Krizlerin ve kaotik ortamın yarattığı gerilimleri yöneterek kendisini ayakta tutan iktidar koalisyonu, ne kadar çırpınırsa çırpınsın toplumsal desteğini koruyamıyor, geçen her ay o destekte az ya da çok erime yaratıyor. Aslına bakılırsa, devletin fethinde epey yol alınmasına rağmen halen bir faşist kurumsallaşma sürecinden bahsediliyorsa, süreç bir türlü kendisini bütünüyle gerçekleştiremiyorsa, tam da böylesi bir gerçeklikten baskılandığı için böyle oluyor. Bazı halk güçleri “aktif” olarak farklı alanlarda iktidar koalisyonunun politikalarına karşı direnirken, başka bazı halk güçleri de “pasif” bir direnişle, iktidara verdiği desteği geri çekerek “direnişçi” oluyor
Nefes nefese yaşanmak zorunda bırakılan toplumsal yaşam, kendisini belirleyerek yapılandıran çoklu kriz/krizler ortamının aynı anda her yönden estirdiği kuvvetli rüzgarlar ve dalgalarla boğuşarak sürüp gidiyor.
“Bu da olmaz” denilenlerin çoğu sanki çok doğalmış gibi oluveriyor, “oldu-bitti zaten, bir şey olmaz, alışırsınız!” emrivakileri art arda geliyor.
Yasalar ve kurumlar yerine geçen çıplak güç ilişkilerinde, yasal şiddet tekeline sahip olan Erdoğan önderliğindeki AKP-MHP-Ergenekon güçlerinden oluşan iktidar koalisyonunun, “madem ki güç bizde, istediğimizi yapabiliriz, işte yapıyoruz ve yaptık bile!” aşamasına dek yükselttikleri dayatmaları, ülkeyi süreklileşmiş bir kaotik ortamda tutuyor ve kaosa doğru sürüklüyor.
İşte, kaotik ortamı kaos tehlikesiyle zorlayarak gerginliği sürekli yükselten iktidar güçleri, bu durumu bir iktidar olma tarzı olarak bilinçlice yönetiyorlar. Eh, bunu becerebildikleri için pek marifetli oldukları da söylenemez. Çözüm gücü olma kapasitesini çoktan yitirdikleri ve bağlı olarak toplumsal destek alanları sürekli daraldığı için, kendilerinin sorumlu oldukları krizleri ve o krizlerin yarattığı kaotik ortamı yönetmekten başka yolları da yok zaten!
Yaşam, halkın çoğu açısından iğneli fıçı içinde çırpınmaya dönüştü.
Yoksulluk, işsizlik, pahalılık, kadın cinayetleri, ekolojik yıkım, Kürt halkına yönelik baskı ve terör, Alevi inancına karşı sürekli kışkırtılarak hep tetikte tutulan öfke ve hınç vd.; halk güçlerini neredeyse rahat nefes almaya bile hasret kaldığı bir toplumsal gerilim içinde sürekli zorlayarak “eğitip” köleleştirmeye, “Yap!” denileni uysalca kabullenen bir zavallı durumuna düşürmeye çalışıyorlar.
Oğlunun ne taşıdığı “belli” olan gemilerinin sayısı sürekli artan “günümüzün adamı” Binali Yıldırım zaten açıkça söylüyor: “Biat edin, rahat edersiniz!” Evet, halk “biat” edecek ki, her türden yolsuzluk ve vurgunculuk sınırsızca büyüyerek sürüp gidecek; böyle düşünüyorlar, düşünmekle kalmıyor isteklerini kalıcı bir sisteme kavuşturmaya çalışıyorlar!
Toplumsal güçler nefes alabilmek için nereye hamle yapsa orada kendilerini bekleyen iktidar şiddeti tarafından karşılanıyor, darbeleniyor, kanatılıyor, sıkıştırılıyor, iktidarın ittiği bataklıktan çıkmaya çalışırken daha da dibe doğru sürüklenmek tehlikesiyle yüzleşiyor.
***
Ücretleri düşürülüp çalışma saatleri arttırılırken sosyal hakları da bütünüyle tasfiye edilip küresel sermaye güçlerine “ucuz işgücü” olarak pazarlanan işçiler, “ne olursa çalışırım” çaresizliğiyle çalışma alanlarının etrafında toplanan işsizlerle “terbiye” ediliyor. Bu engel aşılıp da çalışma koşullarının iyileştirilmesiyle ilgili herhangi bir taleple direniş yapılırsa, “güvenlik güçleri” sermayenin yardımına koşarak direnişçileri şiddetle “terbiye” etmeye çalışıyor.
“Süpürün!” öylesine söylenmiyor; işçiler “çöp” zaten, şayet haklarını isterlerse kapı önüne süprülüverilirler, aç işsiz yığınları nasıl olsa açlıkla “terbiye” edilerek düşürüldükleri “ne olsa yaparım” kıvamında kapının önünde sırada bekliyor.
Pandeminin yarattığı yeni koşullarda küresel tedarik zincirinde ortaya çıkan olası yeni fırsatlara kilitlenen iktidar ve sermaye güçleri, kendi bulundukları yerden “çöp” olarak gördükleri işçileri “boğarak” ve yaşama iradesi gösterenleri de devlet şiddetiyle “süpürerek” söz konusu zincirde daha fazla pay alabilme gerilimi taşıyor, saldırıyorlar.
Ancak, boğazlarını gittikçe daha fazla sıkarak onları boğmaya çalışan sermaye diktatörlüğü, işçi sınıfının farklı bölüklerini farklı direnişlerle yaşama haklarını korumaya zorluyor. Direnişler, işçi sınıfının içinde özel bir bilincin gelişmesine, sermaye ve devletle daha yakından tanışmasına, özellikle de ikisinin birbiriyle ilişkisi hakkında özel bir bilinç kazanmasına yol veriyor.
Yıkım gücü açıkça görüldüğü seviyeye yükselip arttıkça toplumsal direniş eğilimlerini güçlendiren ekolojik kriz; sanki hiç böyle bir gerçeklik yokmuş gibi, doğa katliamını her türden sakınımı boşlayarak arsızca yürüten sermayenin önünü açan iktidar tarafından daha yıkıcı olacağı bir duruma itiliyor. Ağacına, parkına, nehrine, havasına, suyuna sahip çıkan halk, devlet şiddetiyle püskürtülüp, doğanın talanına arsızca devam edilmeye çalışılıyor.
Öyle oldu ki, doğaya yönelik bütün talan girişimleri onları kuşatarak zorlayan doğa dostları tarafından sürekli teşhir ediliyor, engellenmeye çalışılıyor. Nerede bir doğa yıkımı varsa orada bir halk direnişi kendisini gösteriveriyor. Direnişçi halk inisiyatifleri yağmacılara karşı direniyor, direndikçe zenginleşip güçleniyor.
Pandeminin, sellerin ve orman yangınlarının neredeyse bütün toplumsal yaşamı belirleyebilen çapa ulaşan yıkım gücü, halk güçlerinde sermayenin çapulcu yağmasına karşı doğanın savunulması gerektiği bilincini güçlendiriyor. Gittikçe yayılıp kalıcılaşan doğa direnişleri bir yandan o bilincin bir ürünü olarak gerçekleşiyor; ama aynı zamanda, direnişlerin içinde olup bitenler tarafından belirlenerek yeni kapasiteler kazanıyor, güç, kalıcılık ve derinlik kazanıyor. Direnişler, doğanın değerini bilen, doğayla farklı bir ilişkilenme peşinde olan özel bir toplumsallaşma yaratıyor.
Kurulması hedeflenen düzenin en altına, en çok ezilip sömürüleceği bir konuma doğru sürüklenen kadınlar, tam tersi yönde oluşan bir direnişçi öfke ve özgürlük arayışıyla davranarak, iktidarın kadınlara dönük bütün politikalarının karşısında direniyor. Kadınlara dönük “büyük” hesapları olduğu görülen iktidar güçlerine karşı, kadınlar da “büyük” direnişle kendilerini var ediyor.
Kadınlar, sadece kadın oldukları için kendilerine uygulanan iktidar destekli erkek şiddetine karşı direnmiyor; aynı zamanda, neredeyse bütün toplumsal direniş alanlarında kadınların öncü konuma yerleştikleri görülüyor. Kadın düşmanı bir özel düzen kurulacaksa, onun kendisini var etmeye çalıştığı bütün alanlarda kadınlar en güçlü direnişi gösteriyor.
Direnişlerin sürekliliği, iktidarın köleleştirmeye çalıştığı kadınlarda, tam tersine hiç olmadığı kadar toplumsallaşmış ve derinlere kök salan özgür ve güçlü bir kadın toplumsallığı yaratma iradesi oluşturuyor. Bu irade, direnişlerin içinden hareket ettikçe gün be gün kendisini fiili bir özgürlükçü toplumsal gerçeklik haline dönüştürüyor.
Kürt halkı, peşine düştüğü özgürlüğünü yasal olarak olmasa da fiili-meşru bir zeminde pratik olarak inşa ediyor. Kürtleri yok sayan statükoya karşı kendisini dayatan bu meşru-devrimci inşayı yıkmayı hedefleyen devlet terörü, hiçbir yasallık ya da meşruluk aramadan sürekli artarak Kürtler açısından günlük yaşamın normali haline geldi. Kürtler de, tersinden akan bir halkçı-devrimci süreç içinde, hem özgürleşme sürecindeki kazanımlarını korumak hem de günlük yaşamlarını sürdürerek var olabilmek için direnmeyi içselleştirdiler.
Direnişçi ve özgürlük arayışındaki bir Kürt halk gerçekliği, her günkü irili ufaklı direnişlerden yeni güçler devşirerek güç kazanıyor. Kürt halkı, kazandığı halkçı-devrimci dokuyla, sadece Kürtlüğünü özgürleştirme değil aynı zamanda işçi olarak, genç olarak, Alevi olarak veya kadın olarak da direnişçi halk hareketlerinin içinde yer alıyor.
Zaman zaman yapılan kışkırtmalarla hep bir kıvamda tutularak üstünde oynanacak elverişli bir provokasyon aracı olma konumuna sıkıştırılan Alevi inancına sahip milyonlar, tarihsel derinlikten çıkıp gelen komünal dokularından güç alarak, kendilerini “çözerek hiçleştirme” dayatmalarına karşı süreklilik kazanmış bir direnişçilikle yaşamlarını sürdürüyor. Aleviler, yaşamın farklı alanlarındaki direnişçi halk inisiyatifleriyle iç içe geçen bir özel toplumsal alanda konumlanıyor, iktidarın provokatif dayatmalarına karşı kendi tarihine ve kimliğine sahip çıktıkça, kendilerini var eden halkçı-devrimci dokularını daha da yoğunlaştırıyor.
Üniversiteli ve liseli gençler, Korona sürecinde yaşadıkları dağılma ve toplumsal tecrit döneminde biriktirdikleri öfke ve enerjiyle, Boğaziçi direnişiyle açılan yeni dönemi zenginleştirerek kalıcılaştırıp, iktidarın faşist politikalarının kendilerine yönelen özel biçimleriyle hesaplaşmaya, o süreç içinde kendilerini yeni koşullarda yeniden inşa etmeye, diğer halk güçleriyle ortaklaşmaya çabalıyorlar.
***
Krizlerin ve kaotik ortamın yarattığı gerilimleri yöneterek kendisini ayakta tutan iktidar koalisyonu, ne kadar çırpınırsa çırpınsın toplumsal desteğini koruyamıyor, geçen her ay o destekte az ya da çok erime yaratıyor. Aslına bakılırsa, devletin fethinde epey yol alınmasına rağmen halen bir faşist kurumsallaşma sürecinden bahsediliyorsa, süreç bir türlü kendisini bütünüyle gerçekleştiremiyorsa, tam da böylesi bir gerçeklikten baskılandığı için böyle oluyor.
Bazı halk güçleri “aktif” olarak farklı alanlarda iktidar koalisyonunun politikalarına karşı direnirken, başka bazı halk güçleri de “pasif” bir direnişle, iktidara verdiği desteği geri çekerek “direnişçi” oluyor. %40’lardan %30’un altına inme eğiliminde olan AKP desteği, bu tutumun neredeyse 1 yıldan fazla zamandır kararlıca sürdüğüne bakarsak, iktidarın ana omurgasının sarsılıp zayıfladığını gösteriyor.
Aktif direniş iktidarla sokaklarda itişerek onu zorlarken, direnişçi halk güçleri bizzat kendi direnişleriyle kendi bilincini ve kalıcı toplumsal dokularını adım adım inşa edip faşist kurumsallaşmanın tam karşısında halkçı-demokratik bir kurumsallaşmanın fiilen kendisini var etmesinin zeminini inşa ediyor.
Pasif direniş ise, iktidarın üstüne yerleştiği toplumsal desteği zayıflatıyor, onun dengesini ve rahatını bozup gerilime sokuyor.
İşte, olup bitenlere topyekûn bakarsak, toplumsal yaşamın neredeyse bütün alanlarına yayılarak kendisini var etme eğiliminde olan farklı biçimlerdeki toplumsal direnişler, bir patlama biçiminde olmadığı ve henüz uygun bir ortaklaşma sağlanamadığı için kendisini netçe göstermese de, Gezi benzeri bir sürecin hareket halinde olduğunu görebiliriz.
Kendisini bu sefer Gezi’de olduğundan daha tutumlu, dağınık ve soğuk olarak ortaya koyan bir halk iradesinin oluştuğunu, sürecin devamının bu öncü arayışları ortaklaşmaya zorlayacağını, toplumsallaşma düzeyini ve kalıcılığını arttıracağını saptayabiliriz. Kendisini “kendiliğinden” yapısı ağır basan kendi hareketiyle var eden, var ettikçe güçlenen özel bir halk iradesi, Gezi’de olup bitenleri kapsayarak aşma potansiyeli olan farklı bir halkçı-devrimci olasılık güç kazanıyor. Evet, şimdi altta ve egemenlerin seçeneklerine göre zayıf, ama var, üstelik var olmakta ısrarlı, üstünde yoğunlaşmak, içine tam boy girmek, ondan öğrenmek ve onun şimdiki dağınık halini aşarak ortaklaşmasına ve kendi bilincine ulaşmasına öncülük yapmak gerekiyor.
Bu olasılık, demokratik bir cumhuriyetin kurucu iradesi olmaya adaydır ve fiilileşme çapını arttırdığı oranda şimdi bazılarına “iyimser bir hayal” gibi gelecek bu tespitin gerçekliği daha iyi anlaşılacaktır.
İşte, faşizmin kurumsallaşmasına karşı, bu süreç içinde gasp edilen sosyal haklarını ve özgürlüğünü koruyabilmek için yaptığı direnişlerle fiilen oluşan “Halkın Barajı” (ya da Ali Ergin Demirhan’ın adlandırmasıyla “Direniş Fraksiyonu”) sadece “Direnme” kapasitesine sahip değil, kalıcılaşıp yayıldığı oranda bir “Kurucu” irade olma potansiyeliyle de yüklü.
Ancak, o potansiyeli fark eden, onu uygun bir politik zemine yerleştirip ortaklaştıran, uygun örgüt ve mücadelelerle biçime sokup mevziler kazandırarak enerjisini arttıran, uygun hedefe/hedeflere kavuşturarak derinliğini ve dengesini kuran öncü bir politik iradenin yokluğu, söz konusu halkçı iradenin en zayıf noktası. Bu eksiklik, kendisini sürekli yeni hamlelerle köşeye sıkıştıran iktidar koalisyonuna karşı halkın direnme eğilimini şimdilik yok etmiyor, ancak yayılımını ve derinliğini olumsuz yönde etkiliyor.
Elbette farkındayız, HDP var, iyi ki var; ancak, açıktır ki, esasen Kürt halkının özgürlük arayışının yasal politik öznesi olan HDP’nin, başka ve oldukça farklı ihtiyaçlarla kendisini var eden bütün halk güçlerini kapsayabilme kapasitesi sınırlı. Her ne kadar bu yönde samimi yönelimler yapılıyor olsa da, Kürt halkının oldukça farklı ve sert bir zemine yerleşmiş özgürlük arayışının her gün dayattığı zorunlu gündemlerle kaçınılmazca dolan siyasal pratik ortadadır. Bu tespit bir “eleştiri” değil, ama bir gerçekliğin saptanmasıdır; HDP elbette kendisini var eden Kürt halkının özgürlük arayışının ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanmalı, gözleri kamaştıran Kürt halk gerçekliğine kendi durduğu yerden kendi metotlarıyla hizmet etmeye, bu muazzam direnişe layık olmaya çalışmalıdır.
Ancak, gelin görün ki, bu yolda yoğunlaşınca, yoğunlaşmış ve süreklileşmiş bir terörle yok edilmeye çalışılan Kürt halkının özgürlük arayışının sürekli artan acil ihtiyaçları, HDP’nin bütün halkçı-demokratik-devrimci inisiyatifleri kapsayabilme yönündeki çabaları baskılamaktadır.
Ayrıca, kapitalizmin tarihsel bir tıkanma yaşadığı günümüz gerçekliğinin önümüzdeki dönemi de belirleyip yapılandıran derinliği, devrimci-komünist duruşun kendisini özgürce var etmesini, kendi ihtiyaçlarını esas alan bir paradigmal duruşun inşasına acilen yoğunlaşmasını talep ediyor. Dünya çapında bütün sosyalistlerin temel sorunu olan kapitalizmin yeni gerçekliğine uygun bir devrimci-komünist özneleşme, acil bir ihtiyaç olarak kendisini dayatıyor.
Böylesi bir özneleşme süreci, elbette, hiçbir gerçek içerik kazanamayacağı soyut bir sosyalizm söylemiyle değil; içinde var olduğu Türkiye ve bölge gerçekliğinin ihtiyaçlarına cevap veren bir siyasal pratiğe boylu boyunca yerleşip, onun içinde var olup hareket ederek, o zorlu ve karmaşık hareketin içinde içeriğini kazanarak; ve, böylesi bir “güncel” siyasal konumlanışı sosyalizmin “tarihsel” derinliği ve ufkuyla ortaklaştırma yoluyla o içeriği farklı bir zeminde zenginleştirip yeniden üreterek kendisini gerçekleştirebilir.
Bu güncel pratik içinde, Kürt halkının özgürlük arayışı, amasız-fakatsız bir netlikle stratejik ortaklık derinliğine ve gücüne sahiptir. Stratejik ortaklığın ortak hedefi, egemenler bloğunun şimdi faşist kurumsallaşma süreciyle daha derinleşeceği bir zeminde yeniden üretmeye çalıştıkları despotik devlet gerçekliğine karşı, demokratik bir cumhuriyetin inşasıdır.
İşte, stratejik ortaklaşma esastır, ancak diğer “ortak” kendisinin bilincine vardığı ve belli güç eşiklerini aşabildiği bir zemine yerleşemedikçe, HDP “tek kanatla” uçma çabasıyla zorlanacaktır.
Yine de, her durumda HDP’nin varlığı, “Halkın Barajı” ya da “Direnişler Fraksiyonu” için bir dayanma noktası ya da bir nefes alma imkanı olarak değerlidir, varlığının kıymeti bilinmeli, stratejik ortaklığın bilinciyle davranılarak her durumda güncelliğe uygun ortaklaşma biçimleri hayata geçirilmeli, süreklileştirilmelidir.
***
Her köşeden sıkışan iktidar koalisyonu kaybetmeye başladığı dengesini kurabilmek için belli güncel dayanak noktaları arıyor. Bu arayışlarda “Din” ve “ABD” ögeleri öne çıkıyor.
Evet, ortaklıklarının ana çimentosu olan “Kürt düşmanlığı” yetmemiş olacak ki, dini araçsallaştırarak toplumsal ve siyasal yaşamı belirleyen bir konuma yerleştirme çabalarına son dönemde hız verildi. Kendi haline bırakılsa sıradan bir memur olma kapasitesinden öteye çıkamayacak olan Diyanet İşleri Başkanı, devlet protokolünde en öne çıkarılarak ve bütçesi inanılmaz boyutlara sıçratılarak güç kazanıyor. Ayasofya’nın açılışındaki malum “fetih kılıçlı” pozuyla çıkış yapan bu kişi, son adli yıl açılışında yeniden köpürtüldü. Havaya giren malum kişinin toplumsal ve siyasal yaşamla ilgili “Şeyhülislam” fetvaları vermeye başladığını görüyoruz.
Peki, dayatılan bu politik manevranın oldukça sakil kaldığı, olması gereken toplumsal desteğe sahip olmadığı gibi tam tersi eğilimleri güçlendirdiği açık değil mi?
Öyle oluyor ki, zaten iktidarın her türden baskı ve soygununa dini maske yapması yüzünden güçlenen dinden farklı biçimlerde uzaklaşma eğilimleri daha fazla güç kazanıyor. Evet, iktidarın gücünü arkasına alan Erdoğanist din anlayışı dayatmalarla kısmen güç kazanırken, artık yeterince toplumsal meşruiyet üretemediği için ulaşabildiği gücün ötesine geçerek bütün toplumu belirleme gücü kazanamıyor; tam tersine, kendisinin tam karşıtı eğilimleri de güçlendiriyor. Deizm ve ateizme yönelme güç kazanırken, laiklik hiç olmadığı kadar toplumsal bir güce kavuşuyor.[1]
İkinci olarak tutulan dal ise, güncellenmiş ABD taşeronluğu idi.
Özellikle 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra güç kazanan ABD ile oldukça derin ilişkilenme daha doğrusu bağlanma-bağımlı olma konumu, Türkiye’de kapitalizmin ulaştığı güncel aşamanın olanaklarını kullanarak yeni bir derinleşme-zenginleşme yaşayabilir.
Çin’e yoğunlaşabilmek için kendi çıplak askeri gücünü azaltmayı istediği Balkanlar-Kafkasya ve Ortadoğu bölgesinde kendine bağlı farklı eksenler kuran ABD açısından, bu eksenlerin tam ortasında yer alan ve kapitalizmin gelişme gücü, nüfusu, coğrafi büyüklüğü ve ordusunun savaş deneyi-gücü açısından TC devleti, kilit önem taşıyor.
Sorun, ABD’nin güncel ihtiyaçları ile Türkiye kapitalizminin bölgesel hegemonya ihtiyacına cevap üretmek isteyen ve bu doğrultuda “bölgesel özerklik” kazanma hayalleri kuran TC’nin güncel ihtiyaçlarının uyumsuz olmasıdır. Bir “özerklik” bir yana tümüyle kendisine bağımlı uydu devletlerle süreci yürütmek isteyen ABD açısından, TC “terbiye” edilerek hizaya sokulması gereken bir iradedir. Ancak, şimdilerde köşeye sıkışan iktidar koalisyonu, sıkışıklığını bir biçimde aşabilmek için şayet ABD konumlanışıyla uyumlu yeni bir konumlanma içine girerek “himaye” edilmek istiyorsa, o “terbiye” zaten edinilmiş olacağı için, kartlar pekala yeniden karılabilir.
Ukrayna ile Rusya karşıtı ilişkilenme ve Yunanistan’dan başlayıp ( Polonya’dan güç alıp) Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna’dan geçerek Gürcistan’a ulaşan ve Rusya’yı güney-batısından çevreleyen ABD eksenine eklemlenme, bu eksenin ihtiyacı olan ek gücü sağlayacaktır. Ayrıca, Katar’la birlikte konumlanılmaya çalışılan Afganistan odaklanması, Pakistan ve Azerbaycan’la olan özel ilişkilenmeyi bu alana genişleterek ve Tacikistan’ı da içine alarak ABD ihtiyaçlarına cevap veren bir özel eksene dönüştürülürse oldukça büyük bir katkı yapacak, ABD açısından hem Rusya’yı güneyden hem de Çin’i batısından baskılama olanağını yaratacaktır.
Elbette, TC açısından, Pakistan’ın Çin’le güçlenen ilişkilenmesi ve Azerbaycan ve Tacikistan’ın Rusya ile özel ilişkileri ciddi engellerdir. Ama, söz konusu devletlerin içindeki ABD yanlıları ile özel ilişkilenmeler kurularak böylesi bir süreç yürütülebilir.
Keza, Irak ve Suriye’de özellikle Kürtler konusunda yaşanan ciddi karşıtlık bir yana, o karşıtlık karşılıklı tavizlerle aşılarak İran karşıtı bir bölgesel ittifak alanı kurulabilir. Burada şimdi yaşanan BAE ve Suudi Arabistan’la gerginlik de önemli engeldir. Ancak herkes de görüyor ki, bu engelleri aşmak için her iki ABD uydusu aile-devletle yeniden yakınlaşma arayışları devrededir.
Ayrıca, Doğu-Akdeniz’de “Mavi Vatan” diye adlandırılan emperyalist jeo-stratejilere özenmiş savaş kışkırtıcısı dayatmalar, Yunanistan ve Mısır’ı destekleyen ve onları bir araya getiren Batı emperyalist bloğu tarafından boşa çıkarılıp sırf parlak sözlerle iç kamuoyunu aldatma düzeyine çekilince ve Libya’da da gene aynı blok tarafından sıkıştırılan açgözlü yönelimler ehlileştirilince, içine düşülen “değersiz yalnızlık” zayıflığından kurtulabilmek için şimdilerde Mısır’la yeniden ilişkilenme arayışları yaşanıyor.
İşte, içe dönük olarak TC’nin bölgesel hegemonya kuran güçlü devlet olduğu biçiminde pazarlanarak şovenizmin ve devlet fetişizminin kışkırtıldığı TC’nin yakın uzak çevresindeki yönelimleri-arayışları; “rastlantıya” bakın ki, ABD’nin Rusya’yı çevreleyip baskılayarak Çin’le ortaklaşıp ABD’ye rakip eksen kurmama konusunda ikna etme ya da ikna olmazsa provakatif girişimlerle sürekli rahatsız etme, İran’ı etrafını kuşatarak baskılayıp çözülmeye zorlama, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’i ABD ve İsrail’in ihtiyaçları doğrultusunda düzenleme hedefiyle oldukça uyumludur!
ABD’yi rahatlatıp önünü açmayı hedefleyen politikalarla Erdoğan odaklı iktidar alanı için “himaye” sağlanacak, o arada şayet süreç rakip iradelerin karşıt hamlelerini aşarak hedeflendiği gibi ilerleyebilirse, elde edilecek ganimetlerden pay alınacaktır.
Ancak, bölgenin Rusya ve Çin’e yakınken ABD’ye uzak olması gerçeği ABD’nin gerileyen küresel hegemonya gücüyle ve olası bir “yüksek küresel denge” gereği ABD’nin Türkiye’yi yüz üstü bırakabileceği olasılığıyla birlikte değerlendirilince, ABD ile yürütülecek böylesi bir sürecin “ava giderken avlanma” potansiyelini de taşıdığını saptayabiliriz.
Tam da bu yüzdendir ki, iktidar alanı içinde bulunan kimi Avrasyacı devlet kliklerini kimileyin öne çıkarılarak, Rusya ve Çin’le de uygun dengeler kurma çabası içine giriliyor.
İki büyük küresel güç arasında ip üstünde cambazlık yaparak yürütülen bir oraya bir buraya salınımlı denge politikasında yapılan diplomatik dansların “sınırı”, son dönemde Rusya’ya yönelik kışkırtmalarda fazla olunmaya başlanmış olacak ki, Rus savaş uçaklarının ve onların himayesindeki Suriye savaş uçaklarının Türk ordusunun İdlip’teki üslerinin 500 metre yakınına dek yaklaşan bombalamalarıyla gösteriliyor. Şayet kışkırtmalar sürerse cevabın İdlip coğrafyasında dayatılacak savaşla verileceği anlaşılıyor.
Öte yandan, ABD’den dönen Erdoğan’ın Putin’le yaptığı ve içeriği henüz tam anlaşılamayan görüşme, şayet ABD’yi rahatsız edecek özel bir ortaklaşmanın önünü açarsa, bu sefer de ABD uçaklarının “sınır çizme” uçuşlarına başlayacağını tahmin edebiliriz.
ABD ve Rusya, gelinen güncel aşamada bir süredir sürüp gelen müziği kimi zaman kısıyor bazen kesiyor ve TC dans etmekte zorlanacağı bir döneme giriyor. Erdoğan önderliğindeki iktidar koalisyonu ABD ve Rusya ile “oyun” oynarken, bu iki gücün de, güç dengeleri üzerinden yürüyen soğuk bir süreç içinde başka bir “oyun” kurup TC’yi sürece yayılmış bir tarzda sıkıştırdığını saptayabiliriz.
BM toplantısını bahane ederek gidilen New York’ta Biden’la görüşme ve üstte belirttiğimiz manevralarla alınmaya çalışılan ABD ile uyumlu yeni konumlanma üzerinden kotarılacak önemli anlaşmalarla ABD-TC ilişkileri yeniden derinleştirilmek istenmişti. Ancak, beklediğini alamadığı anlaşılan Erdoğan, ABD dönüşünde aslında kendisini küçük düşüren dokundurmalarla Biden’a sitem etti; “İşte, ben kendime düşeni yaptım, talep ettiğin konumlanmalara girme çabası içindeyim, deyip soruyor, neden beni kenara itiyorsun?” Ve üstelik, bu terslenmeyi cebine koyarak “kurt” Putin’in yanına gidiyor. Putin’den beklentileri büyükmüş!
Peki, Erdoğan’ın nereden beslendiği anlaşılmayan hayal dünyasında değil ama gerçek dünyada, ABD ile ilişkiler ne kadar iyi olursa Putin’den “beklentilerin” o kadar çoğunun karşılanacağı açık değil mi? Terslenip kenara itilmiş olunduğu bizzat yapılan sitemle açık edilmişken, “kurt” Putin’in “beklenti” karşılamak bir yana, kendi ihtiyaçlarını karşılamayı esas alacağı açık değil mi?
Ayrıca, şimdiye dek ABD’nin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Rusya’ya karşı alınan konumlanmalar ne olacak? Ya da, diyelim ki Rusya’da kırmızı halılarla karşılanıp henüz bilmediğimiz pek güzel anlaşmalar yapıldı, ülkenin büyük oranda Batı bağlantılı olan ekonomisinin kendi yapısına zarar veren yöndeki bütün girişimleri güçlü reflekslerle boğmaya çalışacağı açık değil mi?
En son hamle Biden’dan geldi; ekim sonuna lütfedilip randevu veriliyor!
Eh, zaten, sürüp giden ve esas olarak iki büyük gücün yürüttüğü gerilim politikasıyla belirlenen sürecin basitçe sonlanıvermekten çok, devam ederek sonuç üreteceği açık değil mi? Karşılıklı el yükseltilirken, belirleyici olan “güç” gerçekliği, akan süreç içinde soğuk bir gerçeklik olarak kendi hükmünü dayatacak, ortaya çıkan “ara” çözümlerle kendi çözümünü sürece yayarak yapılandıracaktır.
Açık denizde üstelik karadan epey uzaklaşmışken aslında geleceği zaten belli olduğu halde bile isteye üstüne gidilen fırtınaya yakalanmış, kaldıramayacağı dalgalar ve her yanından esen sert rüzgarlarla zorlanarak batmamaya çalışan bir gemi ve çözülme belirtileri gösteren kaptanı!
İşte, iktidar koalisyonunun bölgede yaptığı boyundan büyük hamlelerinin sonuçlarıyla yüzleşme anı!
***
Öte yandan, açıkça belirtilmelidir ki, içinde çırpındığı çoklu krizler tarafından bunaltıcı biçimde sıkıştırılmasına ve bağlı olarak toplumsal desteği yavaş ama kalıcı bir ivmeyle sürekli azalmasına rağmen, Erdoğan önderliğindeki iktidar koalisyonu, ayakta kalmaya ve iktidarını sürdürerek ülkeye dayattığı faşizmi bir kalıcı devlet biçimine sokmaya kararlı görünüyor.
Bu doğrultuda, iktidar alanının oligarşik zirvesinde Diyanet yukarı doğru itiliyor, günlük yaşamın akışında dinin öne çıkması için fiili dayatmalar yapılıyor. Yargı, MİT ve Emniyet teşkilatı iktidar koalisyonunun aracına dönüştürüldü; yasalar ve kurumsal işleyişler en alt düzeydeki güncel ve teknik sorunlar dışında uygulanmıyor. Meclis ve Bakanlar Kurulu işlevsizleştirilirken, tek kişide toplanan devlet iradesi, o kişi tarafından elbette koalisyonun iç dengeleri gözetilerek ama kendi hedeflerine daha fazla bükerek sorgusuz sualsiz uygulanıyor.
Devletin bütün alanları kendilerine açılan “tarikat” görünümlü ama aslında vurguncu alaturka holdinglere dönüşmüş menfaat çeteleri, arsızca ve fütursuzca devleti yağmalıyor ya da neresini kapıp işgal edebilirse oraya yerleşiyor.
Seller, yangınlar ve baş edilemeyince kendi haline bırakılan pandemi medya operasyonlarıyla gölgelenerek sanki yokmuş gibi görmezden geliniyor ve halkta oluşan haklı endişeler arsızca faşizmin kurumsallaşma sürecinin destekçisi olacağı konuma sürüklenmeye çalışıyor.
5’li çetede simgeselleşen ama aslında çok daha geniş bir alana yayılan yağmacı-vurguncu ahbap-çavuş sermaye grupları, açgözlüce devletin olanaklarını kullanıp zenginliklerini yağmalarken, kural tanımaksızın emeğe ve doğaya saldırıyor vd.
Bu kaotik hengamede ortaya çıkan ani dağılma-çözülme riski, medya destekli devlet şiddetiyle engellenmek isteniyor. Devlet şiddeti, “içte” sürekli daha geniş alanlara yayılarak ve daha şiddetli hale sokularak aralıksız uygulanıyor. “Dışta” ise, şiddet, sürekli genişleyen coğrafyalara yayılan yayılmacı savaşlarla kendisini dayatıyor.
Çoklu kriz ortamının önemli ögesi olan devlet krizi ise, aslında hepsi bir biçimde iktidar koalisyonun açık ya da gizli destekçisi olan egemen fraksiyonlar arasında yaşanmaya devam ediyor.
Farklı tarihselliğe ve hedeflere sahip olan, birbirine güvenmeyen ve şimdi fırsatlar sunan uygun ortamda kendi özel ihtiyaçlarının en fazlasını koparıp alma açgözlülüğüyle davranan devlet ve sermaye fraksiyonları, devletin süreklileşen Kürt direnişi ve Gezi ayaklanmasıyla bozulan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle dağılan iç dengelerini yeniden kalıcı bir dengeye oturtamıyor.
Erdoğan odaklı alanın “devleti ele geçirerek” devlet krizini kendi istedikleri yönde çözme girişimleri oldukça yol almış olsa da, aslında bu yönde kazanılan her mevzi “devletin çeteleşmesi” olgusunu yaratarak, yaşanan devlet krizini daha da ağırlaştırıyor.
İktidarın toplumsal desteğini kaybetmesi ve önünde biriken sorunlara çözüm gücü olamaması sonucunda ortaya çıkan güncellik, bir erken seçim olasılığını gündemleştiriyor. Ancak, iktidarın normal koşullarda kaybedeceği kesin olan bir erken seçimi şimdilik istemediği ve elindeki devlet imkanlarını sonuna dek kullanma iradesini taşıdığı, zaten normal zamanı da yaklaşan seçim sürecini de şayet gücü yeterse 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi değerlendirmeyi hesapladığı anlaşılıyor.
Ancak, özellikle belirtelim, normal koşullarda irrasyonel olarak değerlendirilecek mevcut durum, faşizmin kurumsallaşma süreci açısından bakılınca oldukça rasyonel! Faşizm zaten başka nasıl iktidar olabilir?
Kaotik bir ortamda topluma dayatılıp yaşatılan hengame, kışkırtılan şovenizm, din odaklı bir toplumsal yaşamın dayatılması, içte ve dışta sürekli şiddet, başa gelen seller, yangınlar ve pandemi gibi felaketlerin bilinçleri çarpıtmak için kullanılması, krizleri süreklileştirip yöneterek oluşan yüksek gerilimde toplumu sindirme vd.
Faşist bir iktidar söz konusu ama bunu kurumsallaşmasını tamamlayıp bir devlet biçimi haline dönüştürmek ve böylece ancak bir “fiili dayatma” olabildiği şimdiki zayıf konumundan kurtarıp kalıcılaştırmak bir türlü başarılamıyor.
İki gerçek olgu faşizmin kurumsallaşma sürecine baskı yapıyor:
İlki, iktidarın çözüm gücü olma kapasitesini yitirmesi sonucunda, halı altına süpürülerek görünmez kılınan ama aslında biriken iç ve dış politika sorunlarının art arda patlamaya başlaması ve artan yoksulluk ve işsizliktir.
İkincisi ise, onca devlet şiddetine medya terörüne rağmen teslim olup köleleştirilemeyen halkın birbirinden oldukça farklı ihtiyaçları dile getiren ama iktidara karşı olmakta ortaklaşan aktif ya da pasif direnişidir.
Ancak, baştaki vurguyu yenileyecek olursak, iktidarın açmazları ve zayıflıkları onun bu sebepler yüzünden çözülmesinin kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez. Çıkışsızlığın ve krizlerin “kötünün derinleşip yayılarak tekrarı” olarak sürüp gitmesi yaşanabilir.
Bu durum, şimdi tahammül edilmez boyutlara gelmiş olan ve önümüzdeki kış aylarında derinleşeceği anlaşılan yoksulluğun daha da artması, Kürtlerle savaşın şimdiye dek sıçramadığı topluma yayılması, kadın cinayetlerinin artması, doğanın yağmalanmasının artması ve bağlı olarak hastalıklar, seller ve yangınların her yıl güçlenerek kendisini tekrar etmesi gibi ülkeyi yıkıma götürecek sonuçlar yaratması olasılığını güçlendirecektir.
Böylesi kahredici bir süreç, ancak devlet şiddetinin dakik tempoda ve bütün ülkeye derinlemesine yayılmasıyla idare edilebilir. Azınlığa düşmüş bir iktidarın elindeki devletin olanaklarını kullanarak kendi karşısındaki çoğunluğa karşı süreklileşmiş bir tarzda uygulayacağı şiddet, zaten bir süredir hareket halinde olup güç kazanan başka bir kriz alanını, “Ulus krizini” tetikleyecektir.
Irkçı-faşist ve İslamcı-faşistlerin ağırlıkta olduğu iktidar alanının himayesindeki toplumsallık, Kemalizm’in etkisi altındaki despotik modernleşme yanlıları, fiilen kazandığı özgürlüğü korumak için mücadele ettiği sürece kendisini özerk bir demokratik toplumsallaşma olarak inşa eden Kürtler ve Gezi’de tohumları atılan halkçı-demokratik toplumsallaşma, uygun ortaklıklar kurarak ve uyuşamadıklarından gittikçe daha fazla ayrışarak kendi yollarında ilerleyecektir.
İşte, “kötülüğün tekrarı” dediğimiz süreç, şayet bir demokratik cumhuriyet ve demokratik uluslaşma-toplumsallaşma yapısıyla aşılamazsa, derin yarılmalar, kanamalar, çökmeler seçeneği yaşanabilir.
Bu iki uç arasında “melez” durumlar yaşanması daha büyük bir olasılıktır ve zaten “restorasyon” güçleri de, Türkiye kapitalizminin ve onu içererek kendisine bağımlı yapan “Batı” odaklı küresel emperyalist sermaye güçlerinin acil ihtiyacı olan böylesi bir gerçekliği hayata geçirmeye çalışıyor.
***
Evet, sürece “resmi muhalefet” güçleri açısından bakarsak; iktidara muhalefet eden “restorasyon güçleri” eliyle, Türkiye’nin faşist bir dönüşüme uyumlu ama demokratik bir cumhuriyet olmaya kapalı oligarşik ve totaliter olarak yapılanmış burjuva-despotik devletinin bazı fraksiyonları ve ana sermaye grupları, daha önceleri de olduğu gibi, faşist iktidarların krizleri devlet şiddetiyle çözme kapasitelerini kullanıp, sonra “şirinlik” maskesi takınarak “demokrasicilik” oynama konusundaki uzmanlığını hayata geçirmeye çalışıyor.
İktidar alanı halkı yoksullaştıran sermayeden yana neoliberal bir düzeni kurup sürekli yeni uygulamalarla onu güçlendirirken ve komşu ülkelerin pazarlarının üstünde hegemonya kurmayı hedefleyen yayılmacı politikalar izlerken, resmi muhalefet bu konularda ne diyor?
İktidarın söz konusu iki ana yöneliminde de, resmi muhalefet iktidarla neredeyse aynı şeyleri savunuyor, hatta özellikle yayılmacılık konusunda daha ileri hamleler yapabilmesi için iktidara akıl veriyor!
İşte, iktidarın belki pek gözükmeyen özel bir güç kaynağı tam da resmi muhalefetin aslında iktidardan çok farklı olmayan tutumlarından ivmeleniyor. O durumda, iktidardan desteğini çeken geniş yığınlar ne yapacağını nasıl yapacağını bilemiyor ve “kararsızlar” en büyük “parti” olmaya doğru genişliyor. Oluşan açmaz, iktidar açısından ehven-i şer olarak görülüp değerlendiriliyor: İktidarın güç kaybettiği, ama resmi muhalefetin güç kazanamadığı durum, iktidar güçlerine olası seçim sürecini provokasyonlarla yürütme ve seçim hilelerini de kullanarak iktidarda kalma fırsatını veriyor. O arada, muhalefetin faşizan kanadı olan İYİP nispeten daha canlı davrandığı için güç kazanıyor.
Kemalizm, özellikle Afganistan’da Taliban’ın iktidarlaşmasıyla yeniden canlanıyormuş gibi gözükse de, egemenler açısından artık sadece “sistemin maskotu” olma konumunda kullanılacak, zaman zaman yaşayacağı canlanma yüzeyde kalmaya mahkum olacaktır. Ordu merkezli despotik bir modernleşme sürecinin pragmatist ve eklektik ideolojisi olan Kemalizm’in, kapitalizmin bir ulus devlete dayanarak güçlenmesi ihtiyacını karşıladıktan sonra işlevini tamamladığı anlaşılıyor. M.Kemal, sistemin egemeni sermaye tarafından ulusal kimliğin saygı duyulan kurucu ögesi konumuna çekiliyor ve sermayenin iktidarı kimseyle paylaşmayarak Kılıçdaroğlu, Akşener ya da Babacan gibi has elemanlarının mutemetliğinde mutlak egemenliğini yürütmesi hedefleniyor. Merkez sağ denilebilecek CHP ve onun sağındaki faşizan İYİP, sermaye egemenliğinin günümüze özgü pazar ilişkilerinin yeni ve en bayağı cinsten pragmatist ideolojisiyle davranıyor.
Öte yandan, gerek ülkenin olağanüstü sayılabilecek toplumsal ve siyasi gerginliği, gerekse resmi muhalefetin aslında iktidardan pek de farklı olmayan ana yönelimleri, sermaye güçleri açısından, iktidar devri sırasında oluşabilecek riskleri, özellikle halkçı-demokratik bir inisiyatifin güç kazanmasını engelleyebilmek için, bir “Milli Koalisyon” seçeneğine de yol veriyor. “Milli Koalisyon”, mevcut iktidarın yarattığı tahribatı olabildiğince giderip, devr-i sabık yaratmamanın güvencesi olarak sermayenin “risk” değil “güvence” arayan yapısal eğilimine hitap ediyor.
Sorun, iktidarla resmi muhalefet açısından temel ayrım olan ve sermaye güçlerinin de kendilerine kısmen kurtulduğu “ordu” kurumundan sonra yeni bir “vasilik” dayatılmasından dolayı rahatsızlık duyduğu Erdoğan’ın “Başkanlık” konumu! Resmi muhalefet ve sermaye, Erdoğan’a bu konumdan vazgeçmesi şartıyla koalisyon hükümetinde yer alıp “yargılanmama” imkanını tanıyabilir!
Olası bir CHP-İYİP iktidarı ya da “Milli Birlik” hükümeti, mevcut sorunlara çözüm olamayacak, ama Erdoğan’a tepkili muhalif halk güçlerini “içererek” sermaye düzenine zaman kazandırmaya çalışacaktır. Günümüzde sermaye düzeninin iktidar olma biçimi zaten esas olarak “zaman kazanma” zemininde konumlanmıyor mu?
Öte yandan, aynı süreçler daha örgütlü olduğu için HDP’nin ama aynı zamanda sosyalist güçlerin de önünü açıyor; evet, zorlanan düzeni ayakta tutabilmek için bütün egemen güçler ortaklaşıyorsa, halkın muhalefetini ortaklaştırarak despotizme ve koruduğu sermaye güçlerine dayatan bir pratiği hayata geçirmek için koşullar tümüyle oluşmuştur.
Dipnot:
[1] Güç kazanan laiklik arayışı, başkası bu topraklarda yaşanmadığı için ilk akla gelen geçmişin şimdiki çıkmazı yaratan burjuva-despotik laiklik eğilimine de yeniden güç kazandırıyor.
Günümüzde, evet, laikliğin önemi daha iyi anlaşılıyor; peki, ama şimdiki iktidar gücünü tam da geçmişteki despotik laikliğin çıkmazlarından üretmemiş miydi? Ve aslında, günümüzde de kendi ölmeye yüz tutmuş varlığını sürdürebilmek için despotik laikliğin yeniden “dar alanda” güç kazanmasına umut bağlamıyor mu?
İşte, şimdi, halk güçlerinin, herhangi bir egemen sınıf fraksiyonun laiklik anlayışını değil, kendi ihtiyaçlarına cevap veren kendi bağımsız laiklik anlayışını inşa etmesinin tam zamanıdır. Bu inşada geçmişin laiklik anlayışından net bir kopuş ve halkın ihtiyaçlarını esas alan yeni bir yapılanma sürecinin yaşanması kaçınılmazdır.
Din, öyle sırf “özel” alana hapsedilecek bir gerçeklik değil; onbinlerce yıllık bir tarihsel derinliğin içinden, insanın insanlaşması-toplumsallaşması sürecinin momentlerinden birisi olarak kazandığı ağırlıkla çıkıp geliyor.
Cinsel yasaklar, kişi insanda bilinç ve bilinçaltını güçlendirirken, toplumsal düzlemde “kan bağı” üzerinden ailelerin ve klanların oluşmasının, dolayısıyla rastgele-dağınık sürüler halinde yaşamdan belirli-kalıcı-yerleşik toplumsal biçimlere geçişin önemli adımlarından biri olurken, klanların sembolü olan totemleri yaratmıştır. “Totem-diyor Kıvılcımlı, bir bağlılık ve üstünlük yaratmış, sonrasında ise insan bu yasakların esiri olmuştur.”
Tek tanrılı dinlerin kökeni totemizmdir. Medeniyete geçişin üstte konumlanan toplumsal öznesi olan egemenler, tek tanrılı dinlere kendi yorumlarını egemen kılarken, aynı sürecin bakışımlı akan başka bir bileşeninde, din egemenlere direnen halk isyanlarının bilincini oluşturduğu özel yorumlara da tabi olmuştur.
Evet, din, kendi oluşum ve gelişim sürecinde, egemenlerin ve ezilenlerin yorumuna tabi olduğu farklı yapılar kazanmış; iki uç yorumundan vurgularsak, egemen sömürü ilişkilerini kutsallaştırıp dokunulmaz kılan yorumlardan, geçmişin komünal değerlerini kendisine destek yapan ezilenlerin egemenlerine karşı öfkelerinin belirlediği yorumlara dek uzanan bir platformda çok çeşitli yorumlar olmuştur.
Bu yorumlar dal budak salıp toplumlara yayılarak tarihsel-toplumsal bilincin oluşmasının her aşamasında devrede olmuş, o bilincin her ögesine bir biçimde sızdığı güçlü bir ağırlık kazanmıştır. Basitçe verilen “ O konuyu kendi özel alanınızda yaşayın!” komutunun, kendisine en çok “uyulduğu” zamanlarda bile hükmünü yürütme kapasitesi kısıtlı olacak, komut verenler kendi sınıfsal konumları tarafından belirlenen durumlar üzerinden dinle “anlaşmalar-uzlaşmalar” yapmak zorunda kalacaktır.
Nitekim, Kemalizm de öyle yapmış; yeni kapitalist ulus-devletin inşasının despotik modernleşme sürecine destek olacak bir yönelime girerek, Müslümanlığın Sünni mezhebinin Hanefi kolunun Kemalist yorumunu esas alan bir din anlayışını yeni kurulan devletin kurucu ögelerinden birisi yapmış, Diyanet İşleri Başkanlığı’da bu anlayışın devlet ve toplum içindeki örgütlenmiş gücü olarak farklı inançlara ve yorumlara dayatılmıştır.
Sorun şudur, özellikle Kemalizmin despotik laiklik anlayışını tabulaştıran sosyalistlere soralım, siz de bu tarz bir laikliği mi savunuyorsunuz, eğer öyleyse her tarafından burjuva-despotik özellikleri akan bu anlayışla işçi sınıfının iktidarını nasıl kuracaksınız? İşçi sınıfının egemen sınıfların farklı yorumlarından kopuşmuş ve sosyalizmin inşasına hizmet eden özel bir laiklik anlayışını keşfedip inşa etme hakkı yok mudur?
Hadi içimizde kalmasın, onu da söyleyelim: Sizin Kemalizmin despotik modernleşme projesinin önemli bir ögesi olan despotik laiklik anlayışını “tabulaştıran” bilincinizdeki dini ögenin farkında mısınız? Dini düşüncenin büründüğü farklı biçimleri kendisinde ortaklaştıran bir zemin olarak “somut-tarihsel olmayan soyut-mutlak anlayış”, sakın sizin pek “materyalist” bilincinize sızmış olmasın?
Din, ilkin, her sınıfın farklı ihtiyaçları üzerinden farklı somut-tarihsel yorumlara tabi tutulmaktadır; ikincisi, nitekim tarihteki birçok halk isyanında dinin ezilenlerin yorumuna tabi olan başka bir kolu, komünal değerleri taşıyan bir bilinçle yüklü olarak kendisini var etmektedir ve bu yorumlar sosyalizmin inşasına ezilenlerin tarihsel derinliği olarak içerilmelidir; üçüncüsü, on binlerce yıllık tarihsel derinliğe sahip olan din olgusunun çözümlenip insanlığın ortak zenginliğine içerilerek tüketilmesi, ancak uzun on yıllar alacak zorlu bir sürecin içinde gerçekleşebilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.