Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilan etiği 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’da akıl ve bilime tepki olarak ortaya çıkmış dinsel bir yükseliş yaşanıyordu. Nietzsche keskin bir öngörü ile o yükselişle dinin kendi ölümünü ilan ettiğini söylemek istemişti. Benzer şekilde siyasal İslam’ın yükselişi/çekilişi de İslamcılığın yaşayacağı kaçınılmaz sondan önce gelmiş son bir ölüm iyiliği olarak okunabilir
Albert Camus, Fransa’nın 2. Dünya Savaşı sırasında geçirdiği karanlık günlerde kaleme aldığı Bir Alman Dosta Mektuplar’da muhatabına “Siz daha en büyük utkularınızda yeniktiniz, gelmekte olan bozgunda ne yapacaksınız?”[1] diye sormuştu. Evet, düşünüre göre tarihin gördüğü en korkunç saldırganlığın failleri, kazandıklarını sandıkları anda hatta daha yola çıkarken dahi mağluptu aslında.
İslamcılık için de benzer bir değerlendirme yapılamaz mı? İslamcılık da elde ettiği en büyük zaferlerde bile yenik olarak değerlendirilemez mi? Türkiye örneğinde gördüğümüz üzere en yüksek ‘ideali’ iktidar nimetlerini ele geçirmek dolayısıyla da kendi yandaşlarının zenginliğini sağlamak olan, bu uğurda patronların ve büyük emperyalist güçlerin vereceği tüm görevlere gönüllü yazılan, korkunç bir yıkım pahasında da olsa hep maddi/siyasi çıkarlarını kollamaya devam eden bir hareket olarak İslamcılık aslında daha yola çıkarken ya da zaferler kazandığını sanırken bile yenikti diyemez miyiz?
Savunma maksatlı bir yorum Türkiye’de İslamcılığın İslam’ı her zaman kendi çıkarları doğrultusunda kullandığını öne sürebilir. Bu yorumun haklılık payı yüksektir elbette. Fakat buradan yola çıkarak yozlaşmamış bir ‘gerçek’ İslam kurgusuyla, İslamcılığın aslında modern dünyada muzaffer olabileceğini düşünmek yine hatalı olacaktır. Yani gerçek İslam bir yerlerden bulunup getirilse dahi İslamcılığın sorunu devam edecektir. Çünkü İslamcılığın tüm dünyada yaşadığı sorunlar aslında ‘teorik’ temellerinden kaynaklanmaktadır. Kuran’ın Allah’ın sözü kabul edilmesi, bizzat kendisinin bir mucize olması ve İslam’ın bu kutsiyetle akli sorgulamaya yer bırakmayacak şekilde dünya hayatını tanzim etmek istemesi, İslam’da reformu teorik olarak imkânsız kılmaktadır. Kuran Allah’ın söz ve emirleri olduğuna göre ve Kuran’da yazılı olan temellerden sapılması İslam açısından mümkün olmadığına göre, İslam’da ‘Sezar’ın hakkı’ diye bir şey yoktur, yalnızca Allah’ın hakkı diğer bir değişle yasa koyma kudreti vardır. İman ile ezelden ebede uyulması şart olan Allah’ın yasaları ise insanlığın ortak ürünü olan tarihten üstün ve zamanın dışındadır. Öyleyse İslam ve İslami iddialı hareketler, muvaffak olamamış bazı akli açılım denemelerini bir kenara bırakırsak, tarih karşısında hep mağluptur. Çünkü İslam tarihsellik vasfını henüz kuruluşunda yani teorisinde reddetmiştir.[2]
Bu söylediklerimiz yeni değil elbette. Ancak bu değerlendirmeler doğruysa buradan günümüze dair altı çizilmesi gereken iki sonuç çıkartabiliriz. Birincisi Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ya da benzer çıkışlar yapan kimseler, onların zaviyesinden bakıldığında aslında haklıdır. İslam tam da onların dediği gibidir. Çıkacak diğer sonuç ise İslam’da reformun ancak İslam’ın terki ile mümkün olabileceğidir. Elbette reform için tüm Müslümanların İslam’ı tamamen reddetmesi gerektiğini ileri süremeyiz. Fakat artık Müslüman toplumlar bu dünya ile çelişki yaşamaktansa İslam ile çelişki yaşamanın daha sürdürülebilir olduğu bir evreye girmektedir. Öyleyse Ali Erbaş gibiler kendince haklı olmakla birlikte tarih ve dünya ile çelişmekteyken; toplum, gündelik hayatını daha sorunsuz yaşayabilmek için bu çelişkinin ağırlığından kurtulmak ve her an daha çok dünyevileşmek durumundadır. Toplumlar eğer bu çağda yaşamaya devam edecekse muhakkak uyarını bulacak, İslam’ı ‘terk etmeden terk edecek’ yani dini yaşama uyduran kolay yollar geliştirecektir. Diğer taraftan anlaşılan o ki 21. yüzyıl boyunca İslamcılık projesinin ölümünü seyredeceğiz. Bu noktada Afganistan’daki gelişmeler ve Taliban örnek gösterilerek itiraz edilebilir belki. Ancak Taliban’ın bizzat kendi varlığı, İslamcılığın nasıl bir çürüme demek olduğunu simgelemiyor mu? “En büyük utkularında dahi yenik bir hareket” Asya’nın dağlık bölgelerinde Taliban gibi oluyor demek ki.
Yukarıda İslam’ın modern dünya ile yaşadığı çelişkinin geçmişten devreden ve yarına uzanan tarihsel sonuçları olacağını kısaca aktardık. Bu bağlamda yaşadığımız devri bir alacakaranlık vakti olarak tasvir edebiliriz. 21. yüzyıl dünyası İslam da dahil tüm dinlerin mensuplarını bir seçim yapmaya zorlamaktadır. Şüphesiz Hıristiyan Batı toplumları bu seçimin kapıya dayandığını bizden çok daha önce fark edip akıl ve bilim çağına bizden çok daha önce girmişlerdir.
Müslüman toplumları ise -sanatta kullanılan- gerçek anlamıyla bir trajedi beklemektedir. Belki de gelecekte Müslüman kuşakların yaşayacağı trajedi Brütüs’ün trajedisine benzer olacaktır. Bilindiği gibi Brütüs, Sezar’ı sevmiyor değildi ancak Roma’yı daha çok seviyordu. Brütüs’ün sevgisine rağmen ve Brütüs’ünün sevgisi uğruna öldürüldü Sezar. Trajedi bu iki insani sevgiden birisinin üstün gelmesinde açığa çıkıyordu.[3] Günümüzün İslam toplumları da Allah’ın dinini çok seviyor ve inançlarından asla taviz vermek istemiyor olabilir. Ancak artık insanı ve dünyayı daha çok sevmeleri gereken bir yüzyılda olduklarının farkına varıyorlar. İslam’ın Müslümanlardan beklentilerine uygun olarak ya da Kuran’a harfiyen uyularak ortaya çıkartılacak bir toplumsal yaşam, çok uzun bir süre önce bu dünyada gerçekleştirilebilir olmaktan çıkmıştır. Kuran’a en kararlı şekilde bağlı radikal İslamî hareketlerin başarısızlığının temelinde muhtemelen bu çıplak gerçek yatmaktadır. Bu açıdan yaklaştığımızda dünyada 90’lardan itibaren yükselmiş ve şimdilerde geri çekilmekte olan siyasal İslamcı dalganın kendisini de bir ölümün ilanı olarak görebiliriz pekâlâ. Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilan etiği 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’da akıl ve bilime tepki olarak ortaya çıkmış dinsel bir yükseliş yaşanıyordu. Nietzsche keskin bir öngörü ile o yükselişle dinin kendi ölümünü ilan ettiğini söylemek istemişti. Benzer şekilde siyasal İslam’ın yükselişi/çekilişi de İslamcılığın yaşayacağı kaçınılmaz sondan önce gelmiş son bir ölüm iyiliği olarak okunabilir.
İslamcılığın ölümü bir vakıadır, tarihsel olarak çok kısa sürede, hiçbir gerçek başarı göstermeden yaldızları dökülmüştür. Fakat bu bir trajedi değildir. İslamcılığın başına gelen, çağın isteklerine uyum sağlaması mümkün olmayan siyasal hareketlerin kaçınılmaz sonudur. Dahası İslamcıların ‘vahşi kapitalizme’ alternatif olabilecek herhangi bir tasavvurlarının olamayacağı da gün gibi ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu dümdüz iflastır. Oysa İslamcılıktan farklı olarak Müslüman toplumları bekleyen belirttiğimiz gibi Brütüs’ün yaşadığına benzer bir trajedidir, daha dikkatli açıklanmayı hak eder.
Bir araştırmaya dayanmamakla birlikte başta Türkiyeli Müslümanlar olmak üzere dünya genelinde Müslümanların hayal kırıklığı içinde olduklarını tahmin etmek zor değil. Akın akın Batı ülkelerine göçen Müslümanlar bu hayal kırıklığının ispatı olarak görülebilir. Şu halde elimizde modern çağın sorunlarına çözüm üretemeyip, her alanda iflas etmiş bir İslamcılık ve gerçek dünyanın sorunlarıyla baş başa kalıp ümidini yitirmiş Müslüman toplumlar vardır. Malihülyalı şarkılarımızdan mahur bir eserin güftesinde “Ümmîdi yıkılmış beni âtiye ne bağlar?” diye sorar. 21. yüzyılda bu soru Müslüman toplumlar için tarihsel önemi haiz bir soruya dönüşmüştür. Umutsuzluk içerisindeki Müslüman toplumları geleceğe bağlayacak olan nedir? Hemen yanıtlayalım; Müslüman toplumları geleceğe bizzat bu umutsuzluk bağlayacaktır. Çünkü yaşanan hayal kırıklığı ve içine düşülen umutsuzluk tarihsel bir uyumsuzluktan doğmaktadır.
İlerleme ne demektir? İlerleme bir anlamda mevcudun terki demektir. Toplumun geniş kesimleri açısından şimdinin geçmişte kalması, bilineni geride bırakma ve bilinmeyene doğru bir yol alış. İslamcılığın Türkiye macerasına bu basitlikte baktığımızda AKP’nin belki de en büyük iddiasını yakalamış oluruz. AKP hızla değişmekte olan dünyanın, Müslüman toplumun başına yıkılmasını engellemek iddiasındaydı. Fakat açıkça görüldü ki hızla değişen dünya bizzat siyasal İslamcı beceriksizlik vesilesiyle Müslümanın başına yıkıldı. Yabancı denizlerde kaybolmuş bir gemide, umut bağladıkları yarım yamalak haritanın işe yaramadığının farkına varmış insanların umutsuz hali gibi. Bu gemide haritayı tekrar tekrar ele alıp, onu ‘doğru okumak’ isteyecek talihsizler mutlaka çıkacak ve elbette tekrar tekrar yanılacaklardır. İşte bu anda vukuu bulan umutsuzluk, belli ki dünya ile akıllardaki teori/din arasındaki ‘farktan’[4] doğmaktadır. Fakat seyrin en karanlık yerinde Müslüman toplumun içinde bulunduğu bu umutsuzluk aynı zamanda ileriye doğru atılmanın da tek itkisi olacaktır. Çünkü içinde bulunduğumuz çağda, eldeki işe yaramaz harita yerine belki yıldızlara belki de uzak kıyılara bakarak yeni bir ‘harita’ yani yeni bir teori geliştirmenin şartları ve gerekliliği son derece belirginleşmiştir. Brütüsler sahneye çıkacak hiç istenmese de din bir kenara bırakılacak ve gemiye yeni bir yol aranacaktır. Müslümanlar dini teorinin işe yaradığı tanıdık sularda kalabilselerdi ne umutsuzluk olacaktı ne de kaybolmuşluk. Fakat bu tanıdık dünyada uzak yıldızlara bakan da olmayacaktı muhtemelen. Müslümanlar için dünyayı anlamanın aracı değiştiğinde, dünya ile daha uyumlu bir düşünsel yaklaşım yerleştiğinde şüphesiz Müslüman’ın görüp içinde yaşadığı dünya da değişmiş olacaktır. Bu tam olarak deneyim denilen şeydir. Geçmiş yüzyıllarda karanlık bulunan bugün artık tanıdık ve aydınlık gelecektir. Müslüman toplumlar modern çağ denilen belirsizliğe bugüne kadar büyük oranda Batı dolayımı ile bakmışlar fakat bazı karaltılar haricinde bir şey görememişlerdir. Fakat yukarıda da bahsettiğimiz gibi çağımız Müslümanları bir karar anına doğru sürüklemektedir. Bu anda Müslüman toplumların doğru seçimi yapmak yani akıl ve bilime dayalı düşünceyi içselleştirmek dışında bir çıkar yolu yoktur. Artık Minerva’nın baykuşunun Müslüman toplumların üzerinde de kanat çırpacağını ümit edebiliriz çünkü belli ki İslamcı karanlık dağılmakta sabah yaklaşmaktadır.
Dipnotlar:
[1] A. Camus, Düğün, Bir Alman Dosta Mektuplar
[2] T. Timur, İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı
[3] İ. Kuçuradi, Sanata Felsefeyle Bakmak
[4] Aktarılmak istenen Hegel felsefesinde işlenmiş olan fark kavramıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.