Açıkçası bu kitabı eline alacak okuyucu, kitabı okurken yazarın yazma süreci ile karşılaştırılamasa bile, her şeyden önce konuya dair kendi tarihsel bilinci ile ciddi bir emek harcayarak hesaplaşmak zorunda kalacaktır
Silahlı kişilerin özel evlere girmeleri ve suçluları tutuklamaları kötü bir şeydir. Ne var ki, iyilik ve adaletin zafere ulaşması için günümüzde başvurulması zorunlu olan bir eylemdir. Şunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım, bu bir kötülüktür. Bizim ödevimiz, bu kötülüğü uygularken, bu zorunluluğa başvurma gereğini gelecek için tamamen ortadan kaldırmaktır. Ve bu yüzden, kendilerine arama-tarama yapma, insan özgürlüğünden yoksun etmek ve tutukevine gönderme ödevi verilen herkes, arama yaptıkları be tutukladıkları insanlara karşı dikkatli ve nazik davranmalıdır. Çünkü, özgürlüğünden yoksun insan kendisini savunamaz ve bizim iktidarımız altındadır. Herkes, Sovyet -işçi ve köylü- iktidarının temsilcisi olduğunu ve yapacağı her türlü azarlamanın, kabalık, hoşgörüsüzlük ve iktidara leke getireceğini unutmamalıdır. Ancak tehlike karşısında silaha başvurulmalıdır. Ahlak dersi vermek ve azarlamak yasaktır. Tabanca ile ve genellikle her türlü silahla tehdit yasaktır.(ÇEKA sekteri Ksenofontov ve Dzerjinkiy (Cerjinski) tarafından yazılmış, arama-tarama ve tutuklamaya ilişkin yönergeden, Arkadiy Vasiliev, Saat On Üçte, Sayın Generalim, S. 37. Boldlar bana ait.)[1]
En sonunda söylenecek olanı başa alayım. H. Selim Açan’ın Sel Yayıncılık’tan çıkan “Bilince Dönüşen Zorunluluk” kitabı “neyi anlatıyor” sorusuna verilecek en kısa yanıtım, sanırım şu olur: Kitap, Paris Komünü’nden sonraki proletaryanın ilk ve en uzun süre iktidarda olduğu Sovyetler Birliği’nin (SB) hem o tarihsel koşullarda sosyalizmi nasıl kurabildiğini, nelerle mücadele ettiklerini hem de aynı dönemde kendi karşıtına (sosyalizmi kurmayı amaçlarken nasıl kapitalistleştiğine) dönüşmesinin başlangıç hikayesini güncel kaynak ve kanıtlar eşliğinde yoğun bir tartışma ile anlatıyor.
Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde bilince gelmeden önce insanlığın “tarih yapabilmek için binlerce yıl olduğu gibi bugün de 4 momente sahip olması gerektiğini söylerler. Bu 4 moment: 1- Yaşamı sağlayan üretim araçlarının üretimi, maddi yaşamın üretimi; 2- Temel ihtiyacın giderilmesi için gerekli üretiminden sonra ortaya çıkacak yeni ihtiyaçların üretimi; 3- İnsanlığın kendisini tür olarak yeniden üretmesi; 4- Üretimin en başından beri elbirliği içinde toplumsal olması, üretici güçlerin varlığı. (2013, 36-37)
Marx ve Engels, bu 4 momentin ardından “insanın bir de ‘bilinci’ olduğunu görürüz” dedikten sonra en bilinen şu materyalist postulatı verirler: “…bilinç en başından itibaren toplumsal bir üründür ve insanlar var olduğu sürece de toplumsal bir ürün olarak kalır.” (Marx-Engels, age, 38)
Bilinç çelişkinin kavrandığı yerdir. Çelişkinin bilinçte kavranması da (bireysel farklılıklar ne olursa olsun) toplumsaldır ve toplumsal varlık tarafından belirlenir. Bu nedenle hem tek tek bireyler hem de kitleler, toplumsal çelişkileri toplumsal bilinçlerinde ancak ve ancak toplumsal varlıklarına ve bu varlıklarının tarihsel ve güncel gelişimine sıkı sıkıya bağlı olarak hem üretirler hem de çözerler.
Marksist açıdan tarih bilgisi, toplumsal bilincin aktarımındaki en önemli araçlardan biridir. Bu bilgi bir terzi ustasının çırağına ceketi dikme bilgisi de olabilir; bir halk türküsü ile aktarılan bir savaşın hikayesi de olabilir. Ancak tarih bilgisi ister bir ceket dikmenin bilgisini isterse bir savaşın tüm tarihini içersin tarih bilinci esas olarak tarih bilgisindeki çelişkilerin kavranmasını da içerir. Bu nedenle tarih bilinci tarih bilgisinin üzerine yapışıktır. Mesele tarih bilgisi ve bilinç arasındaki ilişkiyi kurabilmektir.
H. Selim Açan’ın “Bilince Dönüşen Zorunluluk” kitabı Marksist-Leninist perspektifte tarih bilgisi ve tarih bilinci arasındaki ilişkiyi kurmaya odaklanmıştır. Açan, çalışmasında sosyalizmin tarihini, sosyalizmin en uzun süreli deneyimi olan SB’nin tarihi üzerinden ele alıyor. Yazar -yeni tarihsel kanıtları, verileri, belgeleri da kullanarak-, sosyalizme dair tarihsel bilgileri bir yandan (oldukça kışkırtıcı bir düzeyde) eleştirel-özeleştirel ele alırken, okuyucuyu esas olarak geleceğe doğru odaklayarak sosyalizme dair tarih bilincini yeniden tartışmaya, üretmeye davet ediyor.
Açan, Marksizm’in tarih ve bilinç ilişkisi çerçevesinde, “gündelik hayatın üretimi ve yeniden üretimi” ilişkisi ile sınıfsız toplumun bir önceki basamağı olan sosyalist toplumun var edilmesi sorununu, sosyalizmin yaratılması için didinen, çırpınan ve dövüşen bireylerin (Lenin, Stalin, Troçki, Zinovyev, Kamenev, Buharin vd.) ve bu bireylerin oluşturduğu topluluğu, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin, içindeki sınıflı toplumsal bilinçler ve bu toplumsal bilinçlerin tarihsel eylemleri üzerinden ele alıyor. Açan, ele aldığı dönemdeki toplumsal bilinci merkeze aldığı için de (ki kitabın “Bilince Dönüşen Zorunluluk” ismi de buna işaret ediyor) haliyle yoğun bir teori içeriyor. Açan teorik tartışmaları da zengin bir tarihsel olaylar bilgisi ile işliyor.
Kitabında Açan’ın “tek ülkede sosyalizm”in inşa edildiği SB’yi çalışmasında birbiriyle dinamik bir ilişki içinde olan ve iç içe geçen üç başlık içinde ele aldığını söylebiliriz. Birincisi sosyalizmin inşasının teorik ve pratik tartışmaları-çatışmaları; ikinci başlık SB’de parti içindeki iktidar mücadeleleri ve kirli yöntemler; üçüncüsü ise gurur ve utanç tablosu.
Yazarın da işaret ettiği gibi, Bolşevikler her ne kadar “tek ülkede sosyalizm” tartışmalarına devrimin hemen arifesinde başlamış olsalar da Ekim Devrimi ve sonrasında “Avrupa’da olacak bir devrim” beklentisi güçlü bir şekilde vardı. Var olan iç savaşa rağmen sosyalizme dair siyasi-ekonomik-toplumsal radikal adımlar atılsa da Açan’ın ifadesiyle Bolşevikler “…bütün dikkatlerini 1917 Ekim’inde ele geçirilen iktidarı elde tutmaya verdiler.” (s.41)
Ancak Lenin’in ölümünün hemen ardından 1925 yılında Avrupa’da bir devrimin olmayacağı kesinleşince, 1925 Nisan’ında yapılan 14. Parti Konferansı’nda, “tek ülkede sosyalizm” inşası resmi olarak ilan edilerek akabinde birinci 5 yıllık plan hayata geçirildi. Tek ülkede sosyalizm tartışmasında parti içinde dananın kuyruğu da bundan sonra koptu.
Stalin, meselenin bam telini gösteren “…sosyalizmi kurmayacaksak 1917’de Ekimi’nde iktidarı ele geçirmemizdeki amaç ne idi?” sorusuna (s.49) Stalin önderliğindeki Bolşevik Parti “işçi-köylü ittifakı ile tek ülkede sosyalizmin inşası” cevabını verdi. Ancak Bolşevik Parti’de Stalin’in meselenin özünü gösteren bu sorusuna karşılık üç cevap üç kanat daha ortaya çıktı.
Gerici kanadı Zinovyev-Kamanev’in başını çektiği görüş temsil ediyordu. Zinovyev-Kamanev, II. Enternasyonal’in Marx’ın “üretici güçler” teorisinin arkasına sığınarak “Rusya’da sosyalizmin kurulamayacağı”nı keskin biçimde ileri sürdüler. (Bkz. s. 50-56 arası) Sol kanadın başını ise Troçki çekiyordu. Troçki tek ülkede sosyalizmin mümkün olacağına ikna olurken, hızını alamayıp en sola savrularak her şeyin proletarya öncülüğünde olması gerektiğini, hatta daha da ileri gidip başta proletarya olmak üzere herkesin askerileşerek tek ülkede sosyalizmin kurulabileceğini savundu. (Bkz: 56-68 arası).
Sağ kanadın liderliği de Buharin’deydi. Buharin, tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu kabullenir gözüküyordu. Bu kabule rağmen, Buharin, sosyalizmin önkoşulu için kapitalistleşmeye izin verilen NEP döneminin sürekli hale getirilmesini talep ederek kulakların (zengin Rus köylüsünün) daha da zenginleşmesini önerdi. (Bkz. S.68-76) Ancak Buharin’in tezleri aslında -Troçki’nin işçi sınıfı üzerinden yapmak istediği şekilde- Rusya gibi 1920’lerde de ağırlıklı olarak tarıma bağlı bir toplumda sosyalizmin inşası gibi hayati bir konuda, mülk sahibi köylülüğe prim vererek, zaten pamuk ipliğine bağlı işçi-köylü ittifakının bozmanın özel bir yoluydu sadece.
5 yıllık kalkınma planının muazzam bir başarı ile ve 4 yılda bitirilmesi ile birlikte Stalin’in sorusunun cevabı bizzat Sovyetler’deki kitlelerin tarihsel eylemleri ile çözüldüğü için, Stalin’in önderliğindeki parti çizgisinin karşısında yer alan diğer kanatlar, 1934’teki Zafer Kongresi’nde, Stalin’e övgüler düzerek, yenilgilerini kabul ettiler. Kitabında yazar “tek ülkede sosyalizm” tartışmalarının nasıl sonuçlandığını “tarih hangi görüşü haklı çıkardı” alt başlığı ile okuyucunun önüne koyuyor.
Açan, Stalin’in önderliğindeki Bolşevik Parti’nin “bilince varılan zorunluluk” olan, işçi-köylü ittifakı ile sosyalizmin inşa edilmesi çizgisinin, Sovyetler’deki kitlelerin muazzam bir tarihsel eylem ve emekle kazanmasını iki temel nedene bağlıyor: Birinci neden Stalin’in önderliğindeki çizginin “kitlelere güvenen devrimci karakteri”; ikinci neden ise bu çizginin “partinin yeni genç kuşaklar ve proletaryanın öncülerinde karşılık bulması”. (s.92)
Ancak Açan, “ne yazıktır ki” diyerek, özellikle ikinci nedenin, yani partinin genç kuşaklarının, daha sonraları sosyalizm inşasında elde edilen başarılardan başlarının döndüğünü, kendilerini Enver Hoca’nın tanımlaması ile “güneşi doğuran, yağmuru yağdıran” olarak görmeye başladıklarını belirtir. Devamında 1930’larda başlayan bu kibrin sahiplerini “partide ve rejimdeki yozlaşmanın ve sosyalizmden geri dönüşün de başını çeken sosyal tabaka” olarak tanımlar. (s.90)
Açan, “Sınıflar ortadan kaldırılmadığı sürece proletarya partisinin içinde de farklı fikir ve eğilimlerin ortaya çıkması doğal ve kaçınılmazdır” dedikten sonra şu şerhi düşer; “Partiyi kısır bir döngünün içine sürükleyip felç etmediği sürece…” (s.77) “Ne var ki” diyerek devam ediyor, “Sovyetler Birliği’ndeki tartışma, … özellikle Lenin’in ölümünden sonra proletarya devrimciliği ve proletarya sosyalizminin ilke ve değerleriyle bağdaşmayan yöntemlerin kullanıldığı kirli bir savaşa dönüşmüştü ve tarafların hiçbiri bu kirlenmenin dışında, ondan azade değildi.” (s.77, bold bana ait)[2]
Kitapta “tarafların hiçbirinin kirlenmeden azade olmadığı” kirli iktidar savaşının SB’de başladığı süreci iki döneme ayrılır. Birinci dönemin ilk yarısı “tek ülkede sosyalizm” tartışmalarının başladığı 1925-28 arasıdır. İkinci yarısı ise birinci 5 yıllık planın da gerçekleştiği 1928-33 arasını kapsar. Açan, “1925 sonrası yaşananlar öncelikle ideolojik bir savaşımdı” (s.76) diyerek sürecin başlangıç durumunu tarif eder. Bu dönemden sonra “…sosyalizmin inşa yönelimi doğrultusunda atılan adımların hızlanmasına paralel olarak parti içindeki çatışmaların 1928’den itibaren keskinleştiğini” belirtilir. (s.89).
Bu kirli iktidar savaşında ise başını, doğal olarak, Stalin’in önderliğindeki çizginin karşıtları Troçki, Zinovyev-Kamanev ve Buharin çeker. Birisi diğerine yanaşırken, ötekini düşman ilan edip bir süre sonra düşman ilan ettiği ile kol kola girerek eski dostunu düşman ilan etmekten çekinmeyen bir omurgasızlığa dayanır bu kirli iktidar savaşı. Açan, bu süreçteki durumu, Troçki’nin de bu süreçteki payını el çabukluğu gözardı eden Troçkist yazar Deutscher’den alıntılayarak tarif eder: “Taptıklarını yaktılar, yaktıklarına taptılar.” (s.85) Ancak kirli savaş sadece bir ittifaktan diğer bir ittifaka doğru omurgasız kaymalarla sınırlı kalmaz. 1934’te Stalin’in önderliğindeki çizgiye teslim bayrağı çekenler daha sonra suikastler düzenlemekten, askeri darbe örgütlemeye kadar her türlü yolu denerler.[3]
Kirli iktidar savaşının ikinci dönemi ise 1930 sonrasında gerçekleşir. Bu sürecin baş aktörleri ise 1930’lardaki sosyalist atılımının getirdiği baş dönmesine sahip kadrolardır. Bu kadrolar Troçki, Zinovyev-Kamanev ve Buharin’in partiden tasfiyesinden sonraki süreçte koltuk kapanlar, Açan’ın da tabiriyle- “aparatçik”lerdir. Öyle ki 36-38 yargılamalarında parti düşmanlarını (!?) tasfiye için canla başla çalışan bu kadrolar, daha sonra birbirlerini tasfiye etme yarışına girişirler.
Bu kadroların en kirli oyunlarından birisi de, burjuvazinin ve düşmanlarının her şeye kadir, muktedir, cani diktatör olarak tarif ettikleri, Stalin’i tasfiyeye cüret etmeleridir. İlginçtir, Stalin’i tutuklayarak fiilen tasfiye etme niyetlerini hissettirseler de, bu yeni kuşak kadro esas kirliliğini Stalin’in, pek çok kimse tarafından bilinmeyen, “Sovyetler’i demokratikleştirme” girişiminde göstermişler.
Çarlık döneminin soylu ailelerine de seçme/seçilme haklarının verilmesi, partinin devlet içinde fonksiyonunun azaltılması, partisiz üyelerin de seçime daha çok katılımlarını ve bir dizi başka konuları içeren Stalin’in “demokratikleşme planını” 36-38 dönemindeki tasfiye süreci bahane edilerek engellenir. Ama ne engelleme? Bu konuda tek kelime bile konuşmamak: “…1936’daki MK Plenumu’nda da gündemdeki birinci madde yeni anayasa olmasına karşın MK üyeleri yine anayasa üzerine konuşmak istemediler. Stalin, Molotov, Jdanov, Litvinov, ve Vişinskiy’in anayasa konuşmalarına rağmen öteki üyeler bu konuşmaları yok sayıp Yejov’un “Torçkist ve Sağcı Anti-Sovyet Örgütler” hakkındaki raporu üzerine konuştular.” (Candan Badem’den aktaran Açan, s.119)
1917-25 Aralık’ında Bolşevikler her ne kadar “Avrupa’da bir devrim” beklentisi içinde olsalar da sosyalizmi inşa yoluna girmişlerdi. Sovyetler eliyle siyasal olarak iktidarı burjuvazinin elinden alma, sanayi ve tarım üretimi iç savaşla birlikte yok olma düzeyine yaklaşmış olsa da 8 saatlik iş günü, kadınların hem iş hem de yaşama katılmaları, 30’a yakın ulusun özgürce var olmasını sağlama gibi pek çok sosyalist adım atılmıştı.
Ancak 1925’ten sonra doğrudan “tek ülkede sosyalizm” çizgisinin netleşmesi ile birlikte Sovyetler, Stalin’in deyimi ile “100 yılda alınması gereken yolu 10 yılda almayı” başarmıştı. Açan, Sovyetler’deki muazzam atılımı eldeki verilerle anlatırken (s.102-107), yaşanan atılıma dair etkili bir tasviri de Naziler’in yarattığı yıkım üzerinden gösterir.
Naziler: “43 bin tiyatro, 427 müze, 84 bin okul, 40 bin hastane; 15 büyük şehir, 1710 orta ve küçük şehir, 7 bin köy, 6 milyon bina; 31,850 fabrika, 65 bin km demiryolu, 4100 istasyon, 36 bin posta-telefon-telgraf şebekesi, 5000 cadde, 90 bin köprü, 1000 elektrik fabrikası, 1135 maden ocağı, 3 bin yağ-benzin sevkiyat tesisini yakıp yıkmışlardır. 20 milyon kişiyi evsiz bırakırken, 7 milyon at, 17 milyon sığırı, 27 milyon koyun, 20 milyon domuz ve 11 milyon kanatlı hayvanı da ya öldürür ya da çalarlar” (s.105-106) 1917’de yılda birkaç kilo çivi ancak üreten bir ülke, Naziler’in saldırdığı 1941 yılına kadar geçen sürede “tek ülkede sosyalizm” inşası ile Naziler’i inlerine kadar kovalayabilecek bir güce erişmişti.
Açan, tam da SB’nin muazzam atılımını anlatırken, aynı zamanda “tek ülkede sosyalizmin” inşa edildiği dönemin “sosyalizmden geriye dönüşlerin” tohumlarının atılıp filizlendiği dönem olarak tarif eder. Geriye dönüşlerin tohumlanıp filizlenmesi olarak tanımlanabilecek “iki büyük tarihsel kırılma”nın arka planında “iki dönemsel etki” olduğunu belirtir: 1- Sosyalizmin amaçlaştırılması ile ortaya çıkan başarılardan başları dönen genç kadroların kibirli bürokratlara dönüşmesi; 2- Parti içinde etkisini kaybetmiş olan muhalefete rağmen, yaklaşan savaş tehlikesinin artması ile peş peşe ortaya çıkan sabotaj ve komploların oluşturduğu “güvenlik korkusu”. (s.117-118, boldlar bana ait)
Yazar bu iki etkeni, özellikle üzerinde durduğu “2 tarihsel kırılma”nın da temel varlık nedeni olarak tartıştıktan sonra “tek ülkede sosyalizmi inşası” sürecinde birinci tarihsel kırılmayı “sosyalizmin ‘kendinden şey’ olarak amaçlaştırılması (s.124-129 arası); ikinci büyük tarihsel kırılma olarak ise “1936-1938 yargılamaları” (s.129-149) olarak tasnif eder. Konunun detaylarını okuyucuya bırakacak olsak da, Açan’ın “iki büyük tarihsel kırılma”da işaret ettiği ve esas olarak acımasız bir özeleştiri içererek “gelecekte sosyalizm için ne yapmamalı” sorusuna cevapları içeren temel noktalara işaret etmek gerek.
Açan, “sosyalizmin kendinden şey olarak amaçlaştırılması”ndaki ilk büyük zafiyetin (hatta hatanın) doğrudan Stalin’e ait olduğunu gösterir. Bu sorumluluk ve hata kitapta Stalin’in “kapitalizme geri dönüş tehlikesinin içteki [Sovyetler’deki] kaynakları kurutulmuştur” tezinin geri dönüş tehlikesinin “küçümsenmesi” olarak tanımlanır. Açan’a göre, sosyalizmin tek ülkede ve özellikle SB’deki biçimi ile “amaçlaştırılmasının” yarattığı ikinci zafiyet ise kendisini, “enternasyonalizm”de göstermiştir. Enternasyonalizmdeki zafiyet önce “dünya devrimi” fikrinden uzaklaşma, akabinde ise, dünyanın bir yerinde bir devrim olacaksa da SB’ye tâbi ve onun çıkarlarını gözetecek bir devrim olması, şeklinde başka bir zafiyetin meydana gelmesidir. Sosyalizmi amaçlaştırmanın üçüncü ve en önemli zafiyeti ise “meta ekonomisini” ortadan kaldıracak adımlar yerine meta ekonomisinin primler, zorunlu çalışmaya geri dönüşler vb. girişimlerle devam ettirilerek meta ekonomisinin ortadan kaldırma amacı ve refleksinin zayıflatılmasıdır.
Açan’ın “ikinci büyük tarihsel kırılma” olarak tanımladığı 1936-38 yargılamaları, kitabın en önemli ve etkili bölümü olarak karşımızda duruyor. Kitaptaki bu bölümde yazar bir taraftan 36-38 yargılamalarını ağzına sakız eden Troçkistler ve anti-komünistlerle hesaplaşırken, diğer taraftan esas olarak “Stalin savunusu” adı altında bu utanç döneminin yok sayan bilince karşı tarihsel bilgi ve belgelerle hesaplaşır.
36-38 dönemine ait sunduğun tarihsel belge ve bilgilerin ne olduğunu öğrenmeyi yine okuyucuya bıraksak da Açan, 36-38 yargılamalarında ortaya çıkan tabloyu tartışmasız ve tereddütsüz bir biçimde sosyalizmin “büyük utancı ve kara lekesi” olarak tanımlar.
Açan, 1936-38’e ortaya çıkan tabloyu: “1- Kullanılan mekanizmalar ve biçim bakımından; 2- Tutuklama ve gözaltıların yaygınlığı ve keyfiliği bakımından; 3- İtibarları iade edilenlerin anlatımları ile ortaya çıkan korkunç haksızlıklar bakımından; 4- Verilen cezaların ağırlığı ve ölçüsüzlüğü bakımından… Sosyalizmle bağdaşmayan, ona aykırı, dahası onulmaz zararlar veren bir akılsızlık ve zorbalık örneği…” olarak yorumlar. (s.131-132, bold yazar ait) Öyle ki, yazar için bu “utanç ve kara leke”nin olumsuz etkileri sosyalizmin prestijinin yerlerde olmasının bugün bile başlıca nedenlerinden birisidir.
Bu utanç ve kara lekeyle yüzleşmek de sosyalizmin hem tarihi hem de geleceği için komünist bir sorumluluktur Açan için. “Sonuç olarak” der “ Marksizm-Leninizme ve bilimsel sosyalizm düşüncesine sırt çevirmeyeceksek, onların ilke ve değerlerini talileştirip bir kenara bırakmayacaksak şayet, 1936-38 yargılamalarını ve o dönemde gerçekleştirilen o ölçekteki infazları herhangi bir gerekçenin arkasına saklanarak ‘haklı’ görüp onaylama ve savunma olanağı yoktur.” (s.149)
H. Selim Açan’ın “Bilince Dönüşen Zorunluluk” kitabına dair bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde kitabın özetini yapmak ile tanıtımını yapmak arasında zorlanacağımı fark ettim. Keza buraya kadar okuduğunuz kısımda özet tanıtım arasındaki zorluğu okuyucu da hissetmiştir. Bundan dolayı okuyucunun beni bağışlamasını dilerim.
Özet ve tanıtım arasında bir zorlanma yaşamamın iki temel nedeni var. Birinci neden Açan’ın kitabın hacmine göre konuyu yoğun bir biçimde ele almasıdır. Kitapta teori bir yandan kendi yatağında akarken aynı anda diğer bir yataktan döneme ait tarihsel bilgiler ve anlatılar akıyor. Yazarın meseleyi bu iki yataktan anlatmaya çalışırken de diyalektik ve materyalist yönteme gösterdiği özel özen, çaba ve ısrar var.
Özet ve tanıtım arasında zorlanmamın ikinci nedeni ise Açan’ın konuyu basit biçimde “şu zamanda şunlar oldu; bu, şu demektir; şu konuyu da şöyle düşünelim” gibi kaba bir anlatı yerine, okurken insanı şaşırtan, zorlayan, tekrar okumaya iten, kitabı bırakıp düşünmeye sevk eden bir dinamizmle anlatmaya çalışması. Yazıyı hazırlarken alıntı yapacak yerleri seçme konusunda dahi zorlandığımı itiraf edeyim. Açıkçası bu kitabı eline alacak okuyucu, kitabı okurken yazarın yazma süreci ile karşılaştırılamasa bile, her şeyden önce konuya dair kendi tarihsel bilinci ile ciddi bir emek harcayarak hesaplaşmak zorunda kalacaktır.
Çalışma çift yönden eleştiriye açıktır. Birinci yön, teorik olarak Marksizm, pratik olaraksa sosyalizm ile ilgili tarihteki temel konuları, sorunları diyalektik ve tarihsel materyalist eksende ele alma yönüdür. Bu yönde girişilecek her türden tartışmanın, eleştirinin sosyalizm konusuna bir zenginlik ve dinamizm katacağı aşikardır.
Eleştirinin ikinci yönü ise Marksizm-Leninizm’i (ve hatta Stalinizm’i) ve sosyalizmi dogmatikleştirerek dogmatik kalıplarla hem kitabı hem de kitabın el attığı meseleleri hedefe çakma biçiminde olacaktır. Eğer bu yönden eleştiri gelecek olursa, böyle bir eleştiri kitabının esas derdinin anlaşılmadığının bir göstergesi olacağından, en hafif deyimle, surat ekşitecektir.
Tarih eğrisiyle, doğrusuyla eylem-hareket içinde olan kitleler tarafından yapılır, tek tek bireyler tarafından değil. Eğer kitapta bir dogma olduğu iddia edilirse, Açan’ın kuyucusuna verdiği tek dogmatik bilgi de budur.
Açan’ın kitabının esas önemi ve de öne çıkarılması gereken yanı ise, sosyalizm deneyimi olarak bir tarihsel dönemi ele alması değildir tek başına. Bununla birlikte ve bundan da öte bugün içinde yaşadığımız, var olduğumuz tarihin günlük-gündelik kesitinde, sosyalist bir devrimin olacağı ve sosyalizmin yeniden var olacağına dair ufukta en ufak bir ipucu bile yokken, dünyanın bir yerinde bir gün mutlaka ama mutlaka olacak sosyalist bir devrimin gerçekleştiğinin ertesi gününden itibaren sosyalizme dair neler yapmalı / neler yapmamalı sorusuna cevap arayışıdır.
Saat On Üçte Sayın Generalim’le başladık onunla bitirelim. Çünkü romanda Çekist Peters’in Andrye’e söyledikleri kitabta ele alınanı konuya dair yazarın hem kendi yaklaşımına hem de okuyucuya önerdiği yaklaşıma oldukça yakın:
İnsanlar türlü türlüdür, Martinov… Tekrar ediyorum, bu, Çekistlerin en önemli buyruklarındandır; değerlendirmelerinde asla acele davranma. Gerçekten bir şey olduğuna kanaat getirsen bile, sapta bakalım o zaman neden bu hale gelmiş… Belki gerçek düşman tam arkasında… Hiç unutma Andrey, insan için çalışır, insan için savaşırız. (s.127, boldlar bana ait)
Dipnotlar:
[1] Saat On Üçte, Sayın Generalim (Kaldıraç Yayınları) Ekim Devrimi’nden hemen sonra ÇEKA’nın kuruluşunda yer alan, ayrıldıktan yıllar sonra Naziler’e karşı tekrar göreve gönderilen ilk Çekistler’den Andrey Mihayloviç Martinov’un anılarına dayanır. Yazar Arkadiy Vasiliev kitaptaki “kısa açıklaması”nda eski Çekist Nikandrov ile tanışarak onunla çok sohbet ettiğini ve romanın çerçevesini onunla sohbetleri ile oluşturduğunu yazsa da açıklamasının sonuna şu notu düşer: “Başkahraman adından başka, romandaki kahramanların hiçbirinin gerçek adı değiştirilmemiştir.”
[2] Bu kirlemenin dışında kalamayanlar arasında Lenin’in Vasiyeti olarak tarif edilen metni yazdıklarına dair haklarında ciddi şüpheler olan Lenin eşi ve aynı zamanda Bolşevik Parti üyesi Kapruska’ya da vardı, Lenin’in kız kardeşi Mariya Ulyanova da. (s.88)
[3] Açan, bu konuda özellikle “yargılama sonucu kurşuna dizilen Tuhaçevski ve ordu komutanlarını yargılayan mahkemenin hâkim üyesinin torunu Alvay Victor Alksnis”le 2000 yılında yapılan röportajı aktarır. Alksnis, röportajda yıllarca kurgu olduğu iddia edilen iddia ve bu iddialarla yapılan yargılamaların ciddi gerçekliklere ve kanıtlara dayandığını belirtir. (s.80-82)
Kaynakça:
Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Yayınları, 2. Basım, 2013
Arkadiy Vasiliev, Saat On Üçte, Sayın Generalim, Kaldıra Yayınevi, 2011
Vasiliev, Arkadiy, Saat On Üçte, Sayın Generalim, Kaldıraç Yayınevi, 2011
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.