yordamı, özgünlükleriyle tutuşmuş yanıyor gözlerimizin önünde. “Canım, deprem gibi felaketlerde olur böyle şeyler, sonra sönüp gider” diyen “soğukkanlılığına” katılmıyoruz. İhtiyat payını falan bir yana bırakıp, “büyük konuşma” suçlamasına eyvallah diyerek şunu söyleyebiliriz: Bu defa başka. Ekonomik, siyasi, toplumsal/ahlaki bir dizi krizin üzerine çöken deprem ve artçı toplumsal-siyasal şokları önümüzdeki birkaç ayda şiddetlenerek yıllar boyunca sürecek. Memleket şubatın altısından yedisine bir gün içinde savaş yıkımına eşdeğer altüst oluş yaşadı. Deprem milattır. İşler kimse için “eskisi gibi” gitmeyecek, fakat ne yönde gideceği yakıcı bir soru işareti olarak ortada duruyor.
Önümüzde duran tarihsel sorumluluk, bu büyük dayanışma seferberliğinin nasıl, hangi araçlar, söylemler, biçimler ve taleplerle örgütleneceğidir.
Selahattin Demirtaş her zamanki berraklığıyla, “sosyal dayanışmayı siyasal dayanışmaya dönüştürmek” olarak tanımladı anın gereğini. Oya Açan, BMG’deki yazısında meclis ve komitelerin altını bir kez daha çizdi, talepleri vurguladı. Ali Ergin Demirhan, Sendika.Org’daki Hatay notlarında “deprem komünizmi” tarifi yaptı somut örneklere dayanarak. (Lenin, toplumsal yarar için gönüllü, rütbesiz ve ücretsiz çalışmanın örneği olan Komünist Cumartesileri, “SSCB’de komünist üretim tarzının ilk embriyonları” olarak niteler; çıkarsız, hesapsız kitapsız dayanışmada komünizan bir damar olduğu açıktır.) Veysi Sarısözen attığı tweetlerle İstanbul depremine hazırlık için “sokak meclisleri” kurmayı önerdi. Bunlar gözümüze çarpanlar. Titiz bir tarama yapsaydık hemen tüm siyasi akımların, aydınların önemlice bir kesiminin benzer önerilerde bulunduğunu görürdük. O halde ne yap(ıl)acağını, ne istediğini bilerek harekete geçmek mecburidir, hem de hiç gecikmeksizin.
Bizatihi talepler örgütleyici rol oynuyor. Dayanışma talebi -kelimenin geniş anlamıyla- eyleme geçmeyi ve örgütlenmeyi koşulluyor: Berberler toplantı yapıp bölgeye gidiyor, üç kadının inisiyatifi iki gün içinde 350 kadının katılımı, yüzlerce motokuryenin desteğiyle genişçe bir ağa dönüşebiliyor. Ustalarımızın sözlerini birazcık esnetirsek, “deprem günleri, kitlelerin normal zamanlarda yirmi yılda aldığı yolu birkaç güne sığdırıyor”; tabii ki -devrim günlerinin değil- depremin yarattığı toplumsal sarsıntı ve krize özgü biçimler ve kümelenmelerle.
Toplumsal çığlık ve seferberliğin taleplerini üç başlık altında toplamak mümkün: 1) suçlularla -sadece birkaç müteahhitle değil, tepeden tırnağa tüm sistemle- hesaplaşma ve adalet, 2) toplumsal dayanışmanın daha da genişleyip kurumlaşması, 3) iktidar çeperindeki vurguncu burjuvazi, bankalar ve tekelleri yüksek oranda vergilendirmeden başlayarak kamu kaynaklarının depremin yaralarını sarmaya harcanması, tek sözcükle kamucu bir toplumsal-siyasal yapılanmaya doğru ilerleme; ki bunun içine mimar mühendis odalarının, jeologların, deprem bilimcilerin önerilerini sermayenin vurguncu taleplerinin üstünde tutmak da girer. Ezcümle sermayenin, devletin, Saray ve şürekasının insanlık-toplumsallık dışı bencil, dar çıkarları değil, kamuculuk. Üç başlık altında toplanabilecek olan talepler hem dağınık ve kristalize olmamış biçimde -siyasi görüş farklılıklarından bağımsız- milyonlarca insanın talebidir hem de etkili örgütlenme pratiklerinde cisimleşecek örnekler çığ gibi yuvarlanarak arkasında güçlü bir toplumsal destek bulabilecektir; anın gereği olan siyaset budur. Bu halka kavrandığında -kelimenin geniş/esnek anlamıyla- kamucu bir siyasal/toplumsal hareketin manivelası olacaktır; ki bu, halktan kopmuş, asalak, zorba Saray rejimini köşeye sıkıştırmakla kalmayacak, Millet İttifakı’nı da -asıl olarak CHP’yi- başka bir eksende “hizalanmaya” zorlayacaktır. Asıl kazanım bizatihi halkın örgütlü gücünün somut bir varlığa kavuşması olacaktır -eğer kök salabilirse. Halkın iktidardan ya da yerine gelecek olandan bağımsız bir güç olarak siyasal süreçler üzerinde -nesnel olarak devrimci- basınç oluşturmasını; tek cümleyle işçi, emekçi, ezilenlerin bağımsız/etkili bir siyasal odak olarak sahneye çıkmasını sağlayacaktır: Bu devrim değildir ama devrimsel gelişmeye eşdeğerdir.
Kriz anlarında uzun süredir uyuklamakta olan toplumsal güçler hareketlenir ve gidişata kendi cephelerinden müdahale etme arayışına girer. Örneğin 1905’te Petersburg ve Moskova’da birbirinden bağımsız süren (esasen ekonomik taleplerle başlayan) grevleri kent çapında birleşik-koordineli bir harekete dönüştürme çabası Çarlık Rusya’sında Sovyet tipi örgütlenmenin temellerini attı. Kısaca her fabrikanın işçilerinin seçtiği -ve onlara hesap vermek mecburiyetinde olan- temsilciler Petersburg ve Moskova Sovyetlerini oluşturdu. Kent çapında farklı işkolları ve işletmelerde süren grevlerin tek bir çatı altında toplanması, muhatabı tek tek patronlar olmaktan çıkarıp siyasi iktidar haline getirir ve artık karşılarında mahalle karakolunu değil, bütün azametiyle devleti bulurlar. Bu çapta bir hareket, dar ekonomik talepler sınırlarını çiğneyip geçer, politik bir hüviyete bürünür. Çarlığın 1905’te Japonya karşısında aldığı yenilgi ile kriz – kitle/işçi inisiyatifi – devrim dinamiklerinin zamandaş olması tesadüf değildir. Büyük kriz anlarında basit kitle inisiyatifleri dahi hızla politize ve radikalize olmaya meyyaldir. Zaten devlet(ler) de karşı hamlelerini bunu bilerek yaparlar; “Çar babalarından” merhamet istemeye giden işçilerin mitralyözle taranması gibi. (Kanlı Pazar katliamı.) I. Dünya Savaşı’nın sonunda dayanılmaz boyutlara ulaşan kriz anında, Şubat 1917’de, 1905 Sovyet tecrübesi birdenbire canlandı, sonrasında olanlar biliniyor.
1975 Managua depreminin yarattığı kriz ise -dört yıl sonra- Nikaragua Devrimi’yle sonuçlandı.
Halk iradesinin cisimleşmiş ifadesi olan Sovyet/meclis/şura türü yapılar nasıl inşa edilebilir ve sosyalistler bu yapılarla nasıl ilişkilenebilirler? Depremin yarattığı kriz kitleleri kendiliğinden inisiyatif almaya ve dayanışma seferberliğine itti. Çünkü Saray rejiminin depremin yıkıcılığındaki payına dair farkındalık, daha da önemlisi koskoca devlet aygıtının felç olması, kitle inisiyatifinin temel tetikleyicileridir, sosyalistlerin ileri fırlaması da teşvik edici rol oynadı. Süleyman Soylu’nun “devlete eş koşturmayız” tehdidinin altında hem devletin felç olmuşluğunun itirafı hem de kitlelerin, sosyalistlerin (hatta muhalif belediyelerin) aldığı inisiyatiften ürküntü vardır. Bu dağınık hareketin birleşik bir örgütlülüğe kavuşması kâbusları olacaktır. Çünkü böylesine güçlü bir yapı-irade, sahneye çıktığı andan itibaren mevcut siyasi denklemleri altüst edecek, devlet dışı dayanışma hareketinin etkisini üst noktaya sıçratacak, Saray’ı şu veya bu tedbiri almaya zorlayacak, muhalefeti kedisiyle hizalanmaya itekleyecektir.
Devrim, işçi, emekçi, ezilen kitlelerin eseri olacaktır. Fakat bu, sadece “an”a ilişkin bir tespit olabilir mi? Peki ya tüm bir sürece, on yıllara yayılan politika kimin eseri olacaktır? Cevap sorunun içinde. Burjuva politika emekçileri, sırtına basıp yükseleceği, sonra da kenara iteceği bir nesne olarak ele alır; komünist politika ise kitleleri kendi kaderlerinin yapıcısı haline getirmek, özneleştirmek zorundadır. Bu tip tecrübelerden geçmeyen -yani “kurtarılan”- kitleler ne siyasi bakımdan dönüşüp olgunlaşabilir ne de iktidarı alıp sınıfsız sömürüsüz toplumun örgütlenmesine girişebilir. Komünistlerin politik felsefesinin -her şeye, her adıma damgasını vurması gereken- temeli budur. Öte yandan Lenin, “hiçbir partinin politik uyanış-hareketlenme sürecinde olan on milyonların istek ve özlemlerini, hareketlerinin alacağı somut biçimleri tahayyül edemeyeceğini” söyler. (Mealen aktarıyoruz.) O halde kitlelerin öz örgütlülüklerini teşvik etmek, bu yapılar içinde kitlelerle karşılıklı öğrenmeye dayalı bir etkileşim içinde olmak, siyaseti, örgüt ve öncülüğü bu zeminden inşa etmek salt siyaset felsefemizin değil; somut, yakıcı politik ihtiyaçların gereğidir esasen. Geniş kitleleri kucaklayan örgütlenmeler doğası gereği demokratik ve katılımcı olmak, karar alma, uygulama ve denetleme süreçlerini kendinde cisimleştirmek zorundadır. Lenin’in “Sovyet iktidarı en demokratik burjuva cumhuriyetinden bin kat daha demokratiktir” tespiti sadece iktidar sonrasında değil, tüm devrim sürecinde geçerlidir. Bahse konu örgütlenmeler işçi-emekçi kitlelerin enerji, inisiyatif ve yaratıcılıklarını bin kat artıracaktır. Ve bu salt kitlelerin siyasi bakımdan bilinçlenmesini değil, onu da içeren muazzam bir kuvvet yaratacaktır.
Büyük kalabalıklar söz konusu ise temsiliyete başvurulabilir; o da ayrıcalıksız, rütbesiz, hesap verebilir, geri çağırılabilir türden olabilir ancak. Lenin neden “Bütün iktidar Sovyetlere” dedi de, Bolşeviklere demedi? Leninist/komünist öncülük anlayışının kilit taşıdır bu anlayış. Çünkü işçi-emekçiler sırtına basılıp yükselinecek bir nesne değildir, politika küçük grupların oyunu değildir (“Adına layık politika milyonların hareketi üzerinde yükselir”/Lenin), devrim ise komplo değildir. Kitleler Sovyet’e/meclise/komiteye siyasi görüş esasına göre değil, yakıcı talepleri temelinde katılırlar, yani her görüşten emekçi bulunur bu yapılarda. “İşçi sınıfından ayrı çıkarları olmayan komünistler” (Marks), farklarını hem hareketin birlik bütünlüğünü koruyarak sürdürülmesinde hem de kısa vadeli çıkarların ötesine geçen bir ufka ilerletilmesinde “konuştururlar”; komünist öncülük anlayışının esası budur. Heterojen siyasal eğilimlere sahip kitleler bir yana, soldan çok sayıda akım da doğal olarak katılacaktır emekçilerin öz örgütlülüklerine. Kaosa, negatif anlamda anarşiye, dağılmaya yol açmadan nasıl ilerlenecek? Soru yakıcıdır. Bu yapılar kısır polemiklerin, “ideoloji yarıştırmanın”, dar grupçu hesapların, faydacılığın, dağıtıcı rekabetin arenası değildir, eğer böyle olurlarsa dağılma, sönümlenme kaçınılmazdır. Bolşevikler Sovyet bünyesinde Menşeviklerle, SR’lerle, Anarşistlerle ideoloji-teori yarıştırmadı, anın gereği olan talep ve eylemlere harcadılar enerjilerini. O eşikte halkın yakıcı talepleri olan “Barış, toprak ve özgürlük” şiarını yükselttiler, teori ve ideolojinin ince ayrıntılarında Menşeviklerle vd. ile nerede ayrıştıklarını tartışmadılar. Keza diğerleri de öyle; kimi savaş sürmeli dedi, kimi burjuva hükümete katılalım ya da destekleyelim, kimi de köylülerin topraklara el koymasına, malikaneleri yakmasına karşı çıktı; ezcümle politika bu somut, spesifik eksenlerde şekillendi. Ve fakat anın yakıcı taleplerini tutarlıkla savunmak Bolşevikleri çığ gibi büyüttü, Sovyetlerde azınlık olmaktan çıkıp çoğunluğa dönüştüler birkaç ay içinde. Soyut bir sosyalizm propagandasının semtine bile uğramadılar -tabii ki komünist oldukları biliniyordu- ve fakat “toprak, barış, özgürlük” talebinin sosyalist devrim dışında hiçbir çözümünün olmadığı, diğer akımların söz konusu talepleri karşılayamayacakları kısa sürede anlaşıldı; 1917 Ekim Devrimi böyle gerçekleşti. Süreçte soyut ideoloji yarışı darlık-çiğlikleri yoktu, fakat ideoloji ve teoriler deyim uygunsa sürecin her anına sinmişti. Bunu masada duran bir bardak suya benzetebiliriz; içmeden şekerli mi tuzlu mu olduğunu anlayamazsınız. İçtiğinizde -eylem halinde diyelim- şekerli değil de tuzlu ise, suya/sürece şu veya bu ideolojinin/akımın rengini verdiğini, damgasını vurduğunu anlayabilirsiniz ancak. Sonuç olarak Sovyetler, köylü müttefiklerine önderlik eden işçi sınıfının iktidarı oldu -en azından başlangıçta- ve tüm sürece Bolşeviklerin politikaları damgasını vurdu, ideoloji/teorileri (politik eylemin dolayımından geçerek) rengini verdi; öncülük budur, bayrak yarıştırma çiğliği-kısırlığı değil. Grev metaforuyla basitleştirilerek anlatılabiliriz mevzuyu; greve katılacak işçinin politik görüşüne bakılmaz, farklı siyasi akımlar da ideoloji yarıştırarak greve öncülük edemez; en fazlasından grev-direniş sürecinde hangi yol yöntemlerin izleneceğine dair olumlu ve hareketi dağıtmayıp güçlendiren bir yarış olabilir. Ve yine sürece hangi anlayışın damgasını vurduğu, sudaki şeker misali olayların akışında kristalize olur. Eh, bir dizi ardışık sürecin sonunda kitleler deneye-sınaya bir akımın bayrağını eline alıyorsa, öncülük o akıma helali hoş olsun; terslik ne kelime, doğrusu budur.
Anlatılanlardan sosyalistlerin meclis vb. türü yapılarda “kimliklerini gizlemeleri” gerektiği sonucu çıkmaz, siyaset, propaganda/ajitasyon, örgütlenme “yasakları” hiç çıkmaz; siyaseti nasıl yapacağımıza dair Türkiye’de pek alışkın olmadığımız farklı bir yordam çıkar. Birden çok bayrağın (akımların) bulunduğu her zeminde neden yıkıcı, çiğ rekabet, küçük hesaplar ortamı istila etsin? Bayraklarımız pekâlâ dayanışma, eşgüdüm ve kolektif iradeyi güçlendiren, güven veren, kitleleri dağıtmayıp birleştiren zenginliğimizin ifadeleri de olabilirler ve olmalılar; bu defa başarmak zorundayız.
Bin tane şerh düşülebilir, hepsine de katılırız: Burjuva önderlik, Osmanlı askeri bürokrasisinin bir kanadına dayanma, İttihat Terakki kalıntısı Karakol teşkilatının rolü, yerel kongrelerde temsiliyetin ayan-eşraf takımından oluşması vb. Ve fakat Kemalistler türünden bir burjuva hareket dahi öncülüğünü, meşruiyetini ve toplumsal desteğini yerel kongrelerde aramak zorunda kalmıştır. Ve bu gelişkin bir örgütlenme ve siyaset kabiliyetinin delaletidir. İçi boşaltılmış da olsa meşruiyeti “millet iradesine” dayandırmanın kuşkusuz 1876’dan beri gündemde olan Osmanlı parlamenter geleneğine uzanan kökleri vardır, fakat o günlerde dünyayı altüst etmekte olan Sovyet tecrübesinden -burjuva önderliğin meşrebine uygun bir yorumla- esinlenmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Yerel kongreler sayesinde Büyük Millet Meclisi’ni (BMM) kurarak yasa/kural koyucu gücü olan birleşik bir hareket yaratabildiler. Ve bu sayede salt işgalci Yunan ordusuna karşı mücadele iradesi/gücü yaratmakla kalmadılar, İstanbul’daki saltanata karşı alternatif bir iktidar odağına da dönüştüler. Kuşkusuz elde ettikleri meşruiyeti süreçte güçlendikçe yerli Rumlara, Ermenilere, Koçgiri’de Kürt-Alevilere, Çerkez Ethem birliklerine, Komünistlere karşı da kullandılar. Bunlar burjuva liderliğin doğasına uygundur ve halkı hızla geriye iterek paylaşılmayan diktatoryal bir iktidarın yolunu açmıştır. Fakat şimdi mevzumuz bu değil. Burada altı çizilecek olan hususlar, bir burjuva akımın dahi -ki ellerinde Osmanlı ordusundan arta kalan bir askeri kuvvet de vardır- “çıplak halde” öncülüğe soyunmaması, toplumsal destek-meşruiyet araması, öncülüğünü doğrudan değil kongreler dolayımıyla inşa etmesi, esnek ittifaklara girişmesi ve kendi cephesinden politik-askeri liderliğin hakkını vermesidir.
Kürt özgürlük hareketi de bilhassa milyonlara nüfuz ettiği eşikten itibaren benzer espriden -kuşkusuz halkçı ve ulusal demokratik eksende- hareket etmiştir, bir bakıma kaçınılmazdır bu; çünkü milyonların hareketi başka türlü yönetilemez. Öcalan’ın, “bizim hareketimiz sürekli toplantı halinde olan bir kongre(ler) hareketidir” demesi sebepsiz değildir. (Mealen aktarıyoruz.)
Çok daha zayıf güçlere dayanan, fakat verili anda milyonları hareketlendiren toplumsal dayanışma inisiyatifinin potansiyelleri ile rezonansa geçme (nesnel) koşullarına sahip olan sosyalistler “çıplak halde” ileriye atılabilirler mi, tutar mı bu? (Nesnel imkanların diğer yönü de Saray rejiminin çürümüşlüğü, teşhir olmuşluğudur.) Hayır. Anın gereklerine, mevcut kitle kaynaşmasının özelliklerine uygun manivelalara, dolayımlara, geniş dayanışma hareketinin örgütsel-siyasal birlik/bütünlüğe kavuşacağı yapılara önayak olmaya, politik çizgi(leri)mizi kitlelerin somut talepleri ekseninde yürütülecek mücadeleler üzerinden ifade etmeye ve her türden grupçu darlık/rekabetten uzak -sudaki şeker misali- bir öncülük yordamına ihtiyacımız var bugün.
Hareketin, meclislerin, komite ve inisiyatiflerin hangi somut biçimlerde gelişeceğini (ya da gerekli adımlar atılmazsa sönümleneceğini, burjuva muhalefete yedekleneceğini vb.) kestirmek zor. Sadece tayin edici unsura vurgu yapabiliriz: Kuşkusuz kolektif akılla zenginleştirilebilir, fakat sosyalistlerin yukarıda tariflenen türden meclisler, komiteler kurma, demokratik işleyişlerini sağlama ve taleplerde (demokratik ya da sosyalist devrim talepleri değil, anın yakıcı/somut talepleri) ortaklaşma temelinde birleşik sosyalist iradeyi inşa ederek kitlelere yönelmeleri (moda tabirle “sahaya gitmeleri”) sürecin gidişatında belirleyici olacaktır. (İyi örgütlenmiş, temsil gücü tam bir toplantıyla, bir günde karar altına alınabilir sosyalist birleşik irade.) Sosyalistlerin öncelikle birleşik/kolektif bir “harekât planında” karar kılmaları gerekiyor. Birleşik irade/eşgüdüm sağlandığı andan itibaren fabrikalarda, semtlerde, okullarda, hastane ve bürolarda, bulunduğumuz her yerde yüzlerce toplantı örgütlenmeli ve kitlelerle karşılıklı etkileşim temelinde talepleri (alana özgü de olabilir, genel de), hareket ve mücadele yöntemlerini tam da o zeminlerden, meclis/komite/inisiyatiflerlerden üretmek ve tabii şu veya bu grup adına değil, meclis adına, meclisin kolektif kararları-eylemleriyle “konuşmak” gerekiyor. Zaten bu yönde adımlar atılmaya başlandı. Ankara’da çeşitli meslek odaları, barolar, bazı sendikalar bir dayanışma inisiyatifi kurdu, Hatay’da da sosyalistlerin koordinasyon toplantıları yaptığı biliniyor. Şimdi bunları yaygınlaştırma, yetkinleştirme ve birleştirme zamanıdır. Bir de somut şu veya bu talebi kitle inisiyatifine, meclis ve komitelere dayanarak koparıp alan esinleyici örneklere şiddetle ihtiyaç var. Bunların “alternatifi”, her akımın kendi başına didinip durması -kuşkusuz her adım değerlidir ama yeterli değildir-, tanınır, görünür olması, üç taraftara beş taraftar eklemesi vb. olamaz; bu alışıldık eski tarzda ısrar, süreci hiç anlamamaktır.
Zaman, zemin uygundur; buzu kırıp yolu açabiliriz!
Sürecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.