Bu yazı ilk olmamakla birlikte, bir kez daha anlatmanın, akılda tutmanın iyi olacağı düşüncesindeyim. Unutulduğunda, geçmişte ödenen bedeller hatırlanmadığında ne bundan sonra yaşanabilecek benzeri olayların önüne geçilebilir, ne de bu bedelleri ödeyenlerin anılarına, mücadelelerine sahip çıkılabilir
Fotoğraf: Tan’ın binası ve matbaası tahrip edildikten sonra gazetenin bulunduğu sokağın hali.
Bu ülkenin tarihinde linçler, yağmalar, katliamlar önemli bir yer tutar.
Bu tarihin içinde Tan Gazetesi baskınını, Cumhuriyet Türkiye’sinde sivil güçlerle örgütlü bir şekilde gerçekleştirilen linç, katliam ve yağma olaylarında perdenin ilk kez açıldığı tarih olarak görmek mümkün.
6-7 Eylül Pogromu, 1969 yılındaki Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977 Katliamı, başta Maraş Katliamı olmak üzere 1980 öncesi devlet destekli Malatya, Çorum gibi birçok kentte gerçekleştirilen Alevilere yönelik katliamlar, 1993 yılında Sivas Madımak Oteli’nde aydınlara yönelik gerçekleştirilen katliam örnek vereceğimiz katliamlardan sadece birkaçıdır.
AKP döneminde Nisan 2005 tarihinde Trabzon’da TAYAD bildirilerini dağıtan gençlere yönelik linç girişimi ile başlayan, daha sonra birçok kentte Kürtlere yönelik linç girişimi, Gezi Direnişi günlerinde hayata geçirilen şiddet, Haziran 2015 yılında seçimleri kaybetmelerinin ardında her yerde patlatılan bombalarla gerçekleştirilen, katliamlar ve şiddet dalgası, yine bu hükümetle birlikte direk şiddetin yanında Kanun Hükmünde Kararnameler veya başka yöntem ve uygulamalarla işsiz bıkma uygulamaları, mahalle baskısı, ötekileştirme, muhaliflerin hukuksuz biçimde hapishanelerde rehin tutulması gibi şiddetin diğer araçlarının daha sık kullanılmaya başlanmasıyla terör dalgası daha sistematik hale getirildi.
Tan Gazetesi baskınının Cumhuriyet tarihinde sivil güçlerle gerçekleştirilen ilk şiddet dalgası olması nedeniyle ayrı bir önemi var demiştik. Tan Gazetesi baskını aynı zamanda bugüne kadar yaşanan katliam ve linçlerin bir hükümetin tavrıyla ilgili olmadığını, bunun bir devlet politikası olduğu ve bu politikanın ihtiyaç duyulduğu her dönemde hayata geçirildiğini anlamamız açısından önemli örneklerden biridir.
Türkiye’de derin devlet denildiğinde ilk akla gelen 6-7 Eylül Pogromu, bu pogrom ile birlikte de Özel Harp Dairesi olur.
“Türkiye, 1952’de NATO’ya üye olduktan hemen sonra günümüzdeki Milli Güvenlik Kurulu’nun görevlerini üstlenen o zamanın Milli Müdafaa Yüksek Kurulu’nun bir kararıyla ve sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı adını alan bir kuvvet kuruldu.” [1]
Personelinin maaşlarını Amerika’nın ödediği Özel Harp Dairesi 1945 yılında henüz kurulmamış olmasına rağmen, Teşkilat-ı Mahsusa geleneğinden gelen Türkiye derin devletinin bu yıllarda bu tür provokasyonları örgütlemesine şaşırmamak gerekiyor.
Tan Gazetesi baskını hakkında bugüne kadar yazılmış birçok makale vardır. Bu baskının yaşandığı yılları anlatan birçok kitabın içinde de bu olaya yer verilmiştir. Bu nedenle bu yazı Tan Gazetesi baskınını ilk kez ele alan bir yazı değil.
Bu yazı ilk olmamakla birlikte, bir kez daha anlatmanın, akılda tutmanın iyi olacağı düşüncesindeyim. Unutulduğunda, geçmişte ödenen bedeller hatırlanmadığında ne bundan sonra yaşanabilecek benzeri olayların önüne geçilebilir, ne de bu bedelleri ödeyenlerin anılarına, mücadelelerine sahip çıkılabilir. Bunun için her 6-7 Eylül’ün, Kanlı Pazar’ın, Maraş Katliamı’nın ya da benzeri katliamların yıldönümlerinde hatırlamak, yaşananları yeniden anlamak önemlidir.
Tan Gazetesi baskınının bir gün öncesinde, yani 3 Aralık 1945 tarihinde Sabiha Sertel gazetede “Muvafakatın Feryadı” başlıklı, CHP’yi eleştiren bir yazı yazar.
Aynı gün Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin Gazetesi’nde büyük puntolarla, bütün sayfayı baştan başa kaplayan “Kalkın Ey Ehli Vatan” başlıklı yazısı yayımlanır. Aynı gazetenin ilk sayfasında yine büyük puntolarla verilen “Bir Vatan Cephesi’ne Lüzum Vardır” başlıklı ikinci yazıda gençlik ayaklanmaya çağrılır. Bu yazıda Sabiha Sertel’in Görüşler Dergisi’nde yayımlanan “Zincirli Hürriyet” yazısına atıfta bulunularak “Komünist edebiyatla meşgul olmamış olanlar bu satırların altında gizlenen manayı gözden kaçırabilirler” deyip, ardından da “Bunları susturmak için, cevap vermek hükümete düşmez. Söz, eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır”[2] denilerek Sertellere karşı bir linç kampanyasının çağrısı yapıldı.
Tanin Gazetesi’nde çıkan yazıların ardından Sabiha Sertel 4 Aralık’ta Tan Gazetesi’nde “Gazeteden Değil Kamuoyundan Korkmalı” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu, Sabiha Sertel’in sadece Tan Gazetesi’nde değil, Türkiye’de yazdığı son yazı oldu.
Aynı günün sabahında ırkçı, faşist gençler, nereye, ne yapmaya götürüldüklerini bilmeden İstanbul Üniversitesi’nde toplanmaya başladılar. Üniversite öğrencisi binlerce gencin bir anda kampüste toplanması, ellerine sopaların, posterlerin, bayrakların verilmesi yapılan hareketin kendiliğinden bir hareket olmadığını ortaya koyuyordu.
Tekin Erer, Yeni İstanbul Gazetesi’ndeki “Basında Kavgalar” başlıklı yazısında Tan Gazetesi’nin yakılışını şöyle anlatıyordu.
“4 Aralık 1945 sabahı, erkenden üniversite bahçesine gittim. Ellerinde bayraklar olduğu halde talebeler yavaş yavaş toplanıyorlardı. Birçoklarının ellerinde de Atatürk ve İnönü’nün çerçeveli fotoğrafları vardı. Kısa zamanda kalabalık 10 bin kişiyi buldu. Saat 9.30’da kalabalık, bir sel gibi Beyazıt Meydanı’ndan Çarşıkapı istikametinde yürüyüşe geçti. ‘Tan’ Gazetesine giderken, Cağaloğlu yokuşunun başında bulunan ve komünizme ait kitaplar satan A.B.C. kitabevi birkaç dakika içinde yok edildi. Bundan sonra ‘Tan’ Gazetesi’ne gidildi. Bir taraftan ‘kahrolsun komünizm, kahrolsun Serteller, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti’ diye bağırıyorlar, bir taraftan da gençler akın akın taşlarla, demirlerle pencereleri, kapıları aşağı indiriyorlardı. Gazetenin birinci katında, o zaman Türkiye’nin hemen hemen en büyük rotatifi vardı. Oradaki demir parçaları ile rotatife hücum başladı. Rotatifin kırılan bütün parçaları tuz buz edildi.
İkinci katta linotip dizgi makinaları, hurufat ve mürettiphaneye ait malzeme ve makinalar mevcuttu. Bunların kırılması ve parçalanması, çok daha kolay oldu. Ayrıca kapılar, pencereler, sandalyeler yerden yere çarpılarak parçalanıyordu. Masaların gözlerindeki yazılar, evrak kitaplar lime lime ediliyordu. Diğer bir gurup, gazetenin rotatif dairesinin yanındaki kâğıt deposundan bobinleri sokağa çıkartarak, Sirkeci’ye doğru yuvarlıyorlardı.”[3]
Baskın günü sabah Zekeriya Sertel’in evine telefon eden bir üniversite öğrencisi, üniversitede toplanan gençlerin Tan Gazetesi’ni yakmaya hazırlandıklarını haber vermişti. Zekeriya Sertel, Vali Lütfü Kırdar’ı arayarak tedbir alınıp alınmadığını sorar. Vali, “Merak etme. Matbaanın etrafını polis kuvvetleri ile kuşattım. Tehlike yok” cevabını verir. Gerçek hiç de Vali Kırdar’ın söylediği gibi değildi.
Zekeriya Sertel yaşanan olayları şöyle anlatır:
“4 Aralık 1945 gününün sabahı üniversiteli faşist gençler, ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Göstericiler, baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makineleri balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Ellerine ne geçtiyse yakıp yıktılar. Sonra ellerinde kırmızı boya şişeleriyle, ‘Serteller nerede’ naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve sonra önlerine katıp sokaklarda, ‘İşte kızıllar’ diye gezdirmekti.”[4]
Zekeriya Sertel de yaşanan olayın kendiliğinden ortaya çıkan bir hareket olmadığını, planlı, programlı, bizzat devletin yönlendirmesiyle gerçekleşen bir olay olduğunu belirtiyor:
“Gösteriyi yapan, matbaaya saldıran gençler arasında birçok sivil polis vardı. Saldırıyı asıl bunlar yönetiyordu. Gösteriye katılan gençler de yalnız üniversitedeki gerici ve faşist unsurlardı. O vakit üniversite gençleri iki kümeye ayrılmıştı. Bir yandan faşistler, öte yanda ilerici gençler toplanmıştı. Hükümet ve polis, bu işte gerici ve faşist gençleri bir alet olarak kullanmıştı.”[5]
Tan Gazetesi’nin yakılma olayı sabah on buçukta bitmişti. Kitle buradan yürüyüşe başlayıp köprüyü geçerek Beyoğlu’daki Sovyet Konsolosluğu’nun Tünel tarafındaki köşesinden içeri giren sokaktaki Yeni Dünya Gazetesi’ne gitmeye başladı. Burada Yeni Dünya Gazetesi’nin dışında La Turquie isimli bir Fransızca gazete de vardı. Bu iki gazete Tan Gazetesi çizgisine yakın yayınlar yapıyorlardı. Binlerce göstericinin Cağaloğlu’dan Beyoğlu’ya kadar ellerinde sopalar, baltalarla gelmesine ses çıkartmayan polis, Sovyet Konsolosluğu’na da bir saldırı olur endişesiyle güvenlik aldıkları için, bu iki gazeteye yapılması düşünülen saldırı girişimi başarılı olmadı. Bunun üzerine göstericiler Yeni Dünya Gazetesi’nin basıldığı matbaaya yürüyerek matbaayı yerle bir ettiler, gazeteler, arşivler, kitaplar, makinalar, mobilyalar sokağa dökülüp parçalandı. Yine Tünel’de sol kitaplar satan Berrak Kitabevi tahrip edilerek bir daha kullanılamaz hale getirildi.
Cağaloğlu’da sabah başlayan olaylar öğleden sonra üçte Beyoğlu’da bitmişti.
Tan Gazetesi baskınının bir de karşı yakaya taşınan yanı vardı.
Tan Gazetesi’nin önünde bir gösteri yapılacağını Zekeriya Sertel öğrenmişti. Bu nedenle Sabiha Sertel’e gazeteye gitmemesini söyledi. Moda’da Sabiha Sertel’in annesinin yanına gittiler. Akşam eve dönmelerinden kısa bir süre sonra Vâlâ Nureddin geldi. Vâlâ Nureddin Akşam Gazetesi’nde çalıştığı için yaşanan gelişmelerden haberdardır. Önce Tan Gazetesi’nde yaşananları, sonra Cağaloğlu ve Beyoğlu’da gerçekleştirilen olayları anlatı. Ardından da bu yağmalara katılanların Kadıköy vapuruna binerek Serteller’in evine gitmek istediklerini, gazete ve matbaaların kullanılamaz hale getirilmesine seyirci kalan Vali Lütfü Kırdar’ın ise (Vali bu gelişmeyi haber aldığında herhalde yağmacıların planın dışına çıktıklarını düşünmüş olacak ki) gemi kaptanını arayarak Kadıköy iskelesine uğramadan vapuru Adalar’a götürmesini istediğini söyledi.
Vâlâ Nureddin’in anlattıklarını dinleyen Zekeriya Sertel hemen Vali Kırdar’ı telefonla arayarak, “Matbaaya bir saldırı yapılacağını haber almış. Size bildirmiştim. ‘Merak etme hiçbir şey olmayacak’ demiştiniz. Fakat matbaa yıkıldı. Şimdi eve gelme teşebbüsünde olduklarını duydum. Hiç olmasa bunu önleyin”[6] diye bir istekte bulunur. Zekeriya Sertel’in aldığı cevap ilginçtir. Vali Lütfü Kırdar önce nerede olduklarını sorar. Zekeriya Sertel’den evde oldukları cevabını aldığında ise “Sakın evde durma” diye bir karşılık verir.
Vali Kırdar’ın cevabı karşısında Sabiha ve Zekeriya Sertel aceleyle Vâlâ Nureddin’in Kalamış’taki evine giderler. Üç gün sonra ancak evlerine dönebildiler. Eve dönseler de artık yazabilecekleri bir gazeteleri yoktu. Tan Gazetesi’ni yaratmak, ayakta tutmak için yaptıkları onca emek bir günde yerle bir edilmişti.
Dipnotlar:
[1] Cüneyt Arcayürek, Derin Devlet, s.25.
[2] Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.306
[3] Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.308-309
[4] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, s.230
[5] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, s.231.
[6] Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.315.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.