Sorunun temelinde, sistem karşıtlığınızın yani muhalefet anlayışınızın kapsam ve sınırları yatar. Bu özelliği nedeniyle öncülük tartışması, esasında mevcut kapitalist sistemle köklü bir hesaplaşma yönelimi içinde olunup olunmadığının göstergesi özelliğine sahiptir
David Harvey, 2010 yılında Mark Fischer’le yaptığı “Devrimi Yeniden Düşünmek” başlığını taşıyan söyleşide, “Ortada yaygın tepki ve (bu) kitle tepkisini neyin üzerine inşa edebileceğimiz sorunu var” der. (*) (http://www.yurtsuz.net/News.aspx?tt=devrimi-yeniden-dusunmek&newsid=423&fileid=0)
Bu tespiti, tek tek ve bütün olarak sergiledikleri görkeme karşın -tarihsel deneyim hazinemizi zenginleştirmenin ötesinde- kalıcı sonuçlar üretemeden sönümlenip giden 2000 sonrasının bütün isyanlarına uygulayabiliriz. İçlerindeki en heyecan verici kabarışlar bile bu yüzden, yani harekete süreklilik kazandıracak programatik bir perspektif yokluğuyla buna uygun bir hazırlık ve örgütlülük olmadığı için geçici parlamalar olmanın ötesine pek geçemedi.
Bu o kadar ortada ve çıplak bir gerçektir ki, neoliberal dönemin post-Marksist peygamberlerinden A. Negri ve M. Hardt bile Harvey’den 7 yıl sonra -2017 yılında- yayınladıkları Meclis kitabında şu soruyu sorma ve kendi cephelerinden yanıtlama ihtiyacı duyarlar:
“Önümüzde artık alıştığımız bir senaryo var: Adaletsizliğe ve tahakküme karşı insanlara esin veren toplumsal hareketler açığa çıkar, kısa süreliğine küresel manşetleri ele geçirir ve ardından gözlerden silinip gider. Karşılarına aldıkları münferit otoriter liderleri devirseler bile, şimdiye dek yeni ve kalıcı alternatifler yaratamamışlardır. Birkaç istisna dışında, bu hareketler ya radikal özlemlerini terk edip mevcut sistemlerin içine dahil olmuşlar ya da acımasız baskılarla bozguna uğratılmışlardır. Çoğunluğun ihtiyaçlarına ve arzularına seslenen bunca hareket, neden kalıcı bir değişim getirememiş ve yeni, daha demokratik, daha adil bir toplum kuramamıştır?”
Bu soruya yanıt arayışı bizi şu malûm öncülük tartışmasına götürür ister istemez. (“Parti” ya da “program” tartışmaları da aynı kapıya çıkar. Bunlar da zaten öncülük misyonunun asli gerekleri, somut tezahür biçimleridir.)
Kimilerinde alerjik reaksiyonlara neden olan bir konudur öncülük konusu. Gerçi Marksist hareketin tarihinde de sert polemiklere ve keskin saflaşmalara yol açmıştır. İster alerjik isterse ideolojik nedenlerden kaynaklansın (ki ikisi aslında iç içedir, aralarında sıkı bir neden-sonuç bağlantısı vardır) öncülük ihtiyacının, dahası zorunluluğunun reddi, kapitalist toplumda bu ihtiyacı doğuran nedenin görül(e)meyişi yanında öncülük misyonunun algılanışındaki farklılıklardan kaynaklanan bir sonuçtur. Dolayısıyla kavrama yüklenen anlam da farklılaşmaktadır.
Öncülük konusundaki bir tartışmanın demagojik zeminlere çekilmesinin başta gelen nedeni, kavrama yüklenen anlam konusundaki farklılıklardır.
Öncülük denildiği zaman kimilerinin aklına hemen hiyerarşik bir konum peşinde koşmak gelir. Ayrımsız her türlü öncülük iddiası böylelerine bu yüzden, kendilerini “öncü” olarak tanımlayan birilerinin harekete kendi doğrularını dayatarak toplumsal muhalefetin diğer özneleri üzerinde hegemonya kurmaya kalkması, herkesi ve her şeyi kendisine tabi kılmaya çalışan bir yönetme (iktidar) hırsı olarak görünür.
Algı bu kadar sığ ve çarpık olunca, ardından haliyle başka garip reaksiyonlar sökün eder. Örneğin “Nereden çıktı bu ihtiyaç” sorusu sorulur, “Böyle bir ihtiyacın olduğunu kim söylüyor” sorgulamasına girilir, Candidevari bir optimizmle “Öncüye ne gerek var, mevcut durum bu alemde olabileceklerin en iyisidir” demeye getirilir. Hatta siz “Toplumsal muhalefetin değişik özneleri arasında birleşik bir mücadelenin zeminini nasıl yaratabiliriz” arayışı içindeyken, “tapulu arazimize gecekondu kurdurtmayız” türünde gizil iktidar düşkünü tepkilerle bile karşılaşabilirsiniz.
Marksist-Leninistler açısından ise öncülük her şeyden önce bir işlevi, yerine getirilmesi gereken bir misyonu ifade eder. Bu işlevi kısaca, kendiliğinden bilinci mevcut toplumsal ilişkiler sistemini eşitlik ve özgürlük başta olmak üzere insanlığın ortak tarihsel amaçları doğrultusunda değiştirecek köklü bir devrim bilincine dönüştürmek olarak tanımlayabiliriz. Leninist literatürdeki tanımla bunu, “kendiliğinden bilinci, kendisi için bilinç düzeyine yükseltmek” şeklinde de ifade edebiliriz.
Bu çabanın öncelikli öznesi işçi sınıfıdır. Kapitalist sistem tarafından sömürülen, ezilip horlanan diğer tüm sınıf ve kesimlerden farklı olarak özel mülkiyet düzeniyle cepheden karşıtlık içindeki tek sınıf olarak proletaryayı, sadece patronlarla kendi arasındaki sorunların değil toplumun bu sistem tarafından dışlanan, ezilip sömürülen diğer tüm kesimlerinin beklenti ve taleplerini de karşılayacak kapsam ve radikallikte bir toplumsal devrime öncülük edecek bir bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmasını sağlamaktır.
İşçi sınıfı içinde çalışmayı esas alan bu çaba, aynı tarihsel perspektifi diğer emekçi sınıflar ve toplumsal muhalefet dinamiklerine kazandırmaya çalışmayı da içerir. Leninist bir öncülük kavrayışı ve iddiası, bu bağlamda, bir taraftan proletaryayı toplumsal devrime öncülük edecek bir bilinç ve örgütlülük düzeyine yükseltmeyi hedeflerken diğer taraftan proletarya dışındaki emekçi kesimlerle toplumsal muhalefet dinamiklerini de proletarya sosyalizmine ve işçi sınıfı hareketine yakınlaştırmaya çalışır, bu temelde birleşik bir mücadeleyi örmeyi hedefler.
“(…) Lenin’in formüle ettiği bu öncülük anlayışı, (…) temelde bir devrim anlayışından kaynaklanır.
İşçi sınıfının politik bilincinin gelişimini ve proletarya devriminin gerçekleşmesini, ekonomik etken ve dinamiklerin kendi kendilerine işleyişinin belirli bir aşamasından sonra kendi kendine oluşup olgunlaşmasının kaçınılmaz (sonucu) olarak gören kendiliğindenci-evrimci yaklaşımlardan tamamen farklı olarak devrimin hazırlanabileceğine inanan bir anlayıştır bu. Bu hazırlamanın temel şartı olarak, proletaryanın bilinçlenmesi sorununu süreçlerin kendiliğinden akışına bırakmayıp her somut tarihsel evrenin devrimci bir tarzda çözümlenmesiyle bulunup yakalanabilecek olan devrimci dinamiklerin ve olanakların proletaryanın görüş alanına taşınmasını görür. Proletaryanın kendiliğinden hareketinin ya da hareketsizliğinin bu temelde mayalandırılması ile devrimci yolda ilerletebileceğine inanır. Lenin’in ‘dışardan taşınabileceğini’ iddia ettiği bilinç, öz olarak işte bu bilinçtir ve bu işlevi yerine getirmekle yükümlü ‘öncü’ rolünün kavranışı ile buna karşılık gelen örgüt-parti teorisi ancak bu ilişki temelinde kavranabilir.” (21. Yüzyılın Partisi- Bir Model Önerisi, sf. 101-102, Şubat Basım, Kasım 2012)
Bu konuda kimse, komünistlerin kendilerine rehber aldıkları Leninist yaklaşımı benimsemek mecburiyetinde değildir kuşkusuz. Ki o iddiada olanlar arasında bile dediğimiz gibi tam bir uyum yoktur. Lâkin konuya ilişkin bir tartışma sırasında komünistlerin yaklaşımları eleştirilirken onların öncülük misyonunu hangi neden ve ihtiyaçların sonucu gördüklerini ve içini nasıl doldurduklarını sağa sola çekiştirmeye kalkmadan ele almak gerekir.
Biraz önce aktardığımız alıntıda da vurguladığımız gibi tartıştığımız konu kendinde şey olarak amaçlaştırılmış bir öncülük konusu değildir. O bir sonuçtur. (Ayrıca konunun kendinde şey olarak amaçlaştırılması, Leninizmden sapma anlamına gelir.) Sorunun temelinde, sistem karşıtlığınızın yani muhalefet anlayışınızın kapsam ve sınırları yatar. Bu özelliği nedeniyle öncülük tartışması, esasında mevcut kapitalist sistemle köklü bir hesaplaşma yönelimi içinde olunup olunmadığının göstergesi özelliğine sahiptir.
Eğer siz, muhalifi olduğunuz sistemin sadece belirli yön ve uygulamalarına karşı olmakla sınırlı bir duyarlılık ve perspektif sahibiyseniz, muhalefet çizginiz salt bu konularda, üstelik çoğu kez savunma temelli bir karşıtlığın ötesine geçmiyorsa, bu arada sizin ilgi alanınız dışında kalan konularda, dışınızdaki toplumsal kesimlerin ihtiyaç ve beklentilerinin karşılanmasını da içerecek şekilde yıkmayı hedeflediklerinizin yerine ne koyacağınızı içeren kapsam ve genişlikte bir programatik perspektif ve stratejiye ihtiyaç duymamanız da normaldir.
Buna karşın, Harvey’in ya da Negri-Hardt ikilisinin dahi yakındıkları fasit çemberin kırılmasından yanaysanız, yani ne kadar etkileyici olursa olsun eninde sonunda sönümlenmekten kurtulamayan kendiliğinden parlamaların ötesine geçen bir toplumsal muhalefet hareketinin örgütlenmesi gibi bir derdiniz varsa, o zaman sizin, en başta gerçekleştirmek istediğiniz amaçlarınızı net olarak ortaya koyan tarihsel bir perspektif açıklığı (program) ile somut tarihsel koşullar ve sınıfsal dengelerdeki değişimleri de gözeterek harekete yön kazandırıp tempoyu ayarlayacak bir yol haritasına (strateji) ihtiyacınız var demektir. Herhangi bir eylem çağrısı ya da belirli bir konuda kampanya örgütlemesinden farklı olarak bunların her ikisi de sadece pratik deneyim yoluyla, ayrıca ha denilince edinilemeyecek çok yönlü ve derin bir teorik-entelektüel birikim gerektirir. Ayrıca bu birikimin, harekete/eylemlere katılan tekil bireylerin sahip olduklarından farklı olarak kendini süreklileşmiş biçimde yenileyen örgütlü kolektif bir birikim olması gerekir. “Öncüye” duyulan ihtiyaç işte bu noktada çıkar karşımıza.
Öncülük misyonunun kabulü kadar onun içeriğinin nasıl doldurulduğu konusu, Leninist tarzda bir devrimcilik anlayışının özüdür. Çünkü bu konu, işçi sınıfı hareketi ve diğer toplumsal muhalefet dinamikleriyle hangi tarihsel amaç ve hedefler temelinde ilişki kurulduğundan tutalım (öncü sorumluluğunun teori ve program boyutu) bu ilişkinin hangi biçimler altında (Leninist parti-örgütlenme boyutu) nasıl (taktik politikalar ve pratik boyutu) kurulduğunu içeren devrimci bir bütünlük konusudur. Lenin, çağımızda Marksizm’i asıl olarak bu noktada ileri götürmüştür. Zaten Marx ve Engels’in ölümlerinin ardından Marksist hareketin tarihinde öne çıkan bütün ünlü isimlerle Lenin arasındaki fark tam da öncülük konusunu ele alışlarındaki farklılıktan ileri gelir.
Kapitalizmi kökünden yıkma hedefiyle hareket eden komünistlerin devrimde öncülüğün zorunluluğuna yaptıkları vurgu ve bu misyonu yerine getirmeye yönelik çaba ve iddiaları, kapitalist sistemle meselesi sadece belirli yönlerle sınırlı olan (bu anlamda “düzeltilmiş bir kapitalizmi” de pekâlâ kabul edebilecek) muhalif yönelimlerle disipline gelemeyen küçük burjuvaziye hegemonya peşinde koşan yönetme-iktidar hırsının dışavurumu olarak görünür. Dünyadan ve Türkiye’den bu yönlü olumsuz örnekler de bu liberal tezi doğrulayan kanıtlar olarak gösterilir. Kusura bakılmasın ama bu ucuz bir demagojidir.
Bu elbette bu konuda (da) tarihte ve günümüzde kötüye kullanım örnekleri olmadığı anlamına gelmez. Ama her örnek kendi özgülünde ele alınıp nerede hangi yanlışı yaptığı o somutluk bağlamında sergilenmelidir. Yoksa birileri bir fikri hatta öğretiyi istismar edip onu süfli amaçlar yönünde kullanıyorlar gerekçesinden hareketle o fikrin ve öğretinin bütün savunucuları, hatta fikrin ve öğretinin kendisi aynı çuvala doldurulup toptancı eleştiri ve inkâr bahanesi yapılamaz. Güncel bir örnek olarak DAF içinde yaşandığı ifşa edilen rezaletlerden hareketle biz bütün anarşistleri ve anarşist öğretiyi “bunlar zaten böyledir” ya da “bu öğreti bu sonuçları doğurur” şeklinde bir genelleme yapabilir miyiz? Bu ucuz yönteme tenezzül edecek olursak, burada fikri bir düzeyden söz edilebilir mi? Bu temelde yönelteceğimiz “eleştirilerimizin” bir anlamı, tartışmalara bir katkısı olur mu?..
İşçi sınıfı hareketi ve genel toplumsal muhalefetin devrimci bir öncülüğe olan ihtiyacının yakıcılaştığına dair her hatırlatma, devrimci öncülük misyonunun gerektirdiği çok yönlü sorumlulukları yerine getirmeye talip olma anlamında her öncüleşme iddiası madem toptancı bir yaklaşımla yakışıksız bir hegemonya ve yönetme sevdası olarak yorumlanıyor -daha doğrusu o zemine çekiliyor- o zaman Alınteri çizgisinin Gezi öncesinden beri bu konuda nasıl bir yaklaşımla hareket ettiğine dair kısa bir hatırlatma yaparak sözümüzü bağlayalım:
“(…) Lenin’in devrimci öncü misyonunun can alıcı noktası olarak gündeme taşıdığı ‘dışardanlık’ konusunda, yaşanan tarihsel tecrübelerden sonra bugün -sınıfa bu denli uzak kalmamızın, ona korkunç derecede yabancılaşmamızın belirleyici nedenlerinden biri olarak bizim de özgülümüzde- merkeze konularak acımasızca yerden yere vurulması gereken asıl sapmayı tepeden inmecilik oluşturur.
‘Dışardanlığı’ kaba ve mekanik bir yorumla sınıfa yukardan bakan bir yabancılaşma efekti haline getiren bu seçkinci küstahlık, proletarya sosyalizminin tarihsel kazanımlarının canına okunmasındaki belirleyici rollerden/etkenlerden biri olarak zaten başlı başına büyük bir tarihsel suçun da sahibidir. O, proletarya ve ezilen yığınların saflarında olduğu kadar devrimcilik ve ML’lik iddiasındaki öncü saflarda da büyük bir şaşkınlık, hayal kırıklığı ve eziklik yaratan bu pratiği ile, neoliberal kapitalizmin aynı tarihsel kesitte yaptığı etkileyici atakların gözlerini zaten kamaştırıp akıllarını başlarından aldığı ‘Marksizmde yenilik’ arayışçılarının tasfiyeci nihilist yönelimlerine kan taşımış oldu. Leninist parti ve devrimci öncülük düşüncesine ikinci büyük kötülüğü de bununla yaptı. Kuyrukçuluk ve kendiliğindenciliğin en kaba biçimlerinin bile, Rusya ve diğer ülkelerin ekonomistleriyle hesaplaşmanın üzerinden yüzyıl geçtikten sonra neredeyse aynı söylemlerle tekrar hortlayarak taraftar bulabilmesinin tayin edici bir nedeni de, ilkinin doğurduğu yıkıcı tarihsel sonuçların büyük ve vahim oluşudur.
İşte bu nedenlerle günümüzde merkeze konulup hedefe çakılması gereken asıl sapmayı, ‘dışardanlığı’ sınıfa dışardanlıkla karıştıran, ‘öncülüğü’ sürekli akıl satmak olarak gören, kolaylıkla bürokratik bir despotizme dönüşebilen, bunu üreten, bu denli çürüyüp çürütücüleşmediği en hümanist halinde bile sınıfa ‘yardım ettiğini’ düşünen ‘işçici sosyal hayırseverli’” oluşturuyor. 21. yüzyılın parti anlayışı ve model arayışları, onun için her şeyden önce bu çarpıtmayı düzelterek işe başlamak, devrimci öncülük misyonunun kavranışında ‘ikameci’ yorum ve tutumların her türlüsünden net bir kopuş sergilemek zorundadır.
Çünkü bu zihniyet, Leninist ‘dışardanlık’ vurgusunu, tam da kuyrukçuluk savunucularının iddia ettikleri yüzeysellik ve mekaniklikte algılayarak; tarihsel süreç içinde proletaryaya yabancılaşıp tepeden bakmanın, doğrunun tekelini elinde tuttuğunu düşünen, ‘her şeyi en iyi sadece kendisinin bildiğini’ zanneden bir kibirle sınıfı ve kitleleri -parti içinde de kadroları- ‘sürü’ yerine koyan bir seçkinciliğin, kendisini ‘herkesin ve her şeyin üstünde’ gören bürokratik bir despotizmin bahanesi olarak korkunç bir yozlaşma etkenine dönüştürmüştür.
Bu kafa, toplumun sınıflara bölünmesinin ortaya çıkardığı ve kapitalizmin çok daha kapsamlı hale getirerek derinleştirdiği kafa ve kol emeği, yönetenler- yönetilenler ayrımını sosyalist harekete ve partinin içine de taşıyan, komünistlerin tarihsel bir amaç olarak ortadan kalkmaları yönünde sistematik bir mücadele yürütmeleri gereken bu sınıfsal bölünmelere parti içinde bile süreklilik kazandıracak bir sapmayı yansıtır.
Bu özelliği ile komünizmin kurmayı hedeflediği üretim ve toplumsal ilişkiler sistemine de sırtını dönmüş, eğilim olarak onu lâfta bırakan, daha çok küçük burjuva aydınlara özgü bir hastalıktır. İnsan-insan ilişkilerinde bağımlılık yaratan ya da ayrıcalık üreten her türlü eşitsizliği -kaynağıyla birlikte- kurutmayı hedefleyen komünizmin toplumsal amaç ve idealleri bir yana, burjuva demokrasilerinin bile gerisine düşen despot rejimler, kendilerini sadece sınıftan ve halktan değil partinin diğer kadroları ve mekanizmalarının da üstünde gören kişisel diktatörlükler hep bu hastalıklı ‘öncülük’ anlayışının ürünleridir.” (21. Yüzyılın Partisi- Bir Model Önerisi, sf. 105-106)
Bu yazı, bir nev’i zorunlu bir mıntıka temizliği oldu. Yoksa gündemimizdeki asıl mesele, birbirleriyle bağlantılı, dahası iç içe geçen halkalar olarak işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketin kaynaşması, sosyalistlerin kendi aralarında en azından güç birliği oluşturmaları, işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketle diğer toplumsal muhalefet dinamikleri ve örgütlenmeler arasında birleşik bir mücadelenin nasıl örgütlenebileceği konusu. Bu konudaki meramımızın daha iyi anlaşılıp yeniden oraya buraya çekilmemesi için bir de bu yolu deneyelim istedim. Asıl konumuzu bu temel üzerinde gelecek yazılarımızda ele alırız artık.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.