Serdaroğlu, AKP iktidarının son 20 yılda attığı adımlarla devletin kurumsal işleyişinin bütünüyle emeğin mücadelesini bastırmaya odaklandığını, artık sendikal örgütlenmenin adeta bir yasa dışı örgütün gizli örgütlenmesi şeklinde yürütülebildiğini, işçilerin haklarını kullanabileceği koşulların oluşabilmesi için bu siyasi iktidarın gönderilmesi ve bunun için de etkili bir toplumsal muhalefet örgütlenmesi gerektiğini söylüyor
“Önümüzde barajlar var: Toplu sözleşme hakkının gaspı ve sınıf hareketinde yeni arayışlar” başlıklı dosyamızın üçüncü söyleşisini DİSK Genel Sekreteri ve Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ile yaptık.
Metal sektörü geleneksel toplu sözleşme süreçleri ile sınırlı olmayan bir hareketlilik içinde. Organize sanayi bölgelerinde yeni işyerlerindeki örgütlenme çabaları, işveren baskısı, yetki itirazları, işten çıkarmalar, grev yasakları, direnişler… Yetkili, kurumsal ve DİSK’in ikinci büyük sendikası olmasına rağmen Birleşik Metal-İş için de ne işkolu barajını ne de işyeri barajını geçmek yetiyor. Devlet, sermaye, sarı sendika ittifakı her türlü hileye ve şiddete başvurarak metal işçilerinin mücadelesinin yaygınlaşmasını önlemeye çalışıyor.
Adnan Serdaroğlu ile sendikal mücadelede karşılaştıkları engelleri, kurumsal ve mücadeleci bir sendika olarak bu engelleri aşmak için neler yaptıklarını, DİSK’in ve geleneksel sendikal hareketin yeni tipte işçi direnişleri karşısındaki tutumunu konuştuk. Serdaroğlu, AKP iktidarının son 20 yılda attığı adımlarla devletin kurumsal işleyişinin bütünüyle emeğin mücadelesini bastırmaya odaklandığını, artık sendikal örgütlenmenin adeta bir yasa dışı örgütün gizli örgütlenmesi şeklinde yürütülebildiğini, işçilerin haklarını kullanabileceği koşulların oluşabilmesi için bu siyasi iktidarın gönderilmesi ve bunun için de etkili bir toplumsal muhalefet örgütlenmesi gerektiğini söylüyor.
Metal işçileri, örgütlenme ve hak arayışı anlamında sürekli bir hareketlilik içinde. 2015 yılındaki Metal Fırtına’da da yakın dönemde Farplas direnişi sırasında da büyük bir militanlık ve irade ortaya konmasına rağmen örgütlülüğün kalıcı olması ve toplu sözleşme masası kurulması işverenler ve devlet eliyle kararlılıkla engellendi. Bu durumun yürüttüğünüz pek çok yeni örgütlenmede de aynen yaşandığını görüyoruz. Örgütlenen işçiler işten atılıyor, haklarını arayınca polisle karşı karşıya geliyor. BMİS’in Genel Başkanı ve DİSK’in Genel Sekreteri olarak bu süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de örgütlenmek önemli bir sorun. Özellikle 12 Eylül’den sonra ortaya çıkan yasal düzenlemeler rahat bir şekilde örgütlenmenin önündeki en büyük engelleri oluşturuyor. Bu nedenle özellikle de mücadeleci, işçi haklarını savunan, demokratik sendikaların örgütlenmesi son derece zorluklarla yapılıyor. Bu zorlukları sıraya koyduğumuz zaman bunların en başında işyeri ve ülke barajı geliyor. Sendikal örgütlenmenin önündeki en büyük engeller bunlar. Ülke barajı yüzde 10’dan yüzde 1’e kadar düşürüldü. Konfederasyon üyesi olmak gibi bir zorunluluk var. Tüm bunlar Türkiye gibi örgütlenme oranlarının çok düşük olduğu bir ülkede, bu barajı aşma şansını çok zorluyor.
DİSK’e bağlı 22 tane sendikamız var. Bunlardan 6 tanesi toplu sözleşme yapabilecek barajı aşmış durumda. Ancak ülke barajını aşmak her şeyi bitiriyorsun anlamına gelmiyor. Ülke barajını aşmak için yaşadığın birçok sıkıntı var. Devlet müdahale ediyor, sermaye müdahale ediyor, sarı sendikalar birtakım katakulliler yapıyor. Mesela sağlık sektörüne baktığımız zaman son derece sorunlu bir durum var ve devletin hükümetin desteklemiş olduğu sendikalar diğer sendikalara nazaran çok avantajlı bir şekilde örgütlenmesini yapabiliyor. Devlet baskısı ile kamu hastanelerinde, özel hastanelerde, üniversitelerde çok rahatlıkla üye yapıyor. Birtakım maddi teşviklerle yapıyor bunu ama diğer sendikalar bu konuda çok büyük zorluklar yaşıyor, barajı aşamıyor. Burada barajı aşsanız da her şey bitmiş anlamına gelmiyor. Şu an DİSK’te barajı aşan birkaç tane sendikamız henüz daha toplu sözleşme yapacak duruma gelemiyorlar. Bunlar elbette sadece barajı aşmanın işin bittiği anlamına gelmediğini de gösteriyor.
Enerji-Sen sendikamızın yaşamış olduğu durumlar bunun göstergesi. Bu yeni bir sorunun karşına çıkması demek oluyor, bu da işyeri barajı. Bir işyerinde toplu sözleşme yapabilmek için o işyerindeki toplam işçi sayısının yüzde 40 + 1 veya yüzde 50 + 1’inin üyeniz olması gerekiyor. Çeşitli yerlerden işçileri üye yaparak barajı geçmiş olabiliyorsunuz ama toplu sözleşme yapma şansınız olmuyor.
DİSK-AR’ın araştırmasında gördük ki, özel sektörde toplu iş sözleşmesi yapabilen işçi oranı yüzde 5,5. Pandemi bunu daha da olumsuz etkiledi. Kamuyu da katsanız buna yüzde 7-7,5 olur, 8’i bile bulmaz. Genel örgütlülük oranı yüzde 14. Örgütlü işçilerin yarısının toplu sözleşme yapabiliyor olması toplu sözleşmeye ulaşmanın ne kadar zor olduğunu bir görüntüsüdür.
Özel sektörde zaten işyeri barajlarının aşılması yasa dışı örgüt muamelesi görmenize neden oluyor. Gizlilik içerisinde yürütüyorsun. Ailesine bile duyurmamaya çalışıyorsun, insanları ikna etmek için kırk dereden su getiriyorsun. İşten atılmak bu dönemde açlıkla karşı karşıya gelmektir. Özellikle böyle bir kriz döneminde o insanları yaşayacağı mağduriyeti düşünmek lazım. İşyeri barajlarının aşılması doğrultusunda mutlaka uzun evreli bir ön çalışmanın gerekliliğini de görüyoruz. İşverene duyurmadan, herkesi bu işe ikna ederek, çoğunluğu çok kısa süre içerisinde yakalayıp anında bakanlığa müracaat edecek şekilde, işyeri komitelerinin kurulması, o komiteler üzerinden çalışmalarının yürütülmesi, birçok insanla gizlilik içerisinde uğraşılması. Böyle bir çalışma temposunun da zorunluluğunu önümüze çıkartıyor.
Türkiye’de uygulanan yasalar dünyanın hiçbir tarafında görülmeyen yasalar. E-devlet sistemi diye dünyada bir sistem yok. Ben devlete niye müracaat edeceğim bir sendika üyeliği için? Ben işyerinde yetkili olup olmadığımı devlete/bakanlığa neden sorayım? Ben sendika olarak işçiler üye yaparım götürürüm işverenin önüne koyarım. Beni kabul etmiyorsa da grevimi uygularım veya işvereni ikna edecek yol ve yöntemleri hayata geçiririm. Burada böyle olmuyor, siz işyeri örgütlenmesini gerçekleştiriyorsunuz. Bir sürü zorluklarla yüzde 50 + 1 çoğunluğu yakalıyorsunuz. Bunu yaparken de işçileri E-devlet şifresi almaya, E-devlet üzerinden işkolundaki sendikaya girmeye, oraya üye olmaya, eğer başka bir sendikadan üyeliği varsa ondan istifa ettirmeye, ki başka sendikaya üyeyse istifadan 1 ay sonra sizin üyeniz olarak görünüyor. Bir de orada bir ay bekliyoruz. Bir ay sonra ancak yetkiyi isteyebiliyorsun çoğunluğa ulaştığın için.
Başka bir absürt uygulama da yetki tespitinde ortaya çıkıyor. Çoğunluğa ulaştığınızda Çalışma Bakanlığı’na bildiriyorsunuz. “Şurada şu kadar üye yaptık, gel, incele, çoğunluk tespitine dair belge ver” diyorsunuz.
Bakanlık bu süreci bazen çok uzatıyor. Bu süreç içerisinde işverenin duyma ihtimali çok yüksek. Yüzlerce kişi üye yapmışsınız. Birinin ağzından kaçırma ihtimali çok yüksek veya içeri hainler oluyor. Onlar gidiyor, yaranmak için işverene bilgi veriyor. Bu işlerin yapıldığı yerler çok fazla oldu. Siz bu zorluklar içerisinde hepsini tamamlayıp bakanlıktan yetki tespiti istediğiniz zaman bakanlık size yetki tespit belgesi gönderiyor. Bazen bir hafta, bazen 40 gün, bazen yıllar sürüyor. Yasal bir süresi yok. Keyfi bir durum söz konusu.
İzmit’te Posco Assan işyerinde 40 gün beklettiler. Çoğunluğumuz olmasına rağmen bize çoğunluk yetki belgesi göndermedi ve itiraz ettik. 5 yıl sonra çoğunluk olduğuna dair belge geldi ama bir tane üyemiz kalmadı. Hepsi işten atıldı ya da istifa ettirildi. Şu anda 5 yıl verilen mücadelenin karşılığında hiçbir şey kalmadı.
Bakanlık bu yetki tespit belgesini diyelim ki bir haftada gönderdi. Peki gönderdikten sonra her şey bitiyor mu, bitmiyor. Çünkü işverene itiraz hakkı veriyor. Neden verdiklerini hiç kimse anlatamıyor. İşverene neden itiraz hakkı veriyorsun? Ben işyerinin orada varlığımı ortaya koymuşum, SGK verileri var. E-devlet üzerine herkesin kendi iradesiyle onayladığı üyelikler var.
Bakanlık diyor ki “Her şey tamam. Ben sana çoğunluğun olduğuna dair belge gönderiyorum” diyor. Ondan sonra da işverene, “İtiraz edebilirsin” diyor. İşveren itiraz ediyor. Yasada diyor ki “2 ay içerisinde yerel mahkemenin bu işi sonuçlandırması lazım”, 2 ay da üst mahkeme süresi 4 ay. İtiraz süreci 4 ay içerisinde sonuçlandırılmazsa aslında bu işin sendika lehine sürecin başlatılması lazım. O da yapılmıyor. Biz 7 yıl süren davalar gördük.
Toplu sözleşme yetkisi geldikten sonra işverene itiraz hakkı vermesi, bizim önümüze çıkan en büyük zorluk. Şu ana kadar itiraz etmeyen işyeri yok. Yüzde 99’u itiraz ediyor. Yüzde 1 pay verelim. Birtakım ilişkiler kuruyorsun, bazı şeyler yapıyorsun işverene, işyerinde eylem yapıyorsun, işyerini işgal ediyorsun, direniş yapıyorsun, itirazı çektiriyorsun veya itiraz ettirmiyorsun ama büyük oranda itiraz ediliyor. Bu sürecin sonunda da belirli bir zaman içerisinde 100 işyerinde örgütlenmişseniz bunun en fazla 8-10 tanesinde başarılı olabiliyorsunuz. Bu çok düşük bir rakam.
Çalışma Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı bu sürecin hukuksuzluğu ile ilgili müdahale etmediler. İşverene itiraz hakkı vermek istiyorsanız verin, iki ay da verin ama 2 ayın sonucunda eğer dava sonuçlanmazsa sendikanın prosedürünün yürütülmesinin önünü açılması gerekiyor. Çünkü işverenler öyle bir yol yöntem buldular ki bu işi uzatmak için her türlü entrikayı çeviriyorlar. Her türlü hukuki boşluğu değerlendiriyorlar ve yıllarca sürecek davayı önümüze çıkartıyorlar.
En başta yetkisiz mahkemelere müracaat ediyorlar. İzmit’te bir işyerinden örgütleniyoruz. Götürüyorlar bunu İstanbul’daki bir iş mahkemesine müracaat ediyorlar. Dava açılıyor, duruşmalar devam ediyor. 1 yılın sonunda mahkeme diyor ki “Ben yetkili mahkeme değilim”. İşveren buna da itiraz ediyor, istinaf süreci sürüyor. Siz 2 yılda ancak yetkili mahkemeye ulaşabiliyorsunuz. 7 yıllık, 5 yıllık süreçler bunlardan kaynaklanıyor. Şahit getirmiyorlar, bilirkişiye defalarca itiraz ediyorlar. 5 kez bilirkişinin değiştiği durumlar oldu. Yargıtay kararlarına itiraz ediliyor. Hukuk Genel Kurulu’na götürülüyor.
Bu dava süreçleri içerisinde diyelim ki hepsini tamamladın. İşyerinde üyen de var ve toplu sözleşme yapabilecek bir seviyeye geliyorsun. Bu kez de işveren toplu sözleşmeye oturmuyor. İşyerine yeni işçi alımları yapıyor.
İşveren TİS masasına oturmazsa, İŞKUR üzerinden çeşitli işlemler yapıyorsun ama 60 günlük bir görüşme süreci var. 60 günlük görüşme süresi içerisinde anlaşma sağlayamazsanız arabulucu var. Yani dünyanın hiçbir tarafında olmayan yöntemlerden birisi de budur. Üniversite hocası veya bir başka çalışma alanını bilen birisi 15 gün boyunca tarafları bir araya getirmeye çalışıyor, getiremiyor. İşe de yaramıyor. İyi de para alıyorlar. Sendika da işveren de arabulucuya para veriyor. Bir yıl içerisinde 100 tane arabulucu olsa işçinin parasını oraya vermiş oluyorsunuz.
Bir de işe yarasa, yani sonuç alabilsek… Arabulucu süreci de isterseniz bir hafta uzatılabiliyor. Raporların hazırlanması falan derken bir buçuk ay. 60 günlük süre, bir buçuk aylık süre de arabulucu süresi, sonra geriye kalıyor 60 günlük grev süreci. İşyerinde grev oylaması yaptırıyorsun. Greve eğer hayır çıkarsa yüksek hakem kuruluna götürüyorsun. Evet çıkar da greve çıkamazsan yetkin düşüyor.
60 günlük grev süreci içerisinde işverene önceden haber vermek şartıyla istediğiniz gün çıkabiliyorsun. Ama tabiî haber veriyorsunuz. İşveren sizin ne zaman ne yapacağınızı biliyor. Hazırlığını ona göre yapıyor, tedarikleri ona göre ayarlıyor. Başka yerde üretim ilişkileri kurabiliyor. Yeni işçi alıyor. Sendika üyesi yapmadan greve çıkacakların yerine onları yetiştirebiliyor.
Bu tür zorlukları da aştınız, greve çıkacaksınız. Cumhurbaşkanı kararnamesi ile 60 günlük erteleme kararı çıkıyor. Bu grev yasağı anlamına gelir, erteleme diye bir şey yok. Tekrardan Danıştay’a başvuruyorsunuz. Eğer Danıştay’dan erteleme kararını iptal edecek bir karar çıkmazsa eğer yeniden greve çıkamayacağınız için 60 gün içerisinde yüksek hakem kuruluna gidiyorsun. Yüksek hakem kurulunu vermiş olduğu rakamlar da en fazla enflasyon rakamları, gerçek olmayan enflasyon rakamları.
BMİS olarak Türkiye’de en fazla grev yasağına maruz kalan sendikayız. Bunların önüne geçmek için sürece müdahale edecek, sermaye yanlısı kararların çıkmaması için yargı organlarına müdahale edecek girişimleri yapıyoruz ama sonuç alamıyoruz. Raportör bizim lehimize karar verse de AKP’nin atamış olduğu Danıştay hakimleri aleyhimize karar çıkarıyor. Kararının onaylanması sağlıyor. Ondan sonra ne yapıyoruz biz, Anayasa Mahkemesi’ne gidiyoruz. Ama sen sözleşmeyi imzalamak zorunda kalıyorsun. Anayasa Mahkemesi’nden de geriye dönük karar çıkarttırmak mümkün değil. Sadece işin hukuksuz olduğuna dair karar çıkarabiliyorsun. Neresinden bakarsan bak, çalışma hayatı ile ilgili düzenleme işverenlerin lehine oluşturuldu.
Burada başka bir sorun daha var. Toplu sözleşmeyi yaptınız ama toplu sözleşmede elde ettiğiniz zamlar kısa süre içerisinde enflasyon karşısında eriyor. Burada da karşına yine devlet çıkıyor. İşçilerin alım gücünü korumak için işverenle müzakere ediyorsun ama bu müzakereyi devletin açıklamış olduğu resmî enflasyon oranı üzerinden yapıyorsun. Bu oranların sahteliğini biliyoruz. Enflasyon oranına ek olarak refah payı koyuyorsun sözleşmeye ama enflasyonun devlete göre yüzde 80, bağımsız hesaplayıcılara göre yüzde 150-160 hesaplandığı bir ortamda bu iki kat farkın refah payı ile telafi edilmesi mümkün değil. Bugün çok iyi diye nitelendirilen toplu sözleşmelerin bile yarın anlamsızlaşmasını ortaya çıkarıyor
Toplu sözleşme, grev, örgütlenme prosedürünün değiştirilmesi gereklidir. Devletin kurumlarının tamamen hükümetlerden bağımsız olması gerekir. Eğer hükümete bağlı bir kurumsal yapı varsa hükümetin isteği, reçetesi doğrultusunda bir sonuç ortaya çıkıyor. Bugünkü siyasi iktidardan hem kendini başarılı göstermek için sahte verilerle propaganda yapıyor, hem de tamamen kamu kurumlarını ele geçirmiş durumda. Bu mahkemeler açısından da devletin diğer kurumları, emniyet kurumları, güvenlik birimleri açısından da böyle. Tamamı parti devleti olmuş bir kurumsal yapılanmayı ortaya çıkarmış durumda.
İşimiz geçmişten daha zor. Şu an DİSK olarak 20 yılda AKP iktidarının işçi sınıfına ne kaybettirdiği üzerine bir rapor hazırlıyoruz. 20 yıl önce de biz bu yasalar ile mücadele ediyorduk ama o zaman işlerimiz biraz daha kolaydı. Bu kadar uzun davalar, mahkemelerin kontrol altına alındığı, ısmarlama yetkilerin çıkartılmadığı bir süreç vardı. Şimdi tamamen sermayenin kontrolünde ve işçilerin aleyhine her türlü düzenlemeleri yapma girişimi ve cesareti içerisinde olan bir hükümet var.
Türkiye’nin en büyük sorunu örgütlenme sorunudur; işçilerin örgütlenmesi, toplu sözleşme yapabilmesi… İşkoluna bağlı olarak değişiklikler olabiliyor. Metal sektörü kalifikasyonu yüksek işçilerin çalıştığı bir sektör, örgütlenme geleneği olan bir sektör. Buradaki örgütlülük de diğer sektörleri etkileyecek bir örgütlülüktür. Buralara da kontrol mekanizmalar kurulmaya çalışılıyor. Otomotiv, demir çelik, beyaz eşya sektörlerinde, mücadeleci, işçi haklarını savunan sendikaların dışında sendikalarca kontrol altına alınsın düşüncesi hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Bizim işimiz daha zor yani. Bir tekstil işkoluna, inşaat işkoluna göre daha zor noktadayız. Ekonomiyi otomotiv sektörü, demir çelik sektörü sırtlıyor. Burada işçi örgütlenmesin, örgütleniyorlarsa da DİSK örgütlenmesin başka sendikalar örgütlensin. Farplas’ta, Renault’da, Bosch’ta, daha öncesinde Ereğli’de bunu yaşadık. Ankara’da birçok kamu kuruluşunda örgütlenmeler yaptık, Aselsan gibi. Bizi oralara sokmamak için devlet bütün gücünü kullandı. Mesela Tük Hava Yolları Teknik AŞ’de örgütlenmeye çalıştık, orayı Hava İş’ten koparttılar, Teknik AŞ’yi metal işkoluna soktular. Bize üye sayısı olarak tam geliyordu, çoğunluğu da almak üzereydik, bakanlıkta bekleyen Çelik-İş Sendikası’nın bütün geçersiz üyeliklerini aktif hale getirip, Çelik-İş’e teslim ettiler orayı. 7-8 bin kişinin çalıştığı bir yer, defalarca biz eylem yaptık mücadele verdik.
Bu yasal prosedür tamamen işçinin aleyhine, 12 Eylül mantığıyla ve tamamen işverenlerin talepleri doğrultusunda hazırlanmış bir yasal düzenleme. Yasanın ismini değiştirdiler ama isminin değişmesi hiçbir şeyi değiştirmedi.
Bir de özellikle ihracatı ve ekonomiyi sırtlayan işkollarını sarı sendikalar üzerinden kontrol altında tutmaya çalışıyorlar. “DİSK gelecekse gelmesin, onun yerine başka sendikayı getirelim” gibi bir yaklaşım var. Tüm işkollarında böyle bir zihniyet 12 Eylül’den sonra oralara böyle bir duvar örüldü. Duvarların başına da sarı sendikaların gardiyan olarak konulması sağlandı. Sermaye ve 12 Eylül yasalarının bekçiliğini yapıyorlar.
Bu tür stratejik yerleri size vermek istemiyorlar. O alanları kontrol altında tutmaya çalışıyorlar. Farplas da aslında bunlardan birisi. Farplas far üreten bir fabrika ama birtakım teknik işyerlerinin altyapısının da oluşturulduğu bir yer. Özellikle bu yerli araba TOGG’un da altyapısının da oluşturulduğu özel bir fabrika. Yıllardır orada örgütlenilmemesi konusunda her türlü sahtecilik işlerinin yapılmasına müsaade edilmiş. Şirketlere bölünmüş, her şirket ayrı iş kolunda gösterilmiş, ana firmanın dışında işveren kendi işçi kiralama ofisini kurmuş, bir yerlere üye olduğu zaman başka istihdam bürosuna geçiriyor üyeliğini düşürüyor. Her türlü yasadışı işler yapılıyor. Buna rağmen hepsini aştık içeride 5-6 tane şirket vardı biri dışında hepsinde örgütlendik. Ama ana firmada beyaz yakalı fazla olduğu için (onlar sendika üyesi olmak istemiyorlar) oraya da Türk Metal’i çağırdı.
Bizim örgütlendiğimiz şirketleri kapattı. Üyeleri işçi kiralama bürolarına geçirdi, üyeliklerimizi düşürdü. Oradan da ana firmaya geçirerek Türk Metal’i yetkili sendika haline getirdi. Bu yetkiye de biz itiraz etmeyelim diye 1 hafta tebligatı PTT’de tutmaya çalıştı. Suç şebekesi gibi. Biz bunu Ankara’da Yenimahalle PTT’de bulduk. İtirazımızı yaptık. Her türlü, hilenin, hurdanın sahtekârlığın yapıldığı bir süreç.
Farplas’ta işçiler eylem yaptı. Çatıya çıktılar. Polis akıl almaz bir şekilde vahşice saldırdı. Hamile kadına saldırdı. İşçileri tekmeledi, çatıdan 30 metre yükseklikten aşağıya düşmesi için teşvik etti. Aşağıya brandalar kuruldu, itfaiye geldi. Bir tek savaş uçakları yoktu polisin saldırısı sırasında.
Sabaha kadar eksi 3 derece havada, çatıda soğuktan morarmış bir halde beklediler. Devlet işkence yaparcasına, örgütlülüğü engellemek için saldırdı. Devletin valisi ile görüşmeye çalışıyoruz, telefonlarımıza çıkmıyor. Talimat veriyor, insanlara örnek olacak başkasının da yapmasına cesaret edemeyeceği şekilde şiddet uygulandı. Bu daha önce Gebze’de çok sayıda yerde oldu.
BMİS olarak örgütlenme çalışmalarınızın bulunduğu işyerlerinde önünüze çıkan gerek hukuki gerekse polis şiddeti ile fiili engellemelere karşı sendika olarak nasıl aşmayı düşünüyorsunuz? Metal işçisi aşılmaz bir engelle mi karşı karşıya?
Buralarda yöntemimiz şu, bu süreci mahkeme süreci ile devam ettirirseniz uzun süreli bir problem ortaya çıkıyor. İşyerinde örgütlülüğümüz mü var, çoğunluğumuz mu var, işverenin önüne koyuyorsunuz yetki çoğunluk belgesini “sen kabul etmiyorsan ben de işyerinden ayrılmıyorum” diyorsun. Sonuçları neye mal olursa olsun. İnsanları yıllarca bekleterek, tamamen ümidini kırmaya, hatta sendikaya tepsi gösterir hale getirmeye çalışıyorlar. İşçiler sorumlusu sendikaymışçasına diyor ki, “Ben anayasal hakkımı kullandım, sen beni 5 yıldır bekletiyorsun.” Böyle bir yönelim de ortaya çıkıyor. İşveren de yapıyor bunu. Zaman zaman arada kalan işçi, devlete dese sesi çıkmıyor, çıkamıyor. İşverene sesi çıkamıyor, o da sendikaya tepki gösteriyor. “Sen neden beceriksizsin, avukatın neden bitirmiyor” diyor.
Metal işçilerinin mücadele geleneği çok şeyler ortaya çıkardı. Metal Fırtına temelde işverenlere karşı verilen bir mücadele değildir. Metal Fırtına bir işçinin istemediği bir sendikadan kurtulmak için, işini riske atarak, işverenle kavga etmeyi göze alarak ortaya koymuş olduğu bir fırtına. Tarihsel bir olaydır. İşçiler günlerce işi durdurdular, mücadele ettiler ama maalesef siyasi iktidar sermaye ile birlikte hareket ederek ve işveren sendikaları da sürece dahil olarak işçilerin bu direncini kırdılar. Ama birilerinin belki artık bir daha işçilerle oyun oynamanın bedellerinin ne olabileceğini göstermesi anlamında iyi oldu. Özellikle otomotiv sektörünün faaliyet gösterdiği Bursa bölgesinde böyle bir şeyin ortaya çıkması herkesin süreci tekrar göstermesine de neden oldu. İşçileri hafife almak, onların istemediği bir durumu ortaya çıkarmak bedel ödeme durumu yarattığı için daha dikkatli ve tedbirli olmaları gerekliliğini de ortaya çıkardı.
İki dönemdir MESS ile yaptığımız toplu sözleşmelerimiz başarılı oluyor. Artık Türk Metal gidip MESS ile tek başına TİS imzalayamıyor. MESS bana soruyor, “Sen ne diyorsun ne istiyorsun?” Türk Metal’i de o noktaya getirerek Birleşik Metal inisiyatifi içerisinde ve bütün metal işçilerinin daha az sömürüldüğü bir rakam ortaya çıkarıyoruz. Elbette ki çok iyi rakamlar değil, hep daha iyisini bulma çabamız var ama geçmiş dönemlere bakarsak son iki dönemdeki sözleşmeler daha iyi.
MESS’in dışındaki münferit sözleşmelerde çok başarılı işler yapıyoruz. Şu anda Türkiye’nin en iyi sözleşmelerini Birleşik Metal yapıyor. Bunu iddialı söylüyorum. Kayıplar telafi edilmeye çalışılıyor, eylül ayı itibariyle de en az 15 tane büyük işyerinin içinde bulunduğu MESS ile bir sözleşme dönemine giriyoruz. MESS ile yapacağımız sözleşmeler örnek sözleşmeler olacak. Şu anda metal sektöründe sözleşme sürecini belirleyen Birleşik Metal Sendikası’dır. Bunu herkes de kabullenmiş duruma.
Biz bu zorlukları elbette yaşamaya devam edeceğiz, örgütlenmede, toplu sözleşmede. Bunların çözümü nedir derseniz, çözüm Türkiye’de özgür bir örgütlenme düzeninin kurulmasıdır. Uluslararası hukuka, ILO normlarına, Avrupa Sosyal Şartı’na uygun bir örgütlenme Türkiye’de hayata geçirilmeden bunları düzeltme şansınız yok. “Şunun şurasını, bunun burasını düzelteyim” diyerek böyle bir şey mümkün değil, tamamının iptal edilmesi ve yenilenmesi lazım. Artık demokrasiyi tamir etmeden ziyade, demokrasiyi yeniden inşa etme dönemi başladı. Bu demokrasiyi inşa etme sürecinde de sendikal mevzuatın baştan sonra değiştirilmesini öneriyoruz istiyoruz.
Genel Sekreteri olduğunuz DİSK’e bağlı 6 sendika Temmuz 2022 istatistiklerine göre baraj üstünde kalarak TİS yapma yetkisine sahip. Diğerleri baraj engeline takılıyor. Ancak yetkisi olanlar da engellerle karşı karşıya. Bu engelleri aşmak için tek tek sendikalar olarak değil de konfederasyon olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz?
DİSK olarak ne yapıyorsunuz bu konuda dediğiniz zaman, her sendika olarak kendi çabasını ortaya koyuyor. Duyurusunu yapıyor, sempozyumlar düzenliyor, tehlikenin ve yaşanılan sürecin farkındalığını ortaya koyacak her türlü işi ortaya koyuyor. Direnişler yapıyor. Şu anda Birleşik Metal’in dört tane direnişi devam ediyor. Anayasa hakkını kullanan işçiler işten atılıyor, sen de ona sahip çıkarak direnişi başlatıyorsun.
Ama sadece direnişle de olmuyor. Başka şeyler de yapmaya çalışıyoruz. Üniversite alanını, aydınları, sendikaların bütün kapsadığı alanı bu sürecin içerisine dahil etmeye çalışıyorsun.
Hükümetin bu konuda yaşanan rahatsızlığı hissetmesi lazım. Birkaç gün önce bir yazı geldi. Cumhurbaşkanlığı, Anayasa’nın çalışma hayatı ile ilgili düzenlemeleri konusunda DİSK’ten görüş istiyor. Bu seçim yaklaşıyor, yeni bir fotoğraf ortaya koyma, işi cilalama noktası diye de değerlendirilebilir ama bu bile önemli.
Bakanlığa mektup yazmıştık, görüşmek istiyoruz, taleplerimizi iletmek istiyoruz diye kamuoyuyla da paylaştık bu mektubumuzu. Yaşanan örgütlenme süreçlerini ve hukuki süreçlerdeki zorlukların neler olduğunu. Bize dönüş yapmadı. Ama böyle bir çalışma üzerinden biz taleplerimizi tekrardan ileteceğiz. Her alanda bu tür çabalarla yaşanılan sıkıntının boyutunun ne olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Gerçekten de artık her fabrikanın önü, işçilere saldırılan her fabrikanın önü mevzi ve mücadele alanı haline dönüştürülmeye çalışılıyor. Her yerde. Enerji sektöründe de, sağlık sektöründe de, genel hizmette de, bizde de her işkolunda aynı sorunlar yaşanıyor ve bunu biz düzeltilmesi doğrultusundaki çalışları daha da yoğunlaştırarak devam edeceğiz. DİSK’in şu anda yapmış olduğu faaliyetler bunlar. Mücadele ve ne yapılmasına gerektiğine dair bir raporlama süreci ve bunu ilgili alanlara duyurma süreci.
TİS masasının fiilen ortadan kalkması ve geleneksel sendikal hareketin krizi karşısında yeni tipte işçi örgütlenmeleri ve hareketleri gelişiyor. Ocak-Şubat aylarında gelişen çok sayıda işçi direnişi ya da geleneksel yöntemler dışında gelişen işçi direnişlerinin DİSK dahil geleneksel emek örgütleri tarafından yeterli ilgi ve desteği görmediği yönündeki eleştirilere ne dersiniz?
Ben ona katılmıyorum. DİSK bugün nerede işçinin nerede canı yanıyorsa elbette orada olur. Mücadelesini her platformda devam ettirir. DİSK demek sadece konfederasyon demek değildir. BMİS nerede bir eylem varsa oradadır. Petrol-İş eylem yapıyorsa oradadır, Lastik-İş eylem yapıyorsa oradadır. Deriteks eylem yapıyorsa oradadır. Bir bütünsellik olarak değerlendirmek gerekir. Biz genel anlamda her yere koşturmaya çalışırken bazı yerleri görmezden gelme anlamında değil de yeterince ulaşamıyor olabiliriz. Ama ilgili sendikalardan da bu konuda DİSK’e de talep gelmesi lazım. Yani ben durup dururken konfederasyon olarak gidemem ki. Ben sendika olarak ne yaparım, BMİS olarak veya başka bir sendika olarak şurada bir eylemim var konfederasyonu oraya çağırıyorum, orada eylem yapmayı talep ediyorum. Assan Metal önünde biz 15-16 Haziranı kutladık. Başka yerde başka etkinliklerde yaptık. DİSK nereye çağrılırsa orada olur. Bazı yerlerde elbette çağrılmadan da gidilir ama bunların hepsi konfederasyonun kendine özgü çalışma biçimleri içerisinde sürdürülür.
Her eyleme yetişme şansımız da olmuyor. Her sendikanın kendine özgü bir sürü sorunu var. Şimdi Genel Başkan (Arzu Çerkezoğlu), Devrimci Sağlık-İş’in de genel başkanı. 2 senedir bütün ülkedeki üniversiteler, hastaneler dolaşılıyor. Nefes alacak zamanları yok. Onu “sen büroda oturuyorsun da gelmiyorsun” diye suçlamak doğru olmaz. BMİS Türkiye’yi eylem alanına çevirmiş zaten. Onun da genel başkanı benim. Herkes kendi işine boğulduğu için bazı yerleri gözden kaçırabiliyoruz. Bunu hemen “DİSK yeteri kadar sahip çıkmıyor” diye değerlendirmek haksızlık olur. Devrimci Yapı İş kendi derdiyle uğraşıyor, Tekstil kendi derdiyle uğraşıyor. Lastik-İş kendi derdiyle uğraşıyor. Hepsi yönetimde olan arkadaşlarımız bunlar. Gözden kaçan yerlerde öyle olmasını istediğimiz için değil kendi yoğunluğumuzdan kaynaklı. Kim çağırırsa DİSK oradadır bunu da herkes bilsin.
Ekonomik krizin de ağırlaştığı koşullarda toplumsal siyasal hareketliliğin arttığı bir döneme giriyoruz. Emek hareketini nasıl bir sonbahar bekliyor?
Türkiye bir ekonomik krize giriyordu, üzerine pandemi tuzu biberi oldu. Daha büyük zorluklar yaşandı. Kod-29’undan tut da ücretsiz izinlere kadar çok sayıda zorluklara karşı DİSK tek başına direndi. Herkesin kenara köşeye çekildiği bir dönemde DİSK direndi. Bütün hukuksuz şeyleri dile getirmeye çalıştı. Gerçek verileri kendi araştırma merkezleri ile ortaya çıkararak dile getirmeye çalıştı, bedel de ödedik. Ama bütün sahte verilerini de çürüttük.
Bu süreç içerisinde insanlar hem kriz hem de pandeminin etkisi ile çok mağdur oldu. İşçiler geleneksel eylem dışında bir sürü eylemlilikler ortaya koydu.
İşçilerin kayıpları arttı, ardından savaş patladı, savaşın ortaya çıkardığı enerji ve gıda krizi, her şeyin pahalanması, yeni bir ekonomik kriz, dolar 18 lira oldu, enerji fiyatları arttı. İnsanlar nefes alamayacak duruma geldiler.
Önümüzdeki günlerin bugünlerden iyi olmayacağına dair de bir genel kanı var. Gidişat, düzelecek noktasında düşünülen bir gidişat değil. Gelecekte daha kötü olacağı için bugünden hazırlıklarını yapmak zorundasın. Nedir bu hazırlıklar? Yeni bir mücadele evresi ortaya koymak bu önemli. Ama esas işin öznesini kaçırmamak gerekir. Bugüne kadar ortaya çıkan sorunların öznesi siyasal iktidardır. Siz bu siyasi iktidarla bu işin düzelmeyeceğini düşünüyorsanız, temel olarak sorunun onu ortadan kalkması ile giderileceğini düşünmeniz gerekiyor.
Bizim karşımızdaki yapılması en önemli iş bu bedelleri bize ödeten işçilerin büyük kayıplara girmesine neden olan siyasi iktidarın artık gönderilmesidir. Bunu yapmak gerekir. Bunun için de toplumsal muhalefet gerekiyor. Herkesin kendi cephesinden çığlık attığı, serzenişte bulunduğu bir dönemi geçtik. Herkesin bir ortak mücadele içerisinde asgari müşterekte, ortak mücadele içerisinde bulunması gerekiyor.
Çeşitli ittifaklar kuruluyor. Elbette bunlarda zarar yok. Çeşitli partilerin olduğu veya sosyalist bloğun içerisinde olduğu. Ama hepsinin bence bir noktada bir şeyi gözden kaçırmaması gerekiyor. Bizim için tehlike nedir? Onu yok ettikten sonra kendi ideallerin doğrultusunda yeni bir sürecin kurulması çabasını ve etkin kadar onun hayata geçirilmesini sağlayabilirsin. Ama önce bizim bu duvarı yıkmamız gerekiyor. O duvarın yıkılması içinde herkesin omuz birliği yapması gerekiyor. Ona birlikte yüklenmemiz gerekiyor. Gelecekle ilgili bizim projeksiyonuz da aslında bu. Ortak bir mücadele öncelikle bu işçi düşmanı anlayışı ortadan kaldırmak. Geleceği yeniden birlikte inşa edebilmek. Emekçilerin daha rahat yaşayabileceği bir düzeni kurabilmek. Gücümüz neye yetiyorsa.
Elbette şu anda DİSK’in üye sayısı etkisinin çok altında. DİSK etkisi üye sayısı ile özdeş bir durumda değil. Herkesin DİSK denildiğinde durup düşündüğü bir örgüt olduğunu unutmamak gerekir. Bu nedenle biz ağırlığımızın ne olduğunu biliyoruz, etkimizin en olduğunu biliyoruz ve ona göre davranmaya çalışıyoruz.
İzmir’de zehir gemisine karşı eylemliliğin en başında yer alıyoruz. Kayyumlara karşı mücadelenin en başında yer alıyoruz. Bunların hepsi DİSK’in etkisinin ne olduğunu gösterir. Sendikal düzenlemeler ile ilgili bir şey yapılacaksa DİSK’in görüşünün ne olduğuna herkes bakıyor. Bir sözleşme yapılacaksa DİSK bu konuda ne yapmış diye bakılıyor. Bu etkinin gelecek sürecin inşasında da önemli olduğunu düşünüyorum. Biz bu öneme uygun olarak davranmaya çalışıyoruz. Bu konuda kararlıyız. Sürecin artık emekçilerin lehine evrilmesine yönelik çabamızı kararlılıkla sürdüreceğiz.
Söyleşi: Ozan Cırık
https://sendika.org/2022/08/onumuzde-barajlar-var-toplu-sozlesme-hakkinin-gaspi-ve-sinif-hareketinde-yeni-arayislar-663691/