Faşist iktidar koalisyonu, geçmiş isyanlardan tecrübe ettikleri ile mevcut muhalefet örgütlerini ya da muhalif figürleri etkisizleştirecek, örgüt ve örgütçü ile geniş kitleler arasına duvarlar örecek toplam bir kuşatma tekniği üretmiştir. Yapılması gereken kuşatmanın kuşatılmasıdır. Bu da neoliberal çöküntüye ve faşizme karşı toplumsal hayatın kılcallarına yayılan direniş eğilimlerini örgütlemeyi esas alan bir mevzilenmeyi gerektirir
Fotoğraf: Yasin Akgül (AFP/BBC)
25 Kasım günü İstanbul’da Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü eylemlerini engelleme gerekçesiyle bir tür “isyan bastırma” tatbikatı yapıldı. Öncesinde Beyoğlu Kaymakamlığı eylem yasağı ilan etmiş, İstanbul Valiliği ise 13 Kasım’da yaşanan bombalı saldırıyı gerekçe göstererek benzeri olmayan bir kararla “İstiklal Caddesi’nde sosyal, kültürel ve ticari etkinlikler düzenlenmesine izin verilmeyecektir” diye bir genel emir[1] yayımlamıştı. O gün Gezi Parkı’ndan Cihangir’e, Tophane’den Karaköy’e, Şişhane’den Taksim’e koca bir alan polis bariyerleri ile adeta kafese alındı. Taksim ve Şişhane metro istasyonları kapatıldı, trafik engellendi, istisnasız bütün sokak başları polislerle tutuldu, mesai saati sonrasında ise ancak çember içinde kalan bir bölgede ikametgâhı olduğunu belgeleyebilenler sokaklardan içeri giriş yapabildi. Metal bariyerlerden oluşan büyük çember, dışarıdan da çevik kuvvet ve sivil polislerden oluşan bir ordu ile sarılmıştı. Ablukaya alınan alan içinde ve çevresinde “özel tim” üniformalı polisler, zırhlı araçlar, ambulanslar, çekici araçlar da vardı. Her şeye rağmen buluşma yeri olan Tünel Meydanı çevresinde kadınların ve LGBTİ+’ların sesi yükseldi. Ne var ki bu engelleri aşma iradesi, binlerce kişinin katıldığı görkemli kadın eylemlerindeki kitle seferberliğini gerçekleştirememe pahasına ortaya kondu. Yaklaşık 200 kadın farklı noktalarda gerçekleştirebildikleri eylemlerde polis çemberine alınıp, gazeteciler de görüntü alamayacakları bir mesafeye itildikten sonra işkence edilerek gözaltına alındı.
O gün tanık olduklarımızın 1 Mayıs’larda, 8 Mart’larda, Onur Yürüyüşlerinde görmeye alıştığımız yasak, engelleme ve abluka uygulamalarının bir benzeri olduğu ileri sürülebilir. Ancak sokağa çıkan eylemcilerin sayısı ve eylem biçimleri ile alınan tedbirlerin orantısızlığını ülkenin içinden geçtiği kriz atmosferi ile birlikte düşündüğümüzde, alışılageldiğin ötesinde bir durumla karşı karşıya olduğumuz görülecektir. Tanık olduğumuz kuşatmayı, her şeye rağmen sokağa çıkma iradesi gösteren eylemcileri bastırma çabasının ötesinde, hoşnutsuzluğunu yeni bir isyan potansiyeli olarak kendi gündelik deneyiminin içinde büyüten geniş yığınlara yönelik uzun erimli bir “isyan bastırma” stratejisinin sokaktaki ifadesi olarak ele almalıyız.
İstiklal Caddesi’ndeki 13 Kasım saldırısı, devamında gelen savaş durumu ve büyük para girişi müjdeleriyle sunulan uluslararası anlaşmalar dâhil olmak üzere son dönemde tanık olduğumuz bütün gelişmeleri, AKP liderliğindeki iktidar koalisyonunun seçimlere yönelik mükemmel kurgusu olarak gösteren akıl perdesini araladığımızda mükemmel kurgulara izin vermeyen derin bir kriz hali ile karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha idrak edeceğiz.
“Bir bombalı saldırı organize ettiler, bunun sayesinde seçim kampanyası için savaş başlattılar, seçim sürecinde gerekli olan parayı da buldular; böylece sokağı sindirir, muhalefeti böler, kitlelerin rızasını da yeniden elde ederler…” Öyle mi? Hayır!
Türkiye’nin kalbinde, İçişleri Bakanı’nı hazırlıksız yakalayan, devamında iktidar koalisyonu içindeki farklı odakların birbirini boşa düşürmeye giriştiği ve iktidarın halka inandırıcı bir senaryo sunamadığı bir terör saldırısı yaşandı. 2021’in ikinci yarısından beri gündemde olan sınır ötesi harekât, uluslararası konjonktürün imkân vermesi ve egemen sınıflar arası çelişki ve hoşnutsuzlukların tırmanması ile yeniden gündeme alındı ve 13 Kasım saldırısı da bu senaryoya eğreti bir şekilde iliştirildi. Savaş denilen şey seçim kampanyası süresince yayına verilip istendiği zaman yayından kaldırılacak ve her zaman kazandıracak bir reklam filmi değil. Baskı, şiddet ve milliyetçi hamasetin aç karınları doyuramayacağını herkes biliyor. Dünya gıda enflasyonu rekortmenleri listesinde 4. sırada yer alan Türkiye’de, çarşı pazarda görülen fiyatları unutturacak bir sansür mekanizması bulunmuyor. Kiraları düşüren bir TOKİ projesi yok. Okulda açlıktan bayılan çocukları ayıltacak bir kahramanlık öyküsü uydurulamaz. Hastaneden zamanında randevu almayı sağlayan bir gazete manşeti atılamaz. Yeni işten çıkarmalarla büyüyen işsizler ordusunu tatmin edecek ya da insanca yaşamı güvence altına alacak bir asgari ücret zammı gelmeyecek. Ekonomideki enkazı kaldırmak için hayrına gönderilen bir dış borç yok.
Bu kriz halinin yönetilebilmesinin yolu, egemen sınıfları bir arada tutacak baskın çatışmaların devreye sokulması, muhalefetin iktidar tarafından belirlenen sınırlar içinde tutulması ve kitlelerin hoşnutsuzluklarını ifade etmesinin engellenmesidir. Faşist iktidar koalisyonu da bu bağlamda, geçmiş isyanlardan tecrübe ettikleri ile mevcut muhalefet örgütlerini ya da muhalif figürleri etkisizleştirecek, örgüt ve örgütçü ile geniş kitleler arasına duvarlar örecek toplam bir kuşatma tekniği üretmiştir. Özel bir örneğini 25 Kasım’da İstanbul’da gördüğümüz polis kuşatmasına, Mücella Yapıcı ve Şebnem Korur gibi kitle örgütü yöneticilerine verilen hapis cezalarını, savaşı, sansürü ve faşist propaganda aygıtlarını, kültür savaşlarını, her şey yasaklanırken “serbest” bırakılan seçimleri ekleyelim. Tüm bunlar muhalif örgüte ve örgütçüye sınırlar çizmekte, iktidarın uyguladığı politikalardan hoşnutsuz geniş kesimlerle arasına duvar örmektedir.
Mekân olarak, kent merkezlerine; eylem çizgisi olarak, protestoculuğa; ittifak ve birlik siyaseti olarak, toplumsal izdüşümü olmayan merkezi güç birliklerine; toplumsal saflaşmada, dönüp dolaşıp Erdoğan’a hizmet eden Erdoğan karşıtlığına; politik mücadelede sandık siyasetine sıkışan bir muhalefet, iktidarın kuşatmasından çıkamıyor. “İsyan bastırma” stratejisi karşısında etkili bir yanıt üretemiyor. Kuşatmayı kırmak, kuşatmanın içindekileri bir model olarak sunup çoğaltmaya çalışarak mümkün olmuyor. Aksine bu çaba, geniş kitlelerin direniş eğilimleri ile mevcut muhalefet aktörleri arasındaki temassızlığı kalıcılaştırıyor.
Yapılması gereken kuşatmanın kuşatılmasıdır. Bu da neoliberal çöküntüye ve faşizme karşı toplumsal hayatın kılcallarına yayılan direniş eğilimlerini örgütlemeyi esas alan bir mevzilenmeyi gerektirir. Sorun sadece ve esasen mekânsal bir sorun olmamakla birlikte, böylesi bir mevzilenme için, ezilen kesimlerle birlikte toplumsal hoşnutsuzluğun da yığıldığı kent çeperleri stratejik önemdedir. Bölüşüm ilişkilerinden dışlandıkça gerici-şoven saflaşmalarla iktidar kontrolünde tutulması eskisi gibi mümkün olmayan ve kenti içerden kuşatmanın anahtarını elde tutan emekçiler stratejik önemdedir. Bu emekçi toplumunu yönetmek için devreye sokulan faşist saldırganlığın hedefine konup, var olmak için direnmekten başka şansı olmayan kadınlar, LGBTİ+’lar, gençler, Kürtler, Aleviler ve göçmenler stratejik önemdedir. Hem mekânsal hem bölüşüm ilişkileri açısından hem de politik olarak dışarıda bırakılan kitlelerin direniş eğilimleri ile mevcut muhalefet aktörleri arasındaki temas bu zeminlerde sağlanabilir. O büyük kuşatmalarla bastırılmaya çalışılan isyan potansiyelini; kentin, bölüşüm ve iktidar ilişkilerinin çeperlerinde, geniş kitle teması ve sonuç alıcı bir eylem çizgisi ile, halkı örgütlü bir güç haline getirmeyi esas alan bir iradi çalışma harekete geçirebilir.
Dipnot:
[1] https://twitter.com/TC_istanbul/status/1596018762045657088
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.