Bir Sivil Toplum Kuruluşu (STK) çalışanı olarak, bu yazıda STK’lerin ortaya çıkışı, misyonu ve geldikleri noktada neye dönüştüklerini anlatmaya çalışacağım. STK adıyla birçok farklı kuruluş pek çok alanda çalışma yapıyor elbette ama benim çalıştığım ve gözlemleyebildiğim STK’ler ağırlıkla mülteci/göç alanında faaliyet gösterenler olduğu için yazıda bu alandaki STK’leri baz alacağım
1970’li yılların ortasında, küresel çapta petrol krizi ve büyük ekonomik durgunluk yaşandığında liberal iktisatçılar bu tıkanmadan II. Dünya Savaşı ertesinde uygulanan “refah devleti” modelini sorumlu tuttular. Bu model, büyük oranda İngiliz iktisatçı J. M. Keynes’in fikirlerine dayanıyordu ve kabaca, devletin piyasaya daha fazla müdahale etmesini, üretilen ekonomik değerin tabana daha fazla yayılarak tüketimi arttırmayı ve topluma geniş sosyal haklar sunulmasını içeriyordu.[1]
70’lerin sonunda ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’ın iktidara gelişiyle kapitalist dünyada “refah devleti” anlayışı terk edilerek neoliberal modele geçildi. Bu model ise, devletin sosyal sorumluluklarını budamayı, piyasayı kuralsızlaştırılmayı, geniş halk yığınlarını güvencesizleştirmeyi, sendikaları etkisiz kılmayı vs. içeriyordu ve toplumsal refah yerine bireysel refahı merkeze alıyordu.
“Hür Dünya”nın(!) bir üyesi olarak Türkiye de bu sürecin bir benzerini yaşadı. 61 Anayasası ile çeşitli sosyal haklar kamu garantisine alındı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü yasalarda kendine yer buldu. Ancak bu dönem 1971’deki askeri muhtıra ile kısmen, 1980 darbesiyle de tamamen kapandı. Özallı yıllar, Türkiye’nin sert şekilde neoliberal dönüşümüne sahne oldu.
Neoliberal dönüşüm yıllarında, kamunun sosyal politikalar alanından çekilmesiyle, toplumun dezavantajlı grupları önemli ölçüde kamu korumasından mahrum kaldı. Sosyal yardım ve koruma devletin bir ödevi olmaktan çıkarılarak, siyasi iktidarların keyfi tercihlerine bırakıldı. Bu dönem, toplumun politik amaçlarla örgütlenmesinin, siyasal partilerin, meslek birliklerinin, sendikaların da etkinliğinin zayıflatıldığı bir dönemdir. Kapitalist devletler, kendi sorumluluğunu perdelemek ve halkın örgütlenerek karar alma süreçlerine doğrudan etkisini kırmak amacıyla STK tipi organizasyonların önünü açmıştır. Çünkü bu kuruluşlar, birbirinden ayrıştırılmış ve daraltılmış gündemlere odaklanarak hem kamunun ikamesi olarak sosyal fayda üretecek hem de toplumu birleşik bir politik perspektiften uzak tutacaktı. Bugünkü STK’lerin veya öncüllerinin pek çoğu, kâr amacı gütmeyen devlet dışı organizasyonlar olarak, tam bu dönüşüm yıllarında ortaya çıktı; çeşitli amaçlarla (bilimsel, sosyal, kültürel, eğitim, sağlık), bireylerin ya da toplumsal grupların desteklenmesini, güçlendirilmesini amaçladı. Bu nedenle sivil toplum alanı, kamu ve özel sektörden farklı çalışma konuları ve yapılarından hareketle “Üçüncü Sektör” adıyla da anılıyor. Yapısal olarak ‘bağımsız’ görünse de STK’ler ekonomik açıdan fona, hibeye veya devlet teşviklerine bağımlıdır.
STK’lerin çalışma yürüttüğü alanla ve hedefleriyle paralel olarak çeşitli yaklaşımları benimsediği görülür. Kimi kuruluşlar, ihtiyaç temelli insani yardım/hayırseverlik çalışmaları veya eğitim çalışmaları yürütür. Kimi kuruluşlar da çeşitli dezavantajlı gruplar için, hak temelli bir yaklaşımı benimser. İnsan haklarının bölünmezliğine ve evrenselliğine dayalı bu yaklaşım genel olarak; sorumlu yapıları izleme, ihlalleri belgeleme, grupları/bireyleri hak talebine teşvik etme ve hassas konularda kamuoyu yaratma gibi yöntemler kullanır. Önemli bir diğer nokta, STK’lerin kurumsal yapısının -doğası gereği- devlet ve özel sektöre kıyasla daha yatay bir hiyerarşiyle, katılımcı, demokratik, şeffaf ve hesap verebilir olarak tarif edilmesidir.
Türkiye’de 80’lerin sonunda etkinlik kazanan STK’ler, 2000’lerde Avrupa Birliği’yle (AB) müzakere sürecinin yarattığı atmosferde sayıca arttı ve faaliyet alanları genişledi. Suriye’de yaşanan savaşın ardından oluşan kitlesel göç dalgasıyla da pek çok yerel ve uluslararası STK göç alanında projeler üretmeye başladı. Bu STK’lerin bir bölümü söz konusu göç dalgasından önce de faal olup çalışmalarını bu alana doğru genişletirken, önemli sayıda STK de salt bu amaçlarla kuruldu. Fon veren uluslararası kuruluşların göç alanına ilgisinin artmasıyla bu alana ciddi bütçeler ayırması pek tabii merkezi iktidarın da ilgisini çekti. Bu dönemde merkezi iktidarla uyumlu veya onun kontrolünde olan STK’ler de boy göstermeye başladı.
Bugün Türkiye’de göç alanında çalışan STK’lerden bir kısmı, siyasal alandan ve topluma egemen olan ideolojiden gelen baskılara karşın, zaman zaman bedel ödeme pahasına etik değerlere, ilan ettiği misyonuna, politika metinlerine paralel tutum alma çabasını gösterirken ne yazık ki alanda faal pek çok STK ise sivil toplum alanında genel kabul görmüş insan hakları temelli bakışın gereklerini yerine getirmiyor. Bu STK’ler fon ve hibe veren kuruluşların çizdiği çerçeveye uyup, hedef koyduğu istatistiklere ulaşarak bir sonraki proje döneminde de fon almak dışında bir kaygı gütmüyor. Etik ve hak mücadelesi boyutundan bakıldığında da bu kurumlar yerel ve ulusal ölçekteki çalışmalarında, ancak merkezi iktidarın izin verdiği ölçüde hareket ediyor. Uluslararası kurumları yönlendiren Batılı siyasi odaklar ile ülkedeki siyasi iktidarın göç krizine dönük anlaşmalarının içeriği (bkz. 2016 Geri Kabul Anlaşması)[2], bu STK’lerin çalışma biçimini belirliyor demek mümkün. Mesela, anlaşma mültecilerin Türkiye’de tutulmasını hedeflediği için fonlar büyük oranda mültecilerin “sosyal uyum”unu hedefleyen projelere verilmeye başlandı. Bu projelerin ne kadar yetersiz kaldığı bugün oluşan siyasi ve toplumsal çatışma ortamında net olarak görülüyor. Eşzamanlı olarak kolluk güçleri mültecilerin Avrupa’ya doğru “düzensiz” hareketini kısıtlarken başta Birleşmiş Milletler (BM)ve ortağı olan STK’ler de mültecilerin evrensel hukuktan kaynaklanan haklarını savunmak konusunda pasif kaldı. Bu anlamıyla söz konusu STK’ler göç alanında, Batı’nın ve merkezi iktidarın konuya yaklaşımını sahada uygulayan birer taşeron işlevi görüyor.
Bu STK’lerin çalışmaları elbette bir ölçüde göçmenlerin yaşamına dokunuyor, bazı haklara erişmelerini sağlıyor. Ancak hak temelli çalışan STK’lerden çok daha fazlasını beklemeliyiz. Söz konusu kuruluşların kahir ekseriyeti, uzun süredir tehlikeli bir tırmanışa sahne olan mülteci karşıtlığı konusunda hak ihlallerini kamuoyuna duyurmaktan, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı tavır almaktan, topluma ve devlete kalıcı bir perspektif sunmaktan kaçınıyor. Şunu söyleyebilirim ki, yakın gelecekte mültecilerin geri gönderilmesi kararı alınır ve uygulamaya geçilirse-demokrat ve özgürlükçü kamuoyunun isimlerini iyi bildiği birkaçı dışında-alandaki STK’ler, evrensel insan hakları değerlerini değil devletin ve fon veren kuruluşların onlara biçtiği rolü önceleyecektir.
STK’lerin demokratik, katılımcı karar alma süreçlerinin olduğu, çalışan ve gönüllülerinin haklarına saygılı olunduğu, emek sömürüsü yaşanmadığı, mobbing, taciz gibi fiillere rastlanmadığı (rastlanırsa müsamaha gösterilmediği), şeffaf olunduğu şeklinde bir algı vardır. Normaldir, zira STK’ler kendilerini bu şekilde tanıtır. İsimlerine ve “misyonumuz” başlıklı metinlerine baktığınızda, neredeyse tüm STK’lerde sık sık “dayanışma”, “yardımlaşma”, “insan hakları”, “koruma”, “katılım”, “güçlendirme” türünden sözcüklerle karşılaşırsınız. Uzaktan baktığınızda güzel bir çiçeğin canlı yaprakları gibi görülen bu kavramların, yaklaştıkça dekoratif amaçlı yerleştirilen yapay bir çiçekte nefes alamadığını fark edersiniz.
Son zamanlarda bazı STK çalışanlarının aktarımları[3], mahkeme süreçleri, Sivil Alan Dayanışması’nın yayımladığı raporlar[4] incelendiğinde STK’lerde yoğun şekilde hak ihlalleri yaşandığı, çalışanların yaygın biçimde mobbinge maruz bırakıldığı görülüyor. STK’lerde yönetici düzeyindeki kişilerin otoriter yaklaşımlarla, çalışma ortamında eşitlik, şeffaflık, hak bilinci gibi değerleri yok etmeye çalıştığı raporlarda açıkça ifade ediliyor. Bu değerlere kurumlardan çok, bu değerleri içselleştirmiş çalışanlar sahip çıkmaya çalışıyor. Kırılgan gruplara hizmet sunan bir alanda emek veren çalışanların birçoğu, sözü geçen yaklaşımlar sonucunda kendini hukukunu koruyamayan, söz ve karar süreçlerinden dışlanmış bireyler olarak hissediyor. Önemli sayıda çalışanın yaşadıkları hayal kırıklıklarıyla bu alanda çalışmayı terk ettiği ya da bu kurumlardaki yoğun piyasalaşma ve güvencesiz iş koşulları nedeniyle işsiz kaldığı biliniyor. Diğer yandan bu gelişmelerle, alanda çalışan profilinin yıllar içinde dönüştüğünü de söyleyebiliriz. İnsan hakları değerlerine aşina, dışlanmış kişi ya da gruplarla duygudaşlık kurabilen kişilerin aynı zamanda çalışma ortamına ve yöntemine dair fikir beyan etmesi maalesef bu kuruluşlardaki yöneticiler açısından kabul edilen bir tutum değil. Aynı yöneticiler tek sesli ve baskıcı bir ortam yaratmak adına “baş ağrıtan” çalışanları her fırsatta işten çıkarıp yerlerine etik/haklar hassasiyeti olmayan -ırkçı/ayrımcı/homofobik kişiler dahil- sadece uyumlu bireylerle çalışmayı tercih ediyor.
Projelerde vaat edilen sayılara ulaşmak için çalışanlar bir yandan yoğun performans baskısına maruz bırakılırken, bir yandan “insani kriz” alanında çalışıldığı gerekçesiyle bu baskı meşrulaştırılıyor. Üst düzey yöneticiler, çalışanlarla yaptıkları “motivasyon” toplantılarında -tıpkı şirketlerdeki gibi- sürekli “biz bir aileyiz” söylemine başvuruyor. Çalışanların karar süreçlerinden dışlanması, bilgilendirilmemesi, ihlal ve istismarlarla sık karşılaşması ve bu ihlallerin örtbas edilmesini düşünürsek fiiliyatta yaşanan şey, “aile” kavramının tüm olumsuz çağrışımlarıyla hayat bulmasıdır. Bu alanda çalışanların çoğunu oluşturan saha çalışanları, sosyal hizmet görevlileri ve tercümanlar, güncel olarak 7-8 bin TL bandında maaş alırken, aynı kurumların yönetim tabakalarında bulunan kişilerin -bütçeler çalışanlarla şeffaf biçimde paylaşılmadığı için dolaylı bilgiler ışığında- en az 25-30 bin TL bandında maaş aldığı düşünülüyor.
STK’ler başlangıçta kamu-piyasa ikiliğinin ihmal ettiği alanlarda alternatif olma iddiasıyla inisiyatif alırken, geldiğimiz noktada STK’ler-taşeronlaşmayla beraber- yapısal/yönetsel anlamda katı hiyerarşik ve otoriter, çalışanların özlük hakları açısındansa en geri piyasa kurallarıyla hareket eden şirketvari oluşumlara evrilmiş durumda. STK alanının görece küçük olması, STK yöneticilerinin çalışanlara karşı “referans” mekanizmasını bir sopa gibi kullanmasına yol açıyor. Bir STK’de çalışırken hak gaspına/mobbinge uğrayan çalışanın, herhangi bir hak arayışına girdiği takdirde diğer STK’lerde iş bulmasının zorlaşacağı her fırsatta ona hissettiriliyor. Bundan kaynaklı, çalışanlar arasında yoğun bir korku ve sessizlik hâkim. Şu anda STK’lerde ücretli çalışan 70 bin kişi var;[5] gönüllü ve hizmet alımı yoluyla çalışanlar eklenirse bu sayının çok daha fazla olduğu açık. Buna karşılık alanda sendikalı işçi sayısı çok düşük. Bu alanda çalışan insanların, STK yönetimleri tarafından oluşturulan korku iklimine karşı daha fazla bir araya gelmesi, örgütlenmesi, yaşanan ihlalleri ve taleplerini kamuoyuyla paylaşması bir zorunluluk. Halihazırda Bağımsız Emek Sendikası, Sosyal-İş ve Sivil Alan Dayanışması (Universus) bu alana yönelik dayanışma ve örgütlenme pratikleri sürdürüyor. Sivil toplumda çalışanlarla dayanışmak isteyen kişi, örgüt ve sendikaların yerel STK’lere ve fon veren kuruluşlara, çalışan haklarını tanıması, savunduklarını ifade ettikleri değerleri uygulaması yönünde baskı yaratması da çok önemli.
Dipnotlar:
[1] https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2019/09/16.Salih_.ALP_.pdf
[2] 2016 yılında Türkiye ile AB arasında imzalanan anlaşmaya göre, 6 milyar avro mali yardım karşılığında Türkiye sınır güvenliğini arttırarak, Avrupa ülkelerine düzensiz göçü engellemeyi vaat etti.
[3] https://birartibir.org/sanki-stk-degil-kar-odakli-sirket/
[4]https://drive.google.com/file/d/1rhEmq90EEQo-C3bf_7sFflPtFJyPGYrU/view
Türkiye’de Hak Temelli Sivil Toplum Örgütlerinde Çalışan Haklarının Mevcut Durumu Araştırması
[5] https://birartibir.org/duygusal-emek-duygusal-somuru-muhtesem-guvencesizlik/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.