“Filmde kendimden söz edilmesini istememiştim, çünkü bizim firarımız kolektif ve örgütsel bir firardı, ama film işin macera yönünü öne çıkarmıştı”
“Pretoria’dan kaçış”ı beş kez izledim; izlediğim her sefer yeni bir şey daha öğrendim. Gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenmişti film. Üç anti-apartheid militanının Pretoria Cezaevi’nden kaçışını anlatıyordu.
Başarılı bir kurguydu; kendisini Harry Potter filmlerinden tanıdığımız Daniel Radcliffe’in başrolünü oynadığı film, 1979 yılında Pretoria Cezaevi’nden kaçan üç militanın hikayesini anlatıyordu. Konu oldukça ilgi çekiciydi, çünkü kaçaklar, cezaevinin dış kapısı dışında, tüm kapılarını, tahtadan imal ettikleri anahtarlarla açarak Pretoria Cezaevi’nden kaçmışlardı.
Uykuda gibiydim, geceler boyu tahta anahtarların nasıl kırılmadan kapıları açtığını, Tim ve arkadaşlarının malzeme deposunda saklanırken, bağırsaklarındaki gazların sıkıştırmasıyla, az kalsın malzeme deposuna dalacak olan gardiyanı nasıl ekarte ettiklerini düşünerek uykuya dalıyordum.
Tim Jenkin ve Stephen Lee dışında, filmde, başıbozuk (Alex bu deyimi çok sevecek) bir üçüncü kişi vardı. Yunanlı bu deli dolu çocuk, Tim ve Stephen’e her türlü kaçışa hazır olduğunu söylemişti. Kimdi bu kara kuru başıbozuk Yunanlı?
Tim Jenkin, Alexander Moumbaris ve Stephen Lee
Alexander’ın milliyetini araştırmaya gerek var mı, bilemiyorum. Yunanlı bir anne babadan, Mısır’da doğan Alexander daha sonra ailesiyle Avustralya’ya göç eder. Yunanistan’ı ziyaret ettiği bir esnada, aslen İngiltere’de yaşayan ve daha sonra hayat arkadaşı olan, Marie-Jose ile tanışır, İngiltere’ye yerleşirler, burada komünist hareketle tanışır ve yetmişli yılların başında Güney Afrika Apartheid rejimine karşı savaşmak için görevli olarak gider.
Bir süre sonra tutuklanır ve Pretoria Cezaevi’nin Avrupalıların hapsedildiği bir bölümüne konur. Güney Afrika vatandaşı olmayan tek beyazdır Alex ve Sean Hosey ile cezaevinin siyasi mahkûmlarını oluştururlar. Sekiz yıl yatar cezaevinde. Tim ve Steve ile tahta anahtarlarla, kapılarını açtıkları cezaevinden kaçar.
Altı ay önce Alex’in Fransa’da Normandiya bölgesinde yaşadığını öğrendiğimde yerimde duramıyordum. Bir an önce konuşmalıydım kendisiyle. Nasıl kaçmıştı, sonra ne oldu, şimdi nasıl yaşıyordu. Sonuçta Ekim 2022’nin son günlerinde görüşebildik kendisiyle.
Yaşını sordum, espri yaparak söylemek istemedi; sonra seksen üç yaşında olduğunu belirtti “o muazzam yaşam karşısında, yaşın ne önemi var ki” demek istiyordu adeta. Bu duygusunu belki en çok anlayanlardan biriydim. Alex hep o günü, yedinci kapıyı kırdığı günü yaşıyordu. Zaman adeta, o gün Pretoria’da Alex’in cezaevinin son kapısını kırdığına kilitlenmişti. Aynı duyguyu yıllar önce Henri Alleg’in gözlerinde görmüştüm; Paris’te düzenlenen bir konferansın konuşmacıları arasında bulunan Henri Alleg ile, kuliste, kısa da olsa, baş başa kalma fırsatını yakalamıştım. Cezayir savaşı esnasında, savaş karşıtı komünist bir militan olan Henri Alleg, Fransız askerleri tarafından günlerce en ağır işkenceye çekilmiş, bu işkenceleri “Sorgu” adlı kitabıyla dünya kamuoyuna duyuran Alleg, daha sonra, tedavi için getirildiği hastahaneden kaçmış ve mücadelesini dışarıda sürdürmüştü. Paris’teki o konuşma esnasında, Henri Alleg kaçış anlarını anlatırken, gözeri ışıl ışıl olmuş, tüm benliğiyle o ana dönmüştü.
Henri ve Alex, her ikisinin de zihnini berrak tutan en önemli olgulardan biriydi bu.
“Filmde kendimden söz edilmesini istememiştim, çünkü bizim firarımız kolektif ve örgütsel bir firardı, ama film işin macera yönünü öne çıkarmıştı.”
Tam bu noktada, konuşmayı keserek arkada bir odaya gider; kısa bir süre sonra geri döndüğünde, elinde kırmızı ciltli, A4 boyutlarına yakın, daktilo ile yazılmış bir defterle döner.
Tamamıyla tarihi bir belge olan defterde Pretoria Cezaevi’nden kaçışın tüm ayrıntıları var. Alex, bu defterin komünist partisine verilmek üzere hazırlanan rapor olduğunu anlatıyor. Daktilo ile yazıldıktan sonra, sayfaların ciltlendiğini fark ediyorum. Bazı sayfalarda yaptıkları aletlerin ve cezaevinin şemaları var. Oldukça düzgün çizilmiş şemalar bunlar. Hazine değerinde bir belge bu. İkinci bir dosyada ise gazete kupürleri ve daha bir dizi belge bulunuyor.
Soldan sağa: Tamer Başkan, Alexander Moumbaris ve Feridun Berkin (29 Ekim 2022)
En çok on mahkûm bir araya gelebiliyordu Pretoria Cezaevi’nin Avrupalı mahkûmlara ayrılmış olan bölümünde.
Gardiyanların nezdinde disipline gelmeyen bir mahkûm gözüyle bakılan Alex, cezaevinden kaçış komitesinin üyelerinden biridir artık.
Alex’e sordum: “Kaçışı hiç korkmadan herkese açtınız mı?”
“Elbette” dedi Alex. Sonra biraz düşündü. On kişiydik, herkes işin içindeydi.
Sonra bitmez tükenmez tartışmalar yaşanır, tereddütler ortaya çıkar, geri çekilmeler olur. Cezaevindeki tüm militanların kaçmasını istiyordu Alex ve arkadaşları, ama katılım gittikçe azalır; sonuçta firar üç kişinin omuzlarına düşer: Alex, Tim, Stephen.
Cezaevinde zaman mahkûmdan yana işler; parmaklığı kesmek için süren yoktur. On gün, yirmi gün, bir ay… Tünel kazarsın, dişinle, tırnağınla, yıllar sürer.
Alex ve arkadaşlarının önünde de zaman engeli yoktu tahta anahtarlar yapmak için. Beş yıl, on yıl, yirmi yıl…
“Tahtaların ilk yontumunu ben yapıyordum, Tim ise ince işini yapıyordu anahtarların. Marangozhanede tahtayı ilk işleyendi Alex, sonra o ilk yontuyu Tim inceltiyordu.
“Sık sık konuşmasını kesiyor, boşlukta bir yere bakarken, derinden gelen bir sesle, parmaklarını sayıyordu; kapıları mı, anahtarları mı sayıyordu: bir, iki, üç… Belki de kırdığı en son kapıyı düşünüyordu. Kendimizi olayın büyüsüne öylesine kaptırmıştık ki, soru sormaya bile cesaret edemiyorduk; sanki bir tek sözümüz gardiyanları uyandıracak, firar suya düşecekti.”
***
Alex, Tim ve Stephen dünyanın en zor işini yaparlar, kilitlerin deliklerini inceleyerek anahtar imal ederler, ellerindeki ilkel olanaklarla kilit deliklerinin anatomisini kâğıda döker, sonra, oldukça sert tahtadan anahtarları imal ederler.
***
Hücrelerin kapısı dışarıdan açılıyordu. İçeride anahtarın girebileceği bir delik yoktu. Kapının hemen yanında bulunan parmaklıktan dışarıyı görebiliyorlardı. Süpürge sapıyla imal ettikleri bir mekanizmayla hücreyi içeriden açarlar.
Hücre kapısını açtıktan sonra, geriye altı kapı daha kalıyordu. Bunların beşi cezaevinin iç kapılarıydı, altıncısı ise, en son kapı, cezaevinin dışarıya açılan kapısıydı. Anahtarını yapamadıkları tek kapı buydu.
Firar gecesi, sabaha karşı, tüm kapıları da tek tek açarak en son kapıya ulaşırlar. Kapıdaki göz deliğinden dışarısını görebilmektedirler. Kimse yoktur kapının öteki tarafında. İçerideki gardiyan ise, bulundukları yerden oldukça uzakta bulunmaktadır.
Ellerindeki tüm anahtarları denerler, hiçbirisi açmaz kapıyı. Bunun üzerine Alex, bir marangoz keskisiyle kapının kilidi tutan ahşap çerçevesini kırmaya başlar. “Yirmi dakikada kırdım o parçayı” der Alex.
Dışarı çıkar çıkmaz uzaklaşırlar cezaevinden. Bir taksiyle Johannesburg’a gitmeye karar verirler. Ellerinde, yıllar boyu her türlü zorluğa karşın saklayabildikleri, azınsanmayacak miktarda bir para vardır ama bu yıllanmış paranın hala tedavülde olup olmadığından emin değillerdir. Firari bir mahkûmun en büyük sorunlarından birisidir bu. Elindeki para hala geçerli midir; ekmek kaç paradır, dolmuş kaç paradır. Yıllar boyu para ile ilişkisi olmayan bir kişi için en önemli sorunlardan biridir bu, zira bu bilgisizliği onu her an için ele verebilir.
Neyse ki, Alex, Tim ve Stephen’in şansları yaver gitmiş, ellerindeki paralar daha tedavülden kalkmamıştı.
Bir an önce bölgeden uzaklaşma içgüdüsüyle bir taksi tutmak isterler, siyah bir taksiciyle pazarlık ederler. Taksici, önce beyazları kabul etmek istemese de uzatılan banknotların rengini görünce, bu üç garip vatandaşı taksisine kabul eder.
İstikamet Pretoria ve Johanesburg arasında bulunan Jan Smuts havaalanıdır. “Şimdiki aklım olsaydı, taksiciye hemen sınıra çek derdim” dedi Alex.
Firari mahkûmun en büyük handikapı kaçış değil, kaçıştan sonrasıdır. Yıllar boyu, en ince hesaplarla kaçışını planlar, milimetrik hesaplar yapar; en küçük yanılma payını ortadan kaldırır, zira alanının patronudur. Ne gardiyan ne de herhangi bir yetkili onun kadar hakimdir olaya; ama cezaevinden çıktıktan sonra, sudan çıkmış balığa döner firari; çünkü olayın patronu artık kendisi değildir. Birkaç gün adaptasyon dönemi yaşar. Hayatı ince bir pamuk ipliğine bağlıdır. Bütün mesele bu dönemi atlatmaktır.
İşte bu nedenle Alex’in şimdiki aklı çalışmaz kaçış esnasında. Kafasında tek şey vardır: “Cezaevi çevresinden uzaklaşmak.”
Yolda Stephen, kendi başının çaresine bakmak istediğini söyleyerek gruptan ayrılır. Alex ve Tim, taksiyi terk ettikten sonra Johannesburg istikametine doğru yola koyulurlar: Önce bir otobüse binerler, daha sonra trenle devam ederler yollarına; hedeflerine az bir mesafe kala, demiryolunun hava koşulları nedeniyle kapanmış olduğunu öğrenirler.
Yolun bundan sonraki bölümünü yaya devam ederler. Acılıdır, zorludur bu yürüyüş.
Saatler boyu, bir çemberin içinde dönercesine, bir girdaba kapılmışçasına yürüyor, dönüyor, dönüyordu. Mümkün değildi girdaptan kurtulmak, akvaryumdaki bir kırmızı balık misali fütursuz ve umarsızca dönüyordu. Direnmek, girdaptan kurtulmak, girdabın dışına çıkmak istiyordu ama bilinmezlikti daha ötesi.
Oldukça yorgun düşmüşlerdir, otostop yapmaya karar verirler. Alex, Afrikaanca bilmese de, Tim bu dili çok güzel konuşur; ayrıca beyazlar arası bir dayanışma vardır ve bir beyaz alır onları arabasına ve gideceği yere kadar götürür onları; ama Alex ve Tim’in yolu daha uzundur. Otostopla yola devam etmek isterlerse de, kimse, üstü başı perişan bu iki kişiyi arabasına almaya yanaşmaz.
Aklına şeytani bir fikir gelir Alex’in. 10 randlık bir banknotu iki eliyle açarak, gelen arabaların karşısına çıkar ve bir kamyon şoförü bu gösteriye dayanamaz ve iki firariyi kamyonuna alır. Gidecekleri yolu söylerler şoföre ve şoför onları gidecekleri istikamete 50 randa bırakmayı kabul eder. Şans bu ya, kamyonun iki lastiği patlar; şoföre elli papeli verirler ve yola koyulurlar, ama bu kez tufan misali bir yağmura yakalanırlar. Sonuçta bizim iki kafadar önce Swaziland’a oradan da Tanzanya’ya geçer.
***
Tim ve Stephen halen Güney Afrika’da yaşıyorlar. Alexander Fransa’da, ancak Güney Afrika adeta bedenine sinmiş.
Bütün bunlara karşın Alex, uğruna savaştığı ANC (Afrika Ulusal Kongresi) rejimini bir türlü affedemiyor; zira altmışlı yıllarda ırkçı rejimin başbakanı Hendrik Verwoerd’e yaptığı suikasttan dolayı ömür boyu hapse mahkum edilen Yunanlı anti-apartheid militanı Dimitri Stafendis, Mandela’nın iktidarı beyazlardan devralmasından sonra da serbest bırakılmamış, aynı koşullarda cezaevinde tutulmuş ve 1999 yılında, cezaevinde yaşamını yitirmiştir.
Alex’in elindeki Dimitri’nin tek fotoğrafı
Akşam oldu. Eve dönüyorum. Yaklaşık ikiyüzelli kilometre yolum var. Arabayı kullanmıyorum sanki. Alex ve Tim bu mesafeyi yürümüşlerdi. Kafam alabildiğine yorgun.
Ertesi gün Alex’in mailleriyle adeta bombardımana uğruyorum. Yıllar sonra, Güney Afrika’da, cezaevi tadilattayken kendi hücresinin fotoğraflarını çekmiş.
Alex’in hücresinin bugünkü hali
Alex en son bir e-mail daha gönderdi:
“Cezaevinde istediğimiz müziği dinleyebiliyorduk. Kaçtığımız gün, Çaykovski’nin Leningrad 7’nci senfonisini programladık. Biz kaçtığımızda o çalmaya devam ediyordu.”
Bu yazıyı yazarken ben de Çaykovski dinliyorum.
Selam olsun sana Alexander Mounbaris!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.