Kollektif/grupsal narsizm, bireysel olanından bin kat daha problemlidir. Çünkü bireyde sırıtan ve hoş karşılanmayan narsizm, kollektif kimliğin tezahürü olarak sahneye çıktığında pek fark edilmez, dahası meziyet kabul edilir: Öyle ya, “var mı bizim gruptan güzeli”?
2. Bir örnek vaka üzerinden grupçuluğun çelişkileri
Süleymaniye Günlükleri’nin ikinci bölümü -bu tasnifi ben yapıyorum- Özlem’in örgütlenmesiyle başlar ve anlatının havası birden değişir. Elbette dönemin atmosferine dair sıcak anekdotlar bu bölümde de eksik değildir. Ama artık tarifler ne kapsayıcıdır ne de bütünü gören bir yerden yapılmaktadır. “Ayna ayna söyle bana, var mı bizim gruptan güzeli” minvalinde gelişen anlatıda diğer grupların payına, aynadaki güzelliği daha da belirginleştirmenin ötesinde anlamı olmayan karikatür tarifler düşer. Dahası ilk bölümdeki imrenilesi arkadaşlıklar da alır bundan payını; deyim uygunsa “hayırla yad edilen” tek bir eski arkadaş bile kalmamıştır ikinci bölümde.
Örnekleyelim.
“Ali aramızda siyasetle en az ilgili olanımızdı. Fakat maalesef, bir süre sonra onların ağzından konuşmaya başladı.” (Süleymaniye Günlükleri – s.73)
Kimlerin ağzından? Ethemlerin, Özlem’in deyişiyle “Partililerin”; yani şimdinin Evrensel okurlarının öncellerinin. Keşke neden “maalesef” olduğunu okur da anlayabilseydi; Ethemlerin (Partililerin) ağzıyla konuşmanın neden “maalesef” hor görüsüyle anılması gerektiğine dair tek cümle kurulmamış. Yani okurun, “Ethemler şöyle saçma, anlamsız vs. şeyler söylüyorlar ve (yazarın zaten pek tutmadığı ama bir başka gruba katılmasına hayıflandığı) Ali de, maalesef onların ağzından konuşmaya başlıyor, yazık olmuş gerçekten” demesini sağlayacak bir izahat zahmetine bile katlanılmamış: “Ben dedim, oldu” hoyratlığı değilse nedir bu? Ötesi daha da tatsız. İlk dönemde de siyasi eğilimlerimiz vardı ve bazılarımız zaten örgütlüydü ama “biz” diye bir şey vardı; birimize yapılan hepimize yapılmış sayılırdı. İlk döneme haksızlık, ama madem “sizli bizli olduk” buradan gidelim: Hepimiz gibi Ethem de “sizin” Şirinevler’deki evinizi savunmak için sopasını kapıp gelenler arasındaydı ve aramızda karakolda sopa yiyen tek o oldu; bir yıl içinde nasıl unutuldu bunlar da, “maalesef onların ağzından…” diye anılır oldu eski arkadaşlar? Ki Ethem Şirinevler’deki evi savunurken de “aynı ağızdan konuşuyordu”, sonradan edinmedi kimliğini; neden o zaman “maalesef Partililer de geldi yardımımıza” cümlesi kurulmadı?..
“Radikaller” diye anılan zamanın Çözüm okurlarıyla yaşanan çatışmaların anlatısı da düşündürücü. Ama önce şu sorular yanıt bekliyor: “Radikaller” varsa pasifistler kimdi ya da kimlerdi? Tarifi öğrenci hareketiyle sınırladığımızda -ki anlatılan öğrenci hareketidir- 14 Nisan 1987’den 91’e kadar gelişen süreçteki tüm önemli ya da “radikal” eylemlerde kim kimden geri kaldı da, karşı kutbu boşlukta bırakılarak “Radikaller” diye bir adlandırma yapılabiliyor? Sorup geçelim. Asıl sorun, ardında ağır tahribatlar bırakan sol içi çatışmanın otuz küsur yıl sonra bile, deyim uygunsa “ballandıra ballandıra” anlatılmasıdır. Mesele haklılık-haksızlık meselesi değildir, haklı da olabilirsiniz, fakat bunca yılın ardından konunun buruk bir tonda işlenmesi, olan-bitene eleştirel bir mesafe konması isabetli olmaz mıydı? Ve bu tatsızlıklara mesafelenmek için otuz küsur yıl yetmiyorsa bize, daha kaç yıla ihtiyacımız var? Kitapta 17. Bölümün tamamı (bkz. Age. s.217-223 arası.) bu çatışmaya ayrılıyor, uzun alıntılara gerek yok. Bölümün sonundaki, “İzleyenlerin yüzlerine bakınca içimi kavgadan galip çıkmanın sevinci değil, büyük bir çaresizlik hissi kapladı” (s.223) cümlesi; altı sayfa boyunca coşkun bir tonda anlatılan ve bir “galibiyet muharebesiyle” finale ulaşan kavgalara eleştirel bir mesafeden “bakmaya” yetmiyor ne yazık ki. Arkadaşlarımızı dövdük yahu, onlar da fırsat bulduklarında bizi dövdüler! Ve bu salt izleyenlerin/kitlelerin gözüne kötü göründüğümüz için değil -alkışlasaydı izleyenler, iyi bir şey mi yapmış olacaktık?- kötü olduğu için kötüdür ve çok üzücüdür…
Özlem’in girdiği hattan, kurduğu “yeni dilden” Kürt arkadaşlar da nasibini alıyor. Özlemler, İÜ Merkez binanın polis saldırısına açık olduğunu düşünerek İTÜ Maslak kampüsünde yapıyorlar kendi Newroz’larını. Bu arada dört arkadaşları da İÜ’de kalıyor. Sonrasını Maslak’tan İÜ’ye dönen Özlem’den dinleyelim: “Fakülte önüne geldiğimizde manzara korkunçtu. Fakülte önünde oturduğumuz banklar parçalanmış, kenardaki taşlar gelişigüzel savrulmuştu. Ortalık savaş alanına dönmüştü.” (age.s.206) “Muhalif Kürt siyasi gruplardan öğrenciler (…) öğrenci dernekleri federasyonu tarafından alınan Nevruz kutlamalarının İÜ. Merkez bina yerine İTÜ’de yapılması kararını da tanımamışlardı. Bizimle İTÜ’ye gelmek yerine, çoğunluğu öğrenci olmayan bir grubu üniversite bahçesine toplayıp, ellerinde pankartlarla Beyazıt Meydanı’na çıkmışlardı.” (age. S. 206) Bunun üzerine polis üniversiteye girince Özlem’in grubundan Handan ve diğer üç arkadaş, “…polisin içeri girmesi halinde Hukuk Fakültesi’nin kapılarını kapatıp işgal başlatmayı önerseler de, Kürt arkadaşlar, “Hayır demişlerdi, bizim mücadele alanımız burası değil.” (age.s 206-7) Ve dalya: “Çok değil biz İTÜ’den gelene kadar dayanabilseler her şey farklı olabilirdi. Bunun yerine üniversitenin arka bahçesinin duvarından atlayıp kaçmayı tercih etmişlerdi. Polis hiçbir direnişle karşılaşmadan girmişti Üniversite’ye.” (abç.) (age. S.207)
İnsan böyle bir hikayeyle karşılaşınca neresinden başlayarak düzelteceğini şaşırıyor. O halde ortaya karışık gidelim. Sevgili Özlem, insan hiç olamazsa birbirini izleyen sayfalarda yazdıklarına bakarak, iki sayfa arasındaki sözlerinde bir tutarsızlık olup olmadığını kontrol eder. “Polis hiçbir direnişle karşılaşmadan üniversiteye girmişti” (s.207) ama, siz İTÜ’den döndüğünüzde “ortalık savaş alanına dönmüştü”. (s.206) Hiçbir direnişin olmadığı yerde ortalık nasıl savaş alanına dönüyor? Velev ki “ortalığı savaş alanına çeviren bir çatışmadan sonra direnmeden kaçtık”. (Sıcak buz ya da soğuk ateş etkisi yaratmıyor mu bu cümle?) Bu ilk “kaçışımız” mıydı? 14 Nisan’da, o en güzel günümüzde ne yaptık peki? Kaçmadık “dağıldık”, öyle mi? Bir fabrikanın işçilerinin paydos saatinde dağılması gibi mi mesela? Fotoğraflara bakalım lütfen. Neyse, devam edelim. “Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nun aldığı Newroz’u İTÜ’de kutlama kararını…” mı? Bir dakika. Bizim hiçbir zaman bir öğrenci dernekleri federasyonumuz olmadı, ortak örgütümüzün adı İstanbul Öğrenci Dernekleri Platformu (İÖDP) idi; 1991 Newroz’una gelindiğinde ise İÖDP’yi çoktan el birliğiyle gömmüş, duasını da toplamıştık. Yani öğrenci hareketinin ortak iradesini temsil eden bir örgüt kalmamıştı ki, birileri “onun kararına uymasın”. “Çoğunluğu öğrenci olmayan bir grubu üniversite bahçesine toplayarak” mı yaptı Kürtler Newroz’u? Çok acayip sözler bunlar… Sen arkadaşlarından dinlediğini yazıyorsun, ben oradaydım. Tartışıldı zaman zaman bu eylem, fakat bugüne kadar hiç böyle -iddia mı itham mı olduğunu anlayamadığım- bir cümle duymadım; çünkü yok öyle bir şey! (Bolca da fotoğraf kaldı o günden geriye, bakılabilir.) Ama tersinden gidelim, velev ki öyle, ne olacak? Kendimden başlayayım, bir ayağım çoktandır “dışardaydı” ve ara sıra uğruyordum okula, ben de “dışardan gelenler” arasında sayılır mıyım? 16 Mart 1978 katliamının ardından “dışardan gelen halk” deyim uygunsa işgal etti üniversiteyi devrimcilerin yanında olmak için, onlara paso mu sorulmalıydı kapıda? Sedat Peker şu meşhur videolarından birinde, MÜ. Göztepe Kampüsü’nde devrimci öğrencilere kendi ekibinin de saldırdığını ve polisin kendilerine nasıl göz yumduğunu anlattı açıklıkla ve karşılarındaki devrimciler için de “delikanlı çocuklardı” mealinde laflar etti. Militan Gençlik okuru Bayram Ali Bilgin -İÜ. BYYO’dan arkadaşların yabancısı değildir Bayram, sonraları aynı hapishanelerde kaldık- Göztepe kampüsündeki çatışmalar sürecinde benim bildiğim 17 kez gözaltına alındı. Gidin ona anlatın bu “dışardan-içerden” meselesini ya da Süleyman B.’a, bakalım ne diyecekler size! Devam edelim. Siz gelene kadar dayanabilseydik ve sizin arkadaşların Hukuk binasını işgal önerisi kabul edilseydi, her şey bambaşka olacaktı öyle mi? Ah, ne yazık ki Kürt arkadaşlar ve biz dayanamadık arka bahçeden “kaçtık”, polis de hiçbir direnişle karşılaşmadan okula girdi ve bu kez kalıcı oldu, sizin sonraki çabalarınız da (polis dışarı kampanyası, ki çok güzel bir kampanyaydı) etkili olmayınca öğrenci hareketi “çöktü”. Ah o meşum gün ve o meşum günün daha da meşum şanssızlığı; “kurtarıcıların” kıl payı geç kalmasıyla “kurtaramadık hastayı…” Ama bir dakika, sonraki sayfaya geçelim ve okuyalım: “Basın Yayın işgali, boykot tartışmaları, Yıldız işgali, (Boğaziçi işgali unutulmuş bn.), son olarak da iktidarın başlattığı algı yönetimine çanak tutarcasına (ne biçim bir dil bu böyle!; yüksek sesle konuşsak, “aman provokasyona sebebiyet vermeyelim, biraz yavaş lütfen” diye uyaran anlayışları hatırlatmıyor mu fena halde?-bn.) Beyazıt Meydanı’nda lastik yakılıp üniversiteye sığınanların ardından polisin üniversiteye girmesi… Bu gelişmelerin tümü yan yana konulduğunda en geniş öğrenci kitlesinin derneklerden (hangi derneklerden!? neredeyse iki yıldır dernek falan kalmamıştı ortada, siyasi yapıların gençlik örgütleri vardı, ortak karar-davranış zeminleri çoktan çökmüştü-bn.) yüz çevirmesi sürpriz değildir. Yaşanan gelişmelerden ürken ve kabuğuna çekilen öğrenci kitlesini…vs. vs.” (abç. / age. S.208) Dönemimizin zirvelerinden ve katılan herkesin gurur kaynağı Basın Yayın işgalini bile tartışmalı hale getiren bir anlayış, 1991 Newroz’unda Kürtler ve orada olan diğer siyasi yapılar “kaçınca” nasıl oluyor da şıp diye işgali keşfediveriyor? Burada anlatılanlar gerçek bir sürpriz benim için, çünkü o yıllarda -eğer sonradan edinilmediyse- farkında değildim bu düşüncelerin. Özlemlerin dahil olduğu gelenek o yıllarda oldukça parçalı hale gelmişti ve farklı eğilimler belirginleşmeye başlamıştı. Özlemin dillendirdiği -çizgi ya da eğilimin- yapının genelini temsil edip etmediğine bir soru işareti koymak zorundayım. Örneğin eski BYYO’lular ağırlıklı olmak üzere, 1 Aralık Buluşmaları tertipleniyor yıllardır, çok da iyi yapılıyor. İnsan bu düşünceleri duyunca merak ediyor, Özlem gibi düşünen arkadaşlar o toplantılarda, “işgal iyi güzeldi de, bizi kitleden kopardı” türünden cümleler kuruyor mu? Öyleyse kutlanan ne yıllardır, “kitlelerden kopuşumuzun yıldönümü” mü? Alper de böyle mi düşünüyor ya da diğer arkadaşlar? Soruları buraya bırakıyorum.
Bu arada unutmadan sorayım, neden “Newroz” değil de ısrarla “Nevruz”? (bkz.age) Biz Türkler, bir gün orta Asya’daki soydaşlarımızın 21 Mart etkinliğine katılırsak elbette Nevruz ya da Novruz diyeceğiz buna. 1991 21 Mart’ında İÜ.’de kutladığımız, kökenini Demirci Kawa efsanesinden alan Kürt orijinli direniş ve halk şenliğidir. Ve o günü Kürt halkının diliyle anmak, her şey bir yana nezaket gereğidir.
Uzatmayalım, olaylar Günlüklerde anlatıldığı gibi gelişmedi. Polis saldırmadı, en az üç panzer ve yüzlerce çevik kuvvet ile yüz metre ilerimizde tertibat aldılar. (Fotoğraflardan da görülebilir.) Biz de birkaç taş atıp geri çekildik. Arka bahçe duvarından atlayıp kaçmadık, o gün ne hikmetse -polisin marifeti kuşkusuz- Esnaf Hastanesi ile zamanın Hitit Cafe’si arasındaki kör kapı açıktı ve polis hemen dışarda tertibat almıştı. Oradan çıkıp gittik, üç metre ötemizdeki polisler izlemekle yetindi: Durum budur. Ve soru şudur: “O sorumsuz Newroz olmasaydı” polis üniversiteye giremeyecek miydi, daha da ötesi dönemin öğrenci hareketi çöküntülü bir finalle noktalanmayacak ya da daha doğru tabirle en geç sonraki bir yıl içinde sönümlenmeyecek miydi? (Bu sorulara Özlem’in yanıtlarından oldukça farklı ve genişçe yanıt vermeye çalıştım Ne Geçmiş Tükendi Ne Yarınlar’da, burada tekrara düşemeyiz, isteyen kitaba bakabilir.)
Şu anda -elbette öğrenci hareketi bağlamında- bir siyasi çizgi tartışması yaptığımız açıktır; radikaller-pasifistler meselesi, şu veya bu grubu adlandırmak için değil, fakat hangi önermelerin neye tekabül ettiği bağlamında tartışılabilir elbette. Tekrar edeyim, 1987’den sonra bu tartışmayı gerektirecek pratik bir ayrılık ya da esaslı farklılıklar yaşanmadı dönemin öğrenci hareketinde. Fakat Özlem’in kitabındaki yaklaşımlar bu tartışmayı “davet ediyor”. Kuşağımızdan değerli romancı Behçet Çelik de, Özlemin kitabını değerlendirdiği yazısında dikkat çekiyor bu meseleye. Mealen aktarıyorum, “dün Yarın’cılara pasifist diğerlerine radikal deniyordu; 90’ların başında roller değişmiş, dünün radikallerine şimdi başkaları pasifist diyorlar” anlamına gelen değerlendirmeler yapıyor. Behçet Çelik, haklı olarak Özlem’den alıntıladığı şu sözlere dayandırıyor tespitini: “Aslında olayların bu şekilde gelişmesinin bir nedeni de diğer siyasi grupların bizim kullandığımız dile ve uyguladığımız yöntemlere yönelik sert eleştirileriydi. Hatta radikal grup daha da ileri giderek bizi mücadeleyi sulandırmakla suçluyordu.” (age.s. 187) Ne o gün sizin yaptıklarınız ne de “radikal” grubun sizi sulandırıcılıkla suçlaması radikalizm-pasifizm tartışmasının gündemleşmesi için yeterlidir; fakat sevgili Özlem, kitabında bugün yazdıkların bu tartışmanın kapısını ardına kadar açıyor. Nitekim, “bu benim alanım değil” diyerek tevazu göstermesine rağmen edebiyatçı arkadaşımız Behçet Çelik de bu meseleye dikkat çekmeden geçememiş. (bkz. Süreksizliği duymanın sürekliliği-Behçet Çelik-K24/ 28 Temmuz 2022)
Özlem’in davetiye çıkardığı tartışma bağlamında şu iki alıntıyı da aktarıyorum.
1 Mayıs 1989 günü Taksim civarında açtıkları pankartı anlatıyor Özlem: “Pankart tam olarak açılınca üzerinde Mahir Çayan’ın elinde bir mavzer olan silüetini gördüm. (abç.) Altında da (…) Onlar kurtuluşa kadar savaş şiarını devrim yolunda kanlarıyla yazdılar…Yolumuz devrim yolunda düşenlerin yoludur” yazıyordu. (age.s.148) Aynı gün genç işçi Mehmet Akif Dalcı Şişhane’de bir trafik polisi tarafından nişan alınarak alçakça katledildi; tıpkı yakın zamanda Newroz’da katledilen Kemal Kurkut gibi. Ve bir süre sonra da Devrimci Sol, adını hiç unutmadığım (Kazım Çakmakçı) katil trafik polisini buldu ve vurdu. Bu olayı duyuran afişi gördüğünde Özlem şunları düşünüyor: “Afişi gördüğüm anda içimi tuhaf bir tedirginlik hissi kapladı. (abç.) Artık bazı şeylerin eskisi gibi olmayacağını düşündüm. (Diğer grupların çoğu-bn) …yapılan bu eylemi büyük bir başarı olarak değerlendiriyordu. (Militan Gençlik’in de onlar arasında olduğunu hatırlıyorum-bn)… Öyle düşünmüyorduk biz.” (age.s.154)
Neylersiniz ki mavzer pankartta durduğu gibi durmuyor her zaman; bazen de patlıyor…
Evet, artık sıra “Fındıkzade ekibinin” defterini dürmeye geldi.
“-(Turan) siz çok safsınız oğlum, dedi
-Niye ki, dedim hemen
-Nabi, Ercan ve Saffet başka bir siyesi harekete dahil oldular. Sizin de o harekete dahil olduğunuzu söylüyorlar.
Bu kez Hikmet lafa girdi ve,
-Biraz açık konuşsana oğlum, dedi
-Daha ne açık konuşayım oğlum, safınızı belirlemişsiniz işte, dedi ve daha önce hiç duymadığımız bir siyasi grubun ismini verdi.” (age.s.107-108)
Sonra, “Ankara’dan abim gelmiş, evde bir bayram havası” şarkısını hatırlatırcasına, kurtarıcı gibi Hayati giriyor sahneye. Ve, Nabilerin Turan ve Erdal’ı kafalamak için getirdiği Akif’i mat etmek için Erdal’ın getirdiği Hayati, “Nabi’yi de, Akif’i de perişan etti”. (age.s.108-109)
Böylece ortaokullar arası münazara yarışması Turanların sınıfın ezici galibiyetiyle sonuçlandı, salonda coşkun tezahüratlar, dinmeyen alkışlar…
Bunca yılın ardından nasıl yazılabiliyor bunlar, yazık… Ve eğer Erdal, metni yayınlanmadan önce görüp onay verdiyse çok yazık!
Aynı bezgin his yine içimde, neresini, nasıl doğrultayım ya da gerek var mı?.. Birkaç cümle kurup geçeyim.
Biz dört arkadaş yola çıktık: Saffet, Ercan, Erdal ve ben. Eve çıkma gerekçemiz gerekli okumaları rahatça yapıp, en geç altı ay içinde bir örgüte katılmaktı. Öyle soyut bir arayış falan değildi bu. Seçenekleri ikiye indirmiştik: Mahir ve Militan Gençlik geleneği, ikisinden birine karar kılacaktık. Ne yazık ki ev bulamamıştık fakat Özlemlerin Şirinevler’deki evinin yazın boş kalacak olması imdadımıza yetişti, kirayı üstlenerek orada kalmakta kavilleştik. Tekrar olacak, ailelere bağımlılıktan kurtulmak için iş bulduk ve hevesle yeni bir hayatın kapısını araladık. Okullar tatil olup eve taşınma hazırlıkları yaptığımız günlerde Erdal tatsız bir haberle çıkageldi. “Ben Elazığ’a gidiyorum, aynı okuma programını evde daha rahat yaparım, dönüşte katılırım tartışmalara” dedi ve gitti. Hiçbir şey demedik, sessiz bir kırıklık kapladı içimizi… Bizim Erdal’la ayrılığımız o gün başladı, 1986’nın Mayıs sonunda, ve bir daha da hiçbir zaman eskisi gibi olamadık. Siyasi değil insani, duygusal bir ayrılıktı bu; kader birliğimiz “memlekette daha rahat çalışma” adına parçalandı. Ağustos sonuna vardığımızda geri kalan üçlünün tercihi netleşmişti. Yine de Erdal’la konuşmadan ne örgütle temasa geçtik ne de kararımızı açıkladık çevremize. Eylül ayında Erdal geldi ve yaptığımız ilk toplantıda Erdal, Mahir’e doğru kuvvetli eğilimini açıkladı, biz de Militan Gençlik çizgisine katılma kararımızı. (O yaz Mahir’i okuduk, tartıştık; Erdal’ın katılacağı arkadaşların o zamanlar elinden düşürmediği Jean Baby’nin En Güzel Dünya’sını da tabii.) Yeni bir toplantıya gerek kalmadı; Ercan, Erdal’la bir görüşme daha yaptı ve konu sonsuza dek kapandı. Aynı ay biz yoldaşlarla temas kurduk (çünkü Mustafa ağabey ve Emel’in bağları yoktu) ve o günden itibaren de herkes bizim tercihimizi öğrendi. Erdal bir süre daha evde kaldı, sonra ayrıldı. Olaylar o kadar karman çorman hale gelmiş ki, bizim, hatta kendilerinin siyasi kimliklerinin netleşmesini 14 Nisan 1987 sonrasına tarihliyor Özlem. İnsan, “taslağı okuyup uyaran da mı olmadı” diye Özlem adına hayıflanıyor ister istemez: 1986 sonbaharında her şey olup bitmişti, 14 Nisan’da herkesin adresi belliydi.
Durum bu kadar açık ve net iken, ne lüzumu var bu akla ziyan kurguların?
Biz, Şirinevler’deki evi savunmaya Militan Gençlik’liler olarak gittik, Mehmet Ali de yanımızdaydı. Ev boşaldığında Özlemler, “Fındıkzade ekibinin” değil; Militan Gençlik’lilerin Fındıkzade’deki evinin misafiri oldular ve kitabında da anlattığı gibi son akşam kurduğumuz rakı sofrasıyla uğurladık onları. İnsan inanamıyor bu anlatılanlara…
“Ne ara yakınlaştıklarını ben de anlayamadım. Bir süredir eve birileri gelip gidiyor. Benim çok kafama yatmadı. Öyle olunca sürecin dışında kaldım” (age.s.108) diyor Erdal, Fındıkzadelilerin durmunu soran Özlem’e. Erdal çok iyi biliyor ki biz önce çizgiyi benimsedik, sonra da o çizginin taşıyıcıları ile temasa geçtik; yani “birileri” eve gelip gitmedi -kaldı ki gelseler ne olacak?- ; biz gidip “birilerini” bulduk. Sonra “Akif” gelmiş, takviye kuvvet “birileri” olarak. Kim “Akif”? MÜ.’de okuyan bir yoldaşımız. Turan “Akif”i tanıyor mu? Gayet iyi tanıyor; çünkü tıpkı bizim gibi üniversiteli bir Militan Gençlik’li olan kız kardeşi ile sevgiliydi “Akif”in, insan kayınçosunu tanımaz mı? Turan’ın bizden kesin kopuşu iki sevgilinin ayrılığına mı rastladı hatırlamıyorum, o süreçte bizimle yakınlaştıktan bir süre sonra tercihini Erdallardan yana yaptı. Yani? Su gibi berraktı her şey; kitapta anlatıldığı türden numara-dubaralar semtimize uğrayamazdı ve uğrayamadı.
Sonunda Hayati, İskender’in kılıcı türünden reddedilemeyecek bir argümantasyonla bizi “perişan ederek” düğümü çözüyor. Ne diyelim, helal olsun Hayati üstadıma, olacaksak dostlarımıza “perişan” olalım; yüce Zeus düşmanlarımıza perişan olmaktan korusun cümlemizi.
Görüldüğü üzere Özlem çeşitli grupların defterini düre düre ilerliyor. Kitap ilerledikçe insan merak ediyor Partizan’cılara, Güneşe Çağrı okurlarına, Doktorcu gruplara, Gelenek çevresine, Troçkistlere, Genç Komünarlara, anarşistlere, sağda solda rastlanan Yalçın Küçük’çülere, feministlere, adını anamadığımız nice çevre ve gruba ne zaman sıra gelecek diye. Eh, bu kadar grupla uğraşmak yorucu tabii, Özlem, bir cümlede hepsinin defterini toptan dürüp geçiyor: “…Daha doğrusu, diğer siyasi grupların zaten üniversite gençliğine yönelik bağımsız bir politikaları yoktu.” (abç. / age.s.141)
Vallahi bravo! Tasarruflu olmak daima faydalıdır.
Grupçuluğun yolu, etrafın durmaksızın ıssızlaşmasına çıkar. Dostlar, yol arkadaşları çiğnenen tren rayları gibi yavaş yavaş arkada kalır, gözden kaybolur. Ve sonunda, geriye kalan “saf/pür/arınmış” grup da kendi içinden çatlamaya başlar: “Akabinde yaşanan gelişmeler sonucunda bizim hareket de diğer sosyalist gruplar gibi dar hiyerarşik bir örgütlenmeye meyledince…” (abç. / age.s.229) Daha fazla devam etmeyeyim, bazı yoldaşları “dar hiyerarşik örgütlenmeye meyleden” kendi örgütleriyle yürürken, Özlem (ve romandaki adı geçen yoldaşlarının çoğu) sürece dahil olmak istemiyor…
Egoistokur.com sitesinden M. Aslankaya’ya verdiği röportaja da şöyle bir bakarak bu bölümü noktalayalım.
M. Aslankaya soruyor: “Süleymaniye Günlükleri, 80 darbesi sonrasındaki karanlık dönemde üniversitelerdeki sosyalist hareketi beklenmedik bir üslup ve yaklaşımla anlatıyor. İddiadan, politik tarafgirlikten uzak, politik metinlerde alışık olduğumuz kalıpların yanından bile geçmeyen bir anlatım bu…” (abç.)
Hakikaten de öyle! Devam edelim.
(Sorunun devamını ve Özlem’in yanıtını merak edenler şuraya bakabilirler; Süleymaniye Günlükleri: Politik bir metin mi, edebiyat mı? Egoistokur.com- 30 Ağustos 2022)
M. Aslankaya: “O dönemi, yüceltmelerden, destansılıktan uzak, bu kadar dosdoğru anlatırken politik çevrelerden tepki almaktan hiç çekinmedin mi?”
Özlem Demir: “…Farklı grupların bakış açılarına ya da eylemlerine yönelik olumlama ya da olumsuzlama içerisinde olmamaya da özellikle gayret ettim. Bu yüzden de anlattıklarım nedeniyle ciddi bir eleştiriye maruz kalacağımı düşünmedim.” (abç) (agy.)
“…özellikle gayret ettim”in altını bir kez daha çiziyorum.
Kolektif/grupsal narsizm, bireysel olanından bin kat daha problemlidir. Çünkü bireyde sırıtan ve hoş karşılanmayan narsizm, kollektif kimliğin tezahürü olarak sahneye çıktığında pek fark edilmez, dahası meziyet kabul edilir: Öyle ya, “var mı bizim gruptan güzeli”? (Sorunu Özlem ve çevresine daraltamayız, ancak genel olanı temsil kabiliyetinde rafine bir örnek vaka olarak önemlidir anlatısı. Kolektif/grupsal narsizmden azade kaç grup, parti bulunabilirdi o günlerin Türkiye’sinde ya da var mıydı; sorun tastamam budur.)
Nergis çiçeğinin sudaki aksine aşık olması hikayesi yalnızca kendine hayranlık yönüyle ele alınıyor. Ne kadar eksik! Sudaki aksine tutulup kalan Nergis, kendine bakmaktan dünyayı unutur, çevrede olan biteni göremez hale gelir -dışardan nasıl göründüğünü de tabii- ve nihayet “dünyayı” kendi yaptığı tariflerden ibaret sanmaya başlar: bkz. yukarıdaki röportajdan alıntıladığımız soru ve cevaplar.
Süleymaniye Günlükleri’nin iki bölümünü iki ayrı karakter haline getirsek ve diyalog kurmalarını istesek, çok ilginç bir manzarayla karşılaşırdık: Masumiyet ve romantizm çağı karakteri, diğerinin akortsuz, kulak tırmalayan dilinden hiçbir şey anlamayacak, huzursuz olup bir an önce uzaklaşmak isteyecektir oradan. Grupçuluk çağı karakteri ise, dilini anlayamadığı karşısındaki saftiriği bir yerlerden hatırlar gibidir ama fazla durmaz üstünde, kafasında kırk tilki dolaşmaya başlar; “şu kekeleyip duran acemiyi bizim trenin önüne ray olarak döşesek işe yarar mı acaba”?
Süleymaniye Günlükleri, ne yazık ki böylesine derin bir yarılma ile karakterizedir.
Devam edecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.