herkesin eğitim hakkına erişebilmesini sağlayacak burslar, yurtlar vb. destekler konusunda -feminist olsun, sosyalist olsun, komünist olsun hatta sosyal demokrat olsun- herhangi bir toplumcu düşüncenin önerisi, derneklerin desteği olamaz. eğer türkiye siyasetinin malum kayıkçı kavgasının dışına çıkacaksak, cemaat yurtlarına karşı çydd burslarını değil, kamunun bütçesini elinde tutan devletin bu hizmetleri vermesini savunmalıyız
siyasal anlamda geçen yüzyılın sonu berlin duvarının yıkılmasıyla simgelenen gelişmeyle gelmişti; bunun ardından sosyalizmin dünya ölçeğinde belirleyiciliğinin ortadan kalkması süreci başladı. ondan önce, reel sosyalist sistem işçi sınıfı için ilham kaynağı, ulusal kurtuluş mücadelelerine ve sol örgütlere destek işlevi görüyordu. sosyalizm yani eşitlik, özgürlük ve herkesin en azından temel ihtiyaçlara ulaşabilmesi ve temel ihtiyaçların örneğin edebiyat ve müziği de kapsaması fikri dünyanın pek çok yerinde siyaseti belirliyordu, sol örgütler bir alternatif sayılıyordu. o kadar ki, ulusal kurtuluş mücadelelerinden köylü hareketlerine kadar uzanan bir yelpazede hak ve adalet arayan hareketler kendilerini sosyalist hatta sık sık marksist-leninist olarak tanımlıyordu. bu ideolojik hegemonya aynı zamanda sosyalizmin çarpıtılmış görüntülerini sunma anlamında mahsurları olabilen bir durum.
benzer bir şeyin bugün türkiye’de feminizm için geçerli olduğunu düşünüyorum. hareketin başarısı ve ışıltısı, kadınlarla ilgili söz söyleyen herkesi bu hareketin karşısında ya da yanında konumlanmaya hatta bu terimi sahiplenmeye yöneltiyor. feminist fikirlerin dahi söze “ben feminist değilim ama” diye başlayarak savunulduğu yılları geride bıraktık, artık çok daha fazla insan, feminizm içinden konuşmayı tercih ediyor. şunun altını çizeyim, hepsinin hepimizin başının üstünde yeri var. hiçbir feminist kendisini feminist olarak tanımlamayı tercih eden bir başkasının bu beyanını sorgulamamalı, siyasete ve kadın dayanışmasına dair bilinci varsa sorgulamaz da zaten. ama fikirlerin feminist olup olmadığı sorgulanabilir, sorgulanmalıdır da; ideolojik olarak ancak böyle ilerleyebiliriz.
malum, akp yirmi yıllık iktidarı sırasında islamcı siyasete ve söylemlere başvurdu. bu ülkede ve aslında dünyanın birçok yerinde, sağ iktidarlar kitlelerin rızasını üretmek için dini söylemlere başvurur. ama akp, bu ülkedeki başka kimi sağ partilerden farklı olarak islamcılığa dair güçlü ideolojik angajmanları olan bir parti. bu, dış politika da dahil pek çok alandaki siyasetini belirledi. bildiğiniz şeyleri anlatmayayım ama bu politikalar bilhassa özel hayatı düzenlemeye yönelik; kadınların nasıl yaşayacağına, çocukların nasıl itaat edeceğine, lgbti+’ların sağ kalmak istiyorlarsa saklanmaları gerektiğine dayanıyor. şunu da hatırlatayım, bugün bu konuda islamcı cepheden söylenenlerin sağlamasını “kitap”la yani kur’an ve hadislerle yapmak ne mümkün ne de yararlı çünkü islamcılık, modern bir siyasi akım ve her metin her türlü yorumsamaya açık.
uluslaşma süreçleri aynı zamanda birer modernleşme süreci yani endüstrileşme, kentleşme, zaman zaman tek bir ortak dilin oluşması gibi adımların yanı sıra kadınların nasıl yaşayacağıyla ilgili. bunların önemli bir kısmı kapitalistleşmeyle bağlantılı, determinist olarak tanımlayabileceğimiz gelişmeler ama aynı zamanda uluslaşma süreçlerinde ortaya çıkan kadın iradesi kadınların daha önce sahip olmadığı hakları ve eşitliği talep eder. türkiye cumhuriyeti’nin kuruluşunda da böyle oldu. determinist gelişmeler modernleşme içinde ele alınabilir, kadınların ortaya çıkan iradesiyse feminizmle açıklanabilir; nitekim feminist tarihçilerin sonraki yıllarda adlarını ve yaptıklarını ortaya çıkarttığı türkiyeli kadınlar birinci dalga feminizmden etkilenmişti. cumhuriyeti kuran erkeklerin, kendileri için batılı kadınların benzerini istediklerini o dönem edebiyatında dahi görebiliriz. bu erkekler, sohbet edebilecekleri, kendilerini takdir edebilecek, çocuklarını istedikleri şekilde yetiştirebilecek, eğitimli ve ama mazbut, sadık ve tabiî çekici kadınların hayalini kurmaktadır ve bunun için gerekli adımları atmaya kararlıdır.
bu iki süreç, zaman zaman benzer sonuçlar verebilir, hatta sık sık ayrışsa da talepler de benzeşebilir ama aslında birinin tepeden müdahalelere dayanması, diğerinin tabandan yükselmesi açısından dahi iki farklı şey söz konusu.
belki de modernleşme politikalarının uygulanma tarzından kaynaklanan sebeplerle, modernleşme arzusu kuruluş dönemine dair bir çizgi, irade olmadı. cumhuriyet tarihine hakim olan, sağcı politikacıların çok işine gelen ve zaman zaman da dayattıkları iki kutuplu siyasetin parçası oldu. laiklik, batı medeniyetine ulaşmak vb. adlarla anılan modernleşmecilik cumhuriyetin ilerleyen yıllarında o iki kutuptan birini oluşturdu. eşitlik, özgürlük ve adalet arayışını marjinalleştiren, siyasetin periferisine iten bir ikilik bu. akp’nin iktidarıyla birlikte, muhalif siyasetin geniş bir kesimi bu projeyi ilham kaynağı olarak gördü. burada, laikçilerin, kolayca örgütlenebilecek, harekete geçirilebilecek bir topluluk olarak görülmesinin, akp’nin söyleminin tam aksini söylemenin şehirli kitlelerce muhalefet sayılmasının etkisi de var. kendisini solda tanımlayanlar arasında, yakup kadri’nin “yaban”ının anadolu’ya bakışını canlı tutanlar, “cahil” halkın kendi kararlarını veremeyeceğine, yönlendirilmesi gerektiğine, -benzer “cehalette” halklar dünyanın her yerinde toplumsal dönüşümler gerçekleştirirken dahi- inananlar olduğunu da görmemek mümkün değil. o bir yana, akp iktidarını, bilinçli cumhuriyet aydınlarının, askerlerin falan yıkabileceğine inananlar gezi’den sonra dahi fikirlerini çok değiştirmedi!
yine feminizme dönersek… feminist tutum örneğin, yasallaştıran 12 eylül cuntası dahi olsa, kürtaj hakkına sahip çıkmak, bunun, doğum kontrolünün bedava, ve evli olsun olmasın her talep eden kadının ulaşacağı şekilde genişletilmesi için mücadele vermek, kürtaj yasağına karşı çıkmak ama aynı zamanda zorla ya da belli bir ödül karşılığında, -kendi taleplerinden bağımsız olarak- kadınlara doğum kontrolü uygulanmasına karşı çıkmaktır. devletlerin hatta halkların nüfus politikaları vardır; ikinci paylaşım savaşı sonrası sscb belli bir sayının üzerinde çocuk sahibi olan kadınlara kahraman anne madalyası veriyordu. filistin halkı sürekli kıyım altında olduğu için çok çocuk sahibi olmayı benimsiyor. ama feminizm, kadınların talep ve ihtiyaçlarını önceler. bahsettiğim momentlerde ve topraklarda yaşasın yaşamasın, her kadının bireysel olarak, çocuk sahibi olup olmama veya kaç çocuk sahibi olacağına kendi karar verme hakkına sahip olmasını tanır. kadınların, o kararı alabilecek bilinç ve iradesinin ortaya çıkacağı koşulları oluşturma mücadelesi, aynı zamanda.
bu işin bir yanı. eğer bedel karşılığında ya da zorla doğum kontrolü uygulaması, ülkenin çok çocuklu ailelerin bulunduğu bütün bölgelerine değil de belli bir yere uygulanıyorsa, bunun sebebine bakmak gerekir. çünkü feminizm sadece “kadın hakları”nı, onların içinde de kendi hayat tarzına uyanları savunmak değil. odağında kapitalizme, emperyalizme ya da sömürgeciliğe karşı mücadele yok ama kapitalizmle, emperyalizmle ya da sömürgecilikle işbirliği yapması da söz konusu değil. çünkü o politikaların da en fazla kadınları baskı altına aldığının farkında.
bu yazıyı yazmama twitter’da çydd’nin 1990’lı yıllarda kürt illerinde burs verdiği genç kızların annelerinin çocuk yapmasına müdahil olmasıyla ilgili tartışmanın sebep olduğunu fark edenler vardır. bu bilgi, o yıllarda benim de çalıştığım pazartesi dergisinde çıkan ve rahmetli evrim alataş’la nevin cerav’ın yaptığı haberde yer alan röportajlardan.[1] devam etmeden şunu belirteyim; çydd gibi bir kurumun bugün benzer bir şeye yeltenmeyeceğini düşünüyorum; bunun sebebi kürt kadın hareketinin geldiği nokta. bir şeyi daha var; kürdistan’da yani bölgenin en dindar halklarından birinin yaşadığı topraklarda cemaatlerin, tarikatların, genel olarak dinciliğin etki alanının daraltılmasında en büyük etmen, kürt kadın hareketi de dahil olmak üzere kürt özgürlük hareketi. çünkü o etkinin kırılması da demokratik mekanizmaların işletilmesiyle mümkün oluyor. örneğin kadınların politikaya katılması, demokratik yapılara duyulan güven gibi toplumun dokusunu etkileyen onlarca şey ister istemez birçok yapıyı sarsıyor. bunu hatırlattıktan sonra devam edeyim. çydd’nin rahmetli türkan saylan’la özdeşleştirildiğinin, onun başta cüzzamla mücadele olmak üzere birçok alanda çok önemli işler yaptığının, topluma bu katkılarının politik fikirlerinden bağımsız olduğunun, akp ve cemaat’in kabul edilmez eziyetlerine maruz kaldığının, bunların karşısında eğilmediğinin farkındayım. ama şunun da bilincindeyim; herhangi bir insanın gerçekleştirdikleri, gördüğü baskı onu eleştirmez kılmıyor, o insana her durumda sahip çıkılacağı anlamına da gelmiyor.[2] çydd, türkan saylan’ın da benimsediği şekilde, kürt illerinde devletin o dönemki nüfus planlama politikalarını destekledi, bunun kadınların doğum kontrolüne erişimiyle bir ilgisi olmadığı çok açık. bunun konuşulmasını engellemek, saylan’a yönelik baskılara karşı çıkmak anlamına gelmiyor, o sömürgeci politikanın tekrarlanabilme ihtimalini onaylıyor.
daha önemlisi şu bence, herkesin eğitim hakkına erişebilmesini sağlayacak burslar, yurtlar vb. destekler konusunda -feminist olsun, sosyalist olsun, komünist olsun hatta sosyal demokrat olsun- herhangi bir toplumcu düşüncenin önerisi, derneklerin desteği olamaz. eğer türkiye siyasetinin malum kayıkçı kavgasının dışına çıkacaksak, cemaat yurtlarına karşı çydd burslarını değil, kamunun bütçesini elinde tutan devletin bu hizmetleri vermesini savunmalıyız. bugün “barınamıyoruz” diyen öğrencilerin talebi de bu yönde.
bir noktaya daha değinmek istiyorum.
bugünkü iktidar, geçmiş sağ iktidarların açıklarından çok şey öğrendi. devlet yurtlarının yetersizleştirilip onların işlevinin cemaat ve tarikat yurtlarına havale edilmesi sadece bir dincileşme süreci değil. geçmişte yani solun yükseliş dönemlerinde, üniversite öğrencilerinin kaldığı yurtlarda devrimcilerin nasıl örgütlendiği, bu yurtların orada kalanları da aşacak etkisi olduğunu bilenler vardır. ben de, henüz lise öğrencisi ve dev-lis’e yeni katılmışken izlediğim kadırga yurdundaki forumları, hatta bunlardan birinde rahmetli bülent uluer’in yaptığı etkileyici konuşmayı hatırlıyorum. eve gidilemeyecek kadar geç saatlere kadar süren, aileye de duyurulamayacak kimi faaliyetlerin ardından, ailelerin “bir arkadaşta” ders çalışıldığını düşündüğü gecelerin sonunda yurtlarda gecelendiğini de hatırlayanlar vardır. 1968’lilerle ilgili biraz bilgisi olanlar başta odtü olmak üzere ankara’daki öğrenci yurtlarının hareket açısından öneminden haberdardır. yurtlar, demokratik öğrenci hareketinin mayalandığı önemli alanlar oldu hep. akp bunu da hesaba kattı.
ama bunları dikkate almasak bile bile kamucu siyaset açısından bakınca yurt ve burs devletin sorumluluğudur, diye düşünüyorum. ve herhangi bir muhalif hareketin bunu savunması gerektiğine inanıyorum. birçok genç kızın eğitim almasını sağlasa da, türkiye sermayesinin finanse ettiği[3] çağdaş yaşamı destekleme derneği, 1990’lı yıllarda, kürt illerinde, devletin o yıllardaki politikalarına, nüfus planlamasıyla destek vermemiş[4] dahi olsa ne feministler ne de sosyalistler tarafından adres olarak gösterilmeli. çünkü sermayeden bağımsız siyaset, sadece seçimlere kiminle girileceğine dair bir mesele değil; bugün, her gün, her alanda kimin çözümlerini savunacağımıza dair bir mesele, aynı zamanda. türkiye’nin iki kutuplu politikasının dayatmalarını kabul etmemek, onlardan birine yaslanmamak demek.
feminizm bu ülkede bir fil gibi sabırla, bir fil kadar güçlendi. patriyarkanın porselen dükkânında bir fil gibi önüne çıkanı kırıp döküyor. ancak feminizm, sizin, ama kuyruk ama kulak ama hortum; tuttuğunuz yerden tarif edebileceğiniz bir fil değil. feminizm, hepimizin, sizin değil.
Dipnotlar:
[1] pazartesi dergisinin sitesi, pdf’lerden oluşuyor, o yüzden haberin linkini veremiyorum ama görselleri var. şunu da söylemem gerek; kolektivizm, feminizm için bir etiket değildir. pazartesi de, kolektif karar mekanizmaları çok güçlü olan ve iyi çalışan bir yayındı. o mekanizmalar içinde farklı görüşten feministler de bulunuyordu. her yayının künyesinde bazı isimlerin sorumlu görünmesini gerektiren yasal zorunluluklar var. bu bizim için de geçerliydi ama derginin başarısının da, eksiklerin de o isimlere mal edilmesi doğru olmaz.
[2] nitekim, aysel tuğluk başta olmak üzere hasta tutsaklara, hapisteki belediye eşbaşkanlarına gösterilen dayanışma ortada.
[3] herhangi bir kuruluşa kimin, nasıl fon desteği verdiğini en önemli mesele sayanlar, “foncu” diye bir tanım uyduranlar, cumhuriyetçi, laikçi kurumların maddi olarak nasıl ayakta kaldığını, kimlerden destek alarak bu bursları sağladığını hiç merak etmiyor.
[4] bir kere daha soralım; o uygulamalar neden çok çocuklu ailelerin bulunduğu başka yerlerde, örneğin karadeniz’de hayata geçirilmedi?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.