İklim zirvelerinin yıllardır yinelenen başarısızlıkları siyasi ve iktisadi yöneticilerin küresel yarışma mantığı içine kapanıp kaldıklarını gösteriyor. İnsanlığın ortak yazgısı düşüncesi bir türlü egemen olamıyor ve zirveden sonra çok uluslu şirketler, Kuzey’in zenginleri ve egemen sınıfları sanki hiçbir şey olmamış gibi kâr etmeye, zenginlik, güç, prestij elde etmeye devam ediyorlar
“Toprak ile beslediği insanlar arasında var olan gizli uyumda ihtiyatsız toplumlar doğanın güzelliğine el uzattıklarında pişman olurlar. Toprağın çirkinleştiği, manzaradan şiirin yok olması durumunda imgelem söner, zihinler fakirleşir. Gelenek ve kölelik ruhları teslim alır ve uyuşukluğa, ölüme mahkûm eder”
Élisée Reclus (1830-1905)
“Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” diyor uzmanlar. İnsanlar kendi kuyularını mı kazıyorlar?
Dünyanın sonu değil insanlığın sonu. Doğa ve canlıları bir şekilde uyum sağlayacak ama ya insanlar?
Dünyayı daha ne kadar sömürecek bu sistem? Bilerek kötülük yapılıyor, bilerek doğa, canlılar yok ediliyor ve buna “akrasia” diyorlar ya da erteleme hastalığı. Sigaranın sağlığa zararlı olduğunu bilerek içmeye devam etmek gibi. Doğayı sömürdükçe sona yaklaştığımız gördüğümüz gibi.
Sabah akşam bilgisayar ya da televizyon ekranlarına bakmanın sağlığımıza ve ayrıca dünyaya da (tablet, cep telefonu, bilgisayar üretiminin nasıl kaynakları yok ettiğini ve çok enerji harcadığını yinelemeye gerek yok) nasıl zarar verdiğini bilerek kullanmaya devam etmek gibi. Kapitalist çılgın makine bizi uçuruma bireysel ve toplumsal olarak yaklaştırdıkça “Oh! ya bugün de düşmedik” diyoruz.
Gelir eşitsizliğinin, emek sömürüsünün ve sonuçta doğayı sömüren sistemin bizi uçuruma getirdiğini fark ederek sistemi uçuruma yuvarlamanın da zamanı gelmedi mi?
Açlıktan ölenler hangi uçurumun kenarındadırlar?
İnsanlığın sonu yarın, bugün değil diyerek devam ediyoruz. Olayın bilincindeyiz ama eyleme geçemiyoruz. İnsan böyle.
Doğanın katledilmesi ve sonuçta iklim değişikliği ya da küresel ısınma bugünkü olay değil. Yıllar önce başladı, sanayileşme ile. Bu konuda çok sayıda bilim insanı uyarılarda bulundu, kitaplar ve makaleler yazdılar. Dinleyen olmadı.
Giderek artan yayınlar, modeller işin ciddiyetini ortaya koydu. Evet geri dönülmesi zor olan bu değişikliğin sorumlusu sömürü düzeniydi ve zehirli salımlarıyla sera etkisi yaratıyor, doğayı nefessiz bırakıyor, buzulları eritiyor, okyanusları asitleştiriyor, hayvan ve bitki örtüsünü mal gibi görerek pazarlıyor, hava ve akarsular kirleniyordu. Ormanlar yok ediliyor, biyoçeşitlilik can çekişiyordu.
Joseph Fourier 1820’de sera etkisini bulduktan sonra karbondioksit salımı (CO2) 2010 yılına kadar tam 655 kat artmıştı.
Avrupa’da 30 yılda tarım ilaçları, sentetik gübreler nedeniyle toprak ölürken böceklerin yüzde 80’i de kayboldu.
Her yıl hava kirliliği nedeniyle Avrupa’da 500 bin, dünyada açlıktan her gün 25 bin kişi ölürken bunların sayısı verilmedi ama salgın için her gün istatistikler yayımlandı.
Meteorolojik olaylardan hiç söz etmeyelim; bir yerde kuraklık, bir yerde fırtınalar insan yaşamını giderek tehdit ediyor. Seller, dev orman yangınlarına her gün tanıklık ediyoruz. Sibirya bile yanıyor. Donmuş topraklar (permafrost) eriyor ve hapis olan metan gazı yayılıyor.
Ekosistemler çöküyor.
Ve sayılar her gün artıyor. Seyrediyoruz.
İşte bunu gören kimileri de çöküş senaryoları yazıyorlar. Kimileri bunlara komplocular diyor. Jared Diamond eski uygarlıkların çöküşünü anlatmıştı. Mayalar zamanında yazsaydı kendisi de belki komplocu olurdu. Yarın bu çöküşü kim anlatacak?
Büyümenin peşine düşüldü. Yüzde 7-8 büyüme büyük başarı sayıldı. GSMH boyuna artıyordu. Dünyadan ve insanlıktan ne alıp götürdüğü sorgulanmadı. İktisadi yaşamın normal bir durumuydu, değişmeziydi, içkin bir olguydu. Walt Whitman Rostow iktisadi büyümenin evrelerini 1960 yıllarında anlatırken ne doğadan ne de kirlilikten tek söz etmiyordu. Zaman büyüme zamanıydı. Arabalar, otoyollar, televizyon ve Amerikan yaşam biçimi söz konusuydu. Tüketin, tüketeceksiniz deniyordu. Bolluk zamanı yakındı. İnsanlığın feneri üret ve tüket idi. İşte buydu “mutluluk”.
Bugün de aynı davranış içindeler hükümetler. Ekonomi gerileyip, bunalıma girdiğinde ekolojik sorunlar, kirlilik ya da biyoçeşitlilik hemen ikinci düzleme atılıyor. Yaşadığımız salgın ve yaratılan korkuyla kimsenin umurunda değil çevre felaketleri. Oysa salgının en önemli nedenlerinden birinin çevrenin tahribatından geçtiğini unutuyoruz ya da unutturuyorlar.
Marmara’da deniz salyası nedeniyle yüzememek mutluluğa sekte vurmuyor muydu?
Ve insanlık tükeniyordu doğayı da yanına alarak.
İnsanlar iklim değişikliğine uyum sağlayabilir mi yoksa önlemleri hemen alıp dünyaya nefes aldıracak mı? Merak etmeyin, uyumu her zaman olduğu gibi piyasa sağlar ve “yeşile boyarsak dünya kurtulur” masalları ve haberlerini de gündemden düşürmüyorlar.
İklim değişikliği, küresel ısınma, iklimsel ısınma, iklimsel bozulma, sera etkisi ve gazları gibi değişik isimlerde veriliyor.
Öncelikle neden zirvelerin sadece iklim ve değişikliğiyle ve enerjiyle ilgili olduğu sorgulanmalı. İklim bunalımı diğer bunalımlardan daha mı önemli? Bu değişikliğe bağlı olmayan çok sayıda ekolojik felaketler ise ele alınmıyor. Ağacın ormanı sakladığı gibi iklim değişikliği de diğer felaketleri saklıyor. Biyoçeşitliliğini kaybolması, tarım arazilerinin giderek kentleşmesi, kirlilik, aşırı balık avlanması, taş ocakları, meraların kaybolması gibi çok sayıda olay arka düzlemde kalıyor.
Dolayısıyla iklim zirvesi yerine iktisadi-toplumsal ve ekolojik felaketler zirvesi ve alınması gereken önlemler demek daha doğru olmaz mıydı?
“Sadece ekolojik bunalımı düşünmek tehlikeli ve sadece bu bunalım genel direnişe çağırmamalı” diyor Pierre Dardot ve Christian Laval.
İklimde görülen değişiklikler ve uzman kişi ve kuruluşların uyarıları Birleşmiş Milletler’i harekete geçirir. İlk konferans 1972’de Stockholm’da yapılır. Sonraki zirvelerin sayısını unuttuk, ne gibi sonuçlara yol açtığını da.
Amy Dahan ve Stefan Aykut siyasi seçkinlerin ve uluslararası bürokrasinin miskinlik ve telaşsızlığı ile dünyanın giderek bize yolladığı yaşamsal işaretler arasındaki kopuşu “İklimi yönetmek mi? 20 yıllık uluslararası görüşmeler” adlı kitaplarında anlatıyorlar. Büyük tantana ve gösterilerle imzalanan (ve imzalanmayan) iklim anlaşmaları bir sonuç vermiyor. En çok kirleten ülke ABD, ülke çıkarlarına zarar verir diye anlaşmadan çekiliyor. Bugün sadece ülkelerin yüzde 10’u salım azaltılması konusunda çaba gösteriyor. Diğerleri ise dünyayı kirletmeye devam ederken gelişmekte olan ülkelere de ders vermeye çalışıyorlar.
Zirvelerde ayrıntılarla, ikincil nedenlerle, yanlış ya da hatalı düşüncelerle vakit geçiriliyor, son çözüm önlemleri alınmıyor ve siyasette sonraki seçimi düşünerek zirveden sonra eskisi gibi devam ediyor.
Böyle giderse sıcaklık ta 2 derece değil belki 3,5 ya da 5 derece artabilir diyor kimi uzmanlar.
Kişi başı salım 1,5 ton/yıl olması gerekirse kurtuluruz derken Almanya bunun 4 katı, ABD 11 katı, Katar 25 katı, salım üretiyor. Etiyopya ise 20 kâr daha az CO2 salıyor.
2019 yılında Uluslararası Meteoroloji Örgütü genel yazmanı Perteri Taalas “Paris iklim zirvesinde verilen sözlere karşın hiç yavaşlama işareti yok, ne de azalma işareti” diye yakınıyor. Her zirvede “Bu son şansımız” denilip kirletmeye devam ediliyor. Zirvelerin yarattığı maliyeti ve kirliliği de düşünün. Kuşkusuz doğanın dengesini korumak için yapılacak her eylemin bir maliyeti vardır ancak eylemsizliğin maliyeti daha ağır ve fazla olacaktır.
Diplomasi açısından 195 ülkeyi Paris’te toplamak ve anlaşma imzalatmak büyük başarı olarak gösterilirken yayınlanmasından sonraki dönemdeki etkisizliği unutuluyor, unutturuluyor.
Danimarka’da yapılan zirvede iki büyük kirletici olan ABD ile Çin arasındaki salım azaltma çabası anlaşmazlıkla sonuçlanıyor.
Kuzey ülkeleri ile Güney ülkeleri arasında anlaşmazlık ise iklim zirvelerinin bir başka boyutu. Bugün en zengin yüzde 10 sera etkili salımların yarısını üretiyor. Küreselleşme salım hesaplarını ve sorumluluğunu zorlaştırıyor. Çünkü zengin ülkeler kirlilik yaratan ve çok çöp üreten (özellikle tehlikeli) sanayilerini Güney ülkelerine kaydırıyorlar ve insanları zehirliyorlar ama sorumluluk bu ülkelere yükleniyor. Burada ekolojik borç kavramı ortaya çıkıyor ama nedense zirvelerde pek söz edilmiyor. Kirleten ödemiyor, kaçıyor, sorumluluğu başkalarına atıyor.
2019 yılında Afrika, dünya nüfusunun yüzde 17’sine sahipken sera etkili gaz salımlarının ise yüzde 4’ünden sorumlu ve salım yerine daha çok karbon saklayan kuyu işlevi görüyor. Her zirvede salım azaltacak teknoloji transferi ya da kalkınmaya yardımdan söz ediliyor ama zengin ülkelerin sorumluluğu saklanıyor. Güney ülkeleri de uluslararası adalet adına “Ben de büyümek istiyorum, ben de fosil enerji kullanacağım” derken haksızlık mı yapıyorlar?
Önce çok kirletenden başlamak gerekmez mi?
Amazonlar’ı yok etmeye çalışan, Sibirya’da, Kutup’ta petrol ve gaz arayan, kaya kırma ve şistli petrol üretimine devam eden devlet başkanlarıyla iklim yönetilebilir mi?
2018 yılı için saptanan amaç 426 milyon ton salım idi ama 445 milyon ton ile aşıldı. Neye yaradı zirve?
İklim sorunu küresel ama kapitalist sistemin acımasız rekabet ve sömürü ortamında sorumluluk hep başkalarına atılıyor ve ekoloji hep ikinci düzlemde kalıyor. Böyle olunca önce ekolojik önlemleri almak için otoriter iktidarlar mı gerekir diye soruluyor? Ama birkaç ülkede otoriterlik dünyayı kurtarmaya yetmiyor ve görünürde otoriterler daha çok kirletiyor. Bir diğer konu ise kapitalist sistem ekolojik güvensizlik ve toplumsal güvensizlik konularını örtmek için ulusal güvenlik, göçmenler, terörizm konularını ön düzleme çıkararak faşizme doğru kayıyor.
Salımları azaltmak için yaratılan “karbon piyasası” neye yaradı? Karbon azaltmaya değil spekülatörlere yaradı.
“Ekolojik yatırımlar”, “sorumlu tasarruf”, “yeşil hisse senetleri” adı altında “Yeşil finans” sizin paralarınızı topladı ve fosil enerjilere yatırdı ve kendisine “sürdürülebilir” havası verdi. Kara parasını ekoloji ile yıkamaya çalışıyor. Örneğin, Fransa’da sosyal ve sorumlu yatırım fonu çevreyi, sosyali ve yönetişimi dikkate alan ölçütleriyle 2020 yılında 546 milyar fon topladı ama bu fonların yüzde 94’ü çevre ve sosyal uygulamaları çok eleştiri toplayan firmalara gitti. Yeşille göz boyayıp, sizi aldatıyorlar.
Zirvelerin metinleri iklimle ilgili önlemlerin piyasayla çelişkiye girmemesi için özen gösteriyorlar. 1992 Rio zirvesinde açıklanan metin sera etkili gaz salımlarıyla mücadelenin serbest piyasayla rekabete girmemesini çok önceden öneriyordu. 21 Mart 1994’te yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde (UNFCCC) iklimsel değişikliklere karşı alınacak önlemlerin, tek taraflı alınacak önlemler de dahil olmak üzere uluslararası ticarete keyfi ya da haklı olmayan ayrımlara neden olmasının ya da bu ticarete ilişkin kılık değiştirmiş engellerin getirilmesinin uygun olmadığı belirtilir. Zirvelerde salımı azaltma sözü verenlerin sözünü tutmadığında ne gibi cezaya muhatap olacağı belirtilmez. Çevre sevgisi ön düzleme şevkle çıkarılırken zorlama, baskı, cezalar ise gölgede kalır. Piyasayla uyum sağlanacağı koro halinde söylenir. Düzenlemeler hep piyasa mantığı içinde ele alınır: Karbon piyasası, ekolojik vergi, ekolojik standart ve normlar gibi. Ama salımlar sürüp gitmektedir ve üstüne üstlük karbon piyasasında spekülasyonla para kazanmaya devam edilir. Kirlilikten nemalananlar hep olmuştur.
Naomi Klein’in dediği gibi; iklim zirvelerinde karar almak çok zor ama küreselleşme, karşılıklı ticaret antlaşmaları, özelleştirme, yapısal reformlar, ticaret örgütü için tarifeler, çokuluslu şirketleri koruyan hukuki önlemler gibi konularda sorun yok ve kararlar hemen alınıp uygulamaya geçiyor.
Ekolojik felaketi kârın hizmetine sunmadan nasıl önlem alabiliriz?
İklim değişikliği küresel bir olaydır. Salımları önlemekte küresel bir örgütlenmeden, bir başka deyişle emeği, doğayı, kaynakları tüketen kapitalist sistemin değiştirilmesinden geçer.
Kimi ulusların çabaları, yerel düzlemde salımları azaltacak önlemler tabi ki yararlıdır ama devede kulak gibidir.
Ayrıca salımları kim denetleyecektir, hangi kuruluş ülkeleri uyaracaktır? Uymayanlara nasıl bir yaptırım öngörülmektedir?
Geleneksel uluslararası örgütlerin, kurumların eylemsizliği ve yaptırım gücünün olmaması karşısında vatandaşlar daha iyi bir çevrede yaşamak amacıyla kimi önlemler almaya çalışmaktadırlar. Yenilenebilir enerjilerden israfa, çöp üretiminin azaltılmasından yanlış ve kötü beslenmeye karşı politikalar peşinde koşulmaktadır.
Kentlerde toplu ulaşımın geliştirilmesi, yeşil alanların çoğaltılması, nesneleri kullan-at yerine tamir edecek işliklerin kurulması, binaların yalıtılması, çatıların bitki örtüsüyle örtülmesi, ortak bostanların yaratılması…
Organik tarımın desteklenmesi, tarla kenarlarına bitki ve ağaç örtüsünün yerleştirilerek biyoçeşitliliğe destek sağlanması, bozkırın ağaçlandırılması…
Sanayi çöplerinin azaltılması, geri dönüşümü olan ürünlerin üretimine öncelik verilmesi, sanayinin ve özellikle kimya sanayinin mutlaka ve mutlaka arıtma tesislerini kurması, yerel ekonominin ve değişimin sağlanması, yerel paranın yaratılması…
Barajlarda yüzer ve bozkır alanlarda güneş santrallerinin kurulması, enerjiden tasarruf sağlayacak önlemlerin alınması…
Kısacası küresel eşitsizliğe karşı en azından yerelde eşitliğin sağlanması, emeğe ve doğaya saygı gösterilmesi söz konusudur. Eko vatandaşlık, katılımcı yerel demokrasi yaratılması söz konusudur. Yatay örgütlenmeyle, kooperatiflerle, karşılaşma, tartışma ve bilgi alışverişiyle yeni bir çevre yaratmak söz konusudur.
Geleneksel yolların dışında almaşık yollar ve çözüm arayışı özellikle parasal nedenlerden dolayı zorlukla karşılaşmaktadır. Bürokrasi engel çıkarmakta, siyasiler yeterince ilgiyi göstermemektedir.
Ancak ev çökerken odayı kurtarmak zordur. Tehlike ortak olup ortak hareket edilmelidir. İklim değişikliği ya da salgın olsun herkes etkilenecektir. Son salgında küreselleşmenin etkilerini gördük ve bağımlılık tüm dünyayı etkiledi, etkiliyor. Yerelde ki çözümler ancak yerelde kalıyor ve dünyayı kurtarmaya yetmiyor. “Herkes evinin önünü süpürürse dünya temiz olur” yalanı başlıklı yazımda bu konuya değinmiştim.
Ortak mal/varlık (commun) konusunda uzman olan Elinor Ostrom orman, balık nüfusu, otlaklar gibi iklimi de ortak bir mal olarak ele alır. 2011 yılında New York Üniversitesi’nde katıldığı toplantıda bir öğrenci kendisine şu soruyu yöneltir: “İklim değişikliğine karşı ne yapılabilir? Ostrom, “Oturup siyasilerin bir karar vermesini bekleyemeyiz” diye yanıt verir. Siyasilerin adım atmalarını beklemektense acil olan bir durumda yerel ya da bölgesel düzeyde ortak eylemlerin yapılmasının gerekli olduğunu belirtir ve bu eylemlerin bilgi paylaşımı yoluyla yaygınlaştığını belirtir. “Küresel düşün, yerelde eylem yap” sloganının geçerli olduğunu belirtir.
İklim zirvelerinin yıllardır yinelenen başarısızlıkları siyasi ve iktisadi yöneticilerin küresel yarışma mantığı içine kapanıp kaldıklarını gösteriyor.
İnsanlığın ortak yazgısı düşüncesi bir türlü egemen olamıyor ve zirveden sonra çok uluslu şirketler, Kuzey’in zenginleri ve egemen sınıfları sanki hiçbir şey olmamış gibi kâr etmeye, zenginlik, güç, prestij elde etmeye devam ediyorlar.
Yerelde örgütlenmeler ulusal düzeyde kenetlenmelidir, sonra da uluslararası düzeyde. Bildiğimiz ve sessiz kalıp zirvelerle vakit geçiren siyasiler yerine halkın kurup yöneteceği kurumlar yaşama geçirilebilir. Yaşadığınız çevreyi belki düzeltme ve yörenizde daha az salım yapma olanağı yaratabilirsiniz ama bunun yeterli olmayacağının farkında olmalısınız. Petrol şirketlerinin, ulaşımın saldığı salımlarla mücadele zor görünmekte ise de sistemi değiştirme mücadelesi sürmelidir. Başka çözüm de yoktur.
Kaynaklar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.