İşçiler bugünlerde bazı eylemlerinde parti, sendika, örgüt olmadan da direniyorlar, kazanıyorlar, kaybediyorlar. Bu durum işçilere ait/ ilişkili bazı yapıların eksikliklerini ortaya koysa da sonuçta kitlelerin kendi sorunlarına, kendi çözüm ve kurtuluşlarına kendilerinin sahip çıkmasını göstermesi bakımından arzuladığımız bir şey değil midir?
Sonbahar bir ürperti duygusuyla gelir. Kollarınızda gezen, omzunuza dokunan tatlı bir esintiyi hissedersiniz belli belirsiz. Yaz aylarının rutubetli ağır havasının etkisini bir anlığına da olsa alıp götüren altın değerindeki esintilerde bunlar. Önce tek tük kendini gösteren esintiler sonraki günlerde giderek artarak kalıcılaşır. Bir süre sonra ürpertiler de sıcak hava da taşınır gider uzaklara. Bizim ülkemizde (bir ülke mensubuyuz nihayetinde) bahar ile coşku atbaşı gider, bahar ile umutlar beraber canlanır ve beraber sönümlenip gider. Kış mevsiminin ardından gelen baharın verdiği “dirim”, her şeyi alt edeceğim gücü verir insana. Yapabileceğine ve değiştirebileceğine olan inanç, ayların gülü olan mayısla başlayan devrimci coşku, eylül ayıyla beraber kaybolmaya yüz tutar, toplumsal coşku kısmen geri çekilir.
Devrimci coşkumuzun/ tarihimizin kısa bir özeti gibidir mevsimlerin döngüsel olarak anımsattıkları… 1960-80 arası yaşayanlar ve doğanlar gerçek anlamda bir toplumsal uyanışın ve başkaldırının tüm ışıltısını ve acısını hızlandırılmış bir uygarlık tarihi gibi yaşadılar. 1960-80 arası diye bir dönemselleştirmeye başvurmamızın nedeni, klasik kuşak tanımından ziyade bu dönemin önceki ve sonraki dönemlerden farkını öne çıkarmak içindir. Bu farkı da tek cümleyle şöyle ifade edebiliriz: Her türlü fikir, düşünce ve ideolojiler ilk kez düşünsel/ söylemsel ve kitabi bilgiler olmaktan çıkıp kanlı canlı insanlar tarafından gündelik hayatın içine taşınmıştır. Düşünceler/ fikirler/ ideolojiler devletli kesimin iç ve yüzeysel tartışmaları olmaktan çıkmış, sokaktaki insanların gerçek kavgalarına dönüşmüştür. Halk ekmek kavgasının yanında fikir kavgasına tutuşmuştur. Ekmek ve fikir kavgasının siyasal bilince dönüşmesi, siyasal bilincin açık açık iktidar hedefli olması alışkın olunmayan, yepyeni bir durumdu egemenler için. “Ürkmüştü manastır fareleri” halkın bu yeni halinden.
***
12 Eylül faşizmi ile her yıl eylül ayında açılan okullar bir ve aynı nobran zamanların iki yüzü gibi duracağını duyurur sanki herkese takvimlerde. 12 Eylül faşizmi, toplumsal kâbusunu öncelikle işkence ve idamlarla gençlere, okullar ve gerici eğitim sistemiyle de çocuklara dayatmıştır. Eylül ayı bir toplumun hayat enerjisini/ dirimini/ vitalitesini öldürmeye programlanmıştır sanki. 12 Eylül faşizmi bir sınıfın diğer bir sınıfa sıra dayağı atması; bir sınıfın, emekçi sınıfların coşkusundan, yaratıcılığından, potansiyellinden ürkmesidir.
Düzen, geniş kitlelerin çekingenliklerini çok iyi bildiğinden ilk elden gençleri ve çocukları hedefe koymuştur. Baskılar, idamlar, yargısız infazlar, uzun tutukluluk ve hapisler, işkenceler ağırlıklı olarak gençlere yapılmıştır. İdamı ile “hep on yedi yaşında” kalan Erdal Eren’le, otuzaltı yaşında dövülerek cezaevi avlusunda öldürülen İlhan Erdost aynı gençliğe mensup olduklarından benzer kaderi paylaşmışlardır. Gençliğin yanı sıra okul çağına gelmiş küçük çocuklar eylül ayının diğer mağdurlarıdır. Altı-yedi yaşlarına kadar bıcır bıcır olan, gözleri ışıl ışıl parlayan çocuklar, okula başladıktan koşa bir süre sonra gerici, rekabetçi, kapitalist, bireyci bir eğitim sistemi tarafından tüm enerjileri emilmekte, çocukların gözlerinin feri sönmektedir. Toplumsal duyarlılık oluşumuna zemin olabilecek bilimsel bilgi kırıntıları müfredattan çıkartıldığından, “her şey olacağına varır” kaderciliği gizli açık tüm eğitim sistemine yedirilmiştir. Yeni, ince bir idealizm kâh postmodernizm kâh kişisel gelişim kâh kuantum fiziğinin fizik dışına ölçüsüzce taşırılması kâh toplumsal içeriğinden yalıtılmış bilimsel verilerle çocukların kafası karıştırılmış ve hayatlarına yön verecek toplumsal/ bütüncül değerlerle buluşmasının önü kapatılmak istenmiştir. Ana sınıfından başlayan paralı eğitim, zaten eğitimin tüm aşamalarında halk çocuklarını elemek üstüne inşa edildiğinden, çocuklar ve aileleri hummalı ama sonuçsuz bir koşturmaca içinde kalmışlardır. Memleketin iyi okullarında okumuşlar, zenginler veya şansı yaver gitmiş bir kesim de durmadan “nitelikli ara eleman” eksikliğinden ve onlara verileceği söylenen “yüksek maaşlardan” bahsetmezler mi sabah akşam? Eee! Niye kendi çocuklarınızı yollamıyorsunuz o vakit meslek okullarına? Hani herkesin doktor, mühendis olması gerekmiyordu! Yollayın işte çocuklarınızı, babalarının fabrikalarında usta olarak çalışsınlar! Olur mu hiç? Bütün toplumsal doğrular nedense hep emekçi sınıflara söylenir ve onlar için geçerli olur.
***
Eylül 1960-80 arası yaşayanlar ve doğanlar gerçek anlamda bir toplumsal uyanışın ve başkaldırışın tüm ışıltısını ve acısını yaşadılar demiştik. Bu topraklardaki topyekûn ayağa kalkan ilk kuşaklar oldular. Kemalizm’e kenarından kıyısından bulaşarak, kimi zaman yanlış toplumsal sınıflara dayanarak yapmak istediklerini, bir halk hareketi ve gerçek siyasi özneler olarak sosyalizm perspektifiyle var kılmaya çalıştılar. Kemalistlerin modern düşünceli bürokratların aklıyla ve aracılığıyla yapmaya kalktıkları yenilikler, amacı kâr elde etme olan sınıflar tarafından bir süre sonra gereksiz bulunan, toplumun değerleriyle uyumsuz görülen yenilikler olarak sunuldu kitlelere. Toplumcu bir düşüncesi olmayan sınıflardan toplumsal bir duyarlılık beklemek, hayali bir vatan sevgisi etrafında kenetlenip muasır medeniyet seviyesine ulaşacaklarını ummak, her şeyden önce hâkim sınıfların doğasına aykırıydı. Hâkim sınıfların öyle bir amacı niye olsun ki? Niye yorsun kendini toprak ağası veya ithalatçı zevat toplum için? Sanayici veya tüccar neden bir sosyal sorumlulukla hareket etsin ki? Ya da kaç iyi niyetli yüksek bürokrat ne kadar süre bekler ki kendi menfaatlerini gözetmeden devlet kapısında? Yetim büyümüş ve devlet okulunda yetişmiş Mustafa Kemal bunu umabilir, milli mücadele döneminin sıcak havası içinde dönemsel olarak etkilenmiş diğer bazı kadrolar bunu bekleyebilir ama bu sürdürülebilir bir motivasyon değildir. Bir süre sonra bu durum tavsar ve herkes kendi yoluna döner. İşte toprak ağası bir aileden gelen Menderes buna itibar etmez, toprak reformu yapacak hali yok ya! Sınıfları yerlerine geri yollar! Tarıma traktörü sokar, kendi modern yaşar ama halkın bir bütün olarak modernleşmesini, aydınlanmasını istemez. Irgat, ırgat olarak kalmalıdır çünkü.
1960-80 arası yaşayan ve doğanlar bu bağlamda ilk reşit olma deneyimini yaşayan ve bunu topluma yayma mücadelesinin verildiği dönemin kurucuları olmuştur. İlk kez bir sınıf olarak kendi için aydınlanmış kuşak demek daha doğru olur onlar için. Kendi ayakları üstünde durmaya çalıştılar. Devletten, dinden, aileden, özel mülkiyetten, bireysel kurtuluştan, feodal ve kapitalist ilişkilerden azade olmaya çalıştılar.
***
Tarikat yurdunda kalan/ tutulan Enes Kara’nın intihar videosunu, canlı ölümünü izledik, biliyoruz. Tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara içinde bulunduğu koşulları, umutsuzluğunu anlattığı videodaki görüntüsü yetişkin bir doktor adayından çok kırılgan bir lise öğrencisi gibi. Ailesi ve yakın akrabalarının tutuculuğu, dinsel söylemin kendi zihnine uymaması, tarikat evinin kasvetli havası, tıp mesleğinde bir gelecek görememesi, sınıf geçme notunun altında kalan ders notları, gün içinde ve hafta sonlarında kendine ayıracağı saatlerin ve zaman dilimlerinin olmaması vb. şeyler Enes’i kopardı bu dünyadan. Bir yandan bakınca sırf bu sebeplerden intihar etmemeli insan diyoruz, başka bir yandan bakınca da hayatında hiç direniş/ karşı çıkış/ itiraz kültürü yaşamamış, deneyimlememiş başarılı bir sayısal öğrencisinin dönemsel/ toplumsal koşulların içine sıkışıp kalmasına, başka bir çıkış bulamamasına da şaşıramıyoruz ne yazık ki…
1960-80 arası yaşayanlar ve doğanlar genel olarak çabuk büyüyorlardı ve dünyayı değiştirmeye soyunuyorlardı genç yaşlarında. Aceleleri vardı! Diyelim onbeş yaşında toplumcu düşüncelerle tanışıyorlar, yirmisinde bir siyasi hareketin sorumlusu, önde gelen devrimcisi oluyorlardı. Tüm genellemeler için geçerli olan riskleri aklımızda tutarak 12 Eylül sonrası kuşaklar ise bir öteleme/ erteleme kültürü nedeniyle daha geç büyüyorlar diyebiliriz. Daha geç sorumluluk alıyorlar, toplumla ilişkilerini daha çok araçsal/ faydacı bir perspektiften yürütüyorlar. Daha hızlı istiyorlar ve vazgeçebiliyorlar, daha çok pozisyon alabiliyorlar. Belli bir döneminde koşulları içine doğuyorlar ve az çok bir biçimde de ister istemez biçimleniyorlar. İçine gömülü olunan toplumsal ortam bireyleri sınırlandırıyor, yönlendiriyor. O kadar çok test tipi sınava giriyorlar, o kadar çok test sorusu çözüyorlar ve kendi durumunda milyonlarca akranıyla yarışmak zorunda kalıyorlar ki önce cevap şıklarını görmek istiyorlar. Cevabın sorunun altındaki beş şıktan biri olduğunu biliyorlar. Cevabı arayacağı yeri de arama tarzını da belirleyen bir yarışın/ düşünme biçiminin içine itiliyorlar. Ucu açık ve cevabı önceden bilinmeyen bir şeyle (hayat, iktidar, gelecek) karşılaşmak onlar için önceki kuşaklara göre daha yaralayıcı olabiliyor. Çıkış yollarını yargılamak ve küçümsemek haddimiz değil ama çözümsüzlüklere buldukları çareler ve yollar da zamanını ruhu gibi bireysel olabiliyor. Kişisel gelişim kitaplarında, popüler psikoloji kitaplarında çok sık başvurulan bir tespit vardır: “Başınıza gelen olayları siz belirleyemeyebilirsiniz ama bu olaylara vereceğiniz tepkileri siz seçebilirsiniz.” 12 Eylül öncesi 1960-80 kuşağı tepkilerini düzen bazında göstermeyi seçerken, daha sonraki kuşaklar tepkilerini ağırlıklı olarak bireysel tercihler şeklinde göstermektedirler. Yurtdışına gitmek, bitcoin gibi finansal yeni yollar aranması, kişisel kurtuluş için bireysel donanıma ve ilişkilere odaklanılması veya intiharın da bir tepki ya da seçim olarak düşünülebilmesi…
Bireysel tepkiler sistemin işleyişine tehdit oluşturmadığı için Enes’lere gerçekten üzülmezler. Tek üzüldükleri dinsel, gerici, baskıcı işleyişlerinin ifşa olmasıdır. Ailesi bile oğullarının intiharında kendilerinin ihmali olasılığını saf dışı bırakıp suçlanacak birilerini bulmaya çalışmıştır. Enes’i Enes olarak koşulsuz sevmesi beklenen ailesinin katı tutumu ve başkalarını suçlayıcı tavırları en az Enes’ in intiharı kadar düşündürücüdür. Tarikat yurdunun yedinci katından kendini aşağıya atmış bir çocuk yatarken orta yerde… Solgun, sesi kısık, her halinden yorgun ve çaresiz dururken… Ölümünden sonra bile kız kardeşinin ve annesinin mutluluğunu isterken… Düz uzun saçının perçemi gözünün önüne düşen Enes’in ardından bari “yaşasaydı da kendi tercihlerini kendi yapma fırsatı verseydim” demesini, bir pişmanlık duymasını bekledi toplum vicdanı ama o tarikatını ve kendini aklamakla meşguldü. Eylülist iklim kırmak ve dökmek üstüne kurulmuştu bir kere.
***
Mutsuzuz… Hem de ciddi mutsuz. Çünkü en basit ve en sıradan ihtiyaçları bile karşılamak neredeyse imkânsız hale geldi. Benim çocukluğumun gecekondu semtinde bile iki üç sokakta bir kasap dükkânı vardı ve insanlar kırmızı et alabiliyorlardı; hatta tavuk eti kasap dükkanlarında bulunmaz, bulunsa da bütün olarak satılırdı ancak. Daha çarpıcı bir örnek vereyim. Esnaf lokantalarında çok lezzetli tas kebap olurdu. İşçiler, esnaf, memurlar tas kebabı yerlerdi. En az kuru fasulye, pilav, ezogelin çorba ve ızgara köfte-piyaz kadar satılırdı. Pikniklerde mangal yapılırsa kırmızı etten, et yoksa köfteden mangal yapılırdı. 12 Eylül sonrası mantar gibi çoğalan birahanelere bile gidebilecek kadar para bulabiliyordu işçi sınıfı, esnaf, memur, pazarcı, tamirci, boyacı… Kısacası 1970’ler düzeyinde bile değil insanların çoğunun satın alma gücü. Kapitalizm yaklaşık dört yüz yıldır hep aynı masalı anlatır: “Önce ekonomik pastayı büyütelim sonra her toplumsal kesim daha fazla pay alır.” Nedense bu hiç gerçekleşmez. ABD’de bile 1980’den günümüze gayri safi milli hasıla üç kattan fazla artmasına rağmen Amerikalı işçilerin ücretleri 1980 seviyesinden de daha geriye gitmiştir. Pasta yaklaşık dört yüzyıldır büyüyor ama emekçi sınıfların payı, gündelik kullanımdaki teknolojik aletlerin yanıltıcı etkisini düşersek yerinde bile saymıyor. Şöyle soralım o vakit: Pasta büyüyor ve bölüşülüyorsa tas kebabı nereye kayboldu lokantalardan/ sofralardan?
Türkiye tarihi ekonomik krizler tarihidir. Fakat hiçbir krizde salatalık veya domates almak sorun olmamıştı. Patates ve soğanı çuvalla alan bir toplum kilo ve taneye düştü. Eskiden insanların dolaylı olarak köyden getirdiği ürünler vardı, ucuz alışveriş yapabileceği toptancı halleri vardı, semt pazarları filan vardı. Şimdi tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet derken üç beş market ve neredeyse tek fiyata geçtik. Halkın ucuz alışveriş yapabileceği hiçbir yer bırakılmadı. Hiçbir kriz bu kadar halkın yaşam alanlarını daraltmadı. Düne kadar Halk Ekmek Büfesinin yolunu bilmeyenler öğrenmek zorunda kaldı. Orta sınıflar gelecek ve yoksulluk kokusunu hiç bu kadar yakınlarında hissetmedi. Çok kısa süredeki yüksek zamlar şok etkisi yarattı. Sorun tencere kaynıyor kaynamıyor tartışmasını aştı çoktan. Açlık sınırı tabana yayıldı.
Umutlu baharlar, nobran sonbaharlar demiştik. Günlerce elektrik kesintisi yaşayan ama muhalefet partili temsilcilere sızlanmaktan başka ses çıkarmayan Isparta’nın dramını izledik. Anadolu bazı şehirlerinin asıl dramlarının öncelikle kaynamayan tencere, geçim sıkıntısı, soğuk ve karanlıkta kalmaları değil bu karanlığa karşı zifiri sessizliklerini sürdürmeleridir. Bu zifiri sessizlik, memleketin bazı bölgelerinde yolların uzun, baharların kısa, kışların uzun ve meşakkatli geçtiğini ve bir zaman daha böyle geçeceğini göstermiyor mu?
***
Kısık veya hiç açılmayan doğalgaz evleri buz kestirir, oda sıcaklığındaki odalar hayal olurken hiç mi umutlu sıcak gelişmeler yok? Var, hem de her gün birkaç yerden gelen grev, iş bırakma, direniş haberleri var. “Direniş fraksiyonu” günden güne yeni katılımlarla genişliyor. Umulmadık yerlerden ve kişilerden dik duruşlar görüyoruz. Sokağa çıkanlar çoğalıyor. Sokak derken hem gerçek hem simgesel hem kendi beklentilerimizi/umutlarımızı sokak kelimesinin altında topluyoruz. Sonuçta işçiler sokağa çıkar, kadınlar çıkar, hiçbir üretim alanı olmayan ve bu yüzden üretimi durduramayacak işsizler sokağa çıkar, yersiz yurtsuz kalan öğrenciler çıkar, emekliler, emeklilikte devlete takılanlar çıkar, KHK ile atılanlar çıkar, farklı cinsel kimlikler çıkar, doğalarını savunan köylüler çıkar, dükkânını kapatmak zorunda kalan esnaf çıkabilir, pazarcı çıkar, seyyar satıcı çıkar, evi arsası sokağı istimlak edilmek istenen rantsal dönüşüm mağduru çıkar. Sokak burada tüm eylemlere görünürlük kazandırır, diğer mağdurlara örnek teşkil eder, hiç sokağa çıkmayacaklara ilham verir, devletin baskısının ve zorunun kimlere yönelik olduğunu gösterir. Sokak nihayetinde halkın kendi gücünü görebildiği/sınayabildiği bir aynadır kendisine.
İşçiler bugünlerde bazı eylemlerinde parti, sendika, örgüt olmadan da direniyorlar, kazanıyorlar, kaybediyorlar. Bu durum işçilere ait/ ilişkili bazı yapıların eksikliklerini ortaya koysa da sonuçta kitlelerin kendi sorunlarına, kendi çözüm ve kurtuluşlarına kendilerinin sahip çıkmasını göstermesi bakımından arzuladığımız bir şey değil midir? Bazı konuları sayısız kez konuşmak, tartışmak, hatta o konulara yıllarını vermek, o konuda çok konuştuğumuzu, düşündüğümüzü, yıllarımızı verdiğimizi gösterebilir ama o konuya vakıf olduğumuzu, meseleyi çözdüğümüzü, o konularda doğrudan bir kavrayış üstünlüğümüzün bulunduğu anlamına gelmeyebilir… Devrim, devrimcilik eskiden biraz da gidilen bir yerdi: dağ, şehir, örgüt, parti, sendika, DKÖ, illegalite… Kimseye saygısızlık değil amacımız ama devrim bir yere gidilerek yapılan bir şey olmaktan çıktı/ çıkıyor sanki. Önceden bilinen bir yolu yordamı, bu işi bilen abileri, ablaları, uzmanları, bilimsel bir aklı, harita metot defteri yok gibi devrimin. İşin kötüsü devrim, soruların ve cevaplarının bir arada olduğu, doğruların, şıklar arasında bize göz kırptığı bir sınav kitapçığı gibi de önümüzde durmuyor. Çünkü bir yerlerde, ucu kapalı, bir biçimde önceden inşa edilmiş, hazırda duran ve bizi bekleyen bir şey değil…
Yanılıyor muyum?.. Muhtemelen ve en az başkaları kadar. Altın değerindeki o umutvar esintiyi şimdiden duyuyorsunuz değil mi?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.