Yenilgilerle ehlileşmiş Türkiye sosyalist hareketinde, temsil alanındaki siyaseti esas alarak sınıf mücadelesini talileştiren, anti-faşist mücadelenin gerekliliğini yadsıyarak mücadeleyi olağanüstü durumun sonrasına erteleyebilen eğilimlerin yanı sıra alttan alta gelişen bir başka eğilim söz konusu. Sosyalist hareketin dar örgütsel sınırları içinde değil, toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesi içinde gelişen bir dinamizm. Siyasal çatışmanın dayattığı gerçeklikten ve sokaktaki gerçek hareketten doğup, hem sistemin diyalektik karşıtı hem de sol yapıların fiili eleştirisi olarak gelişen bir “direniş fraksiyonu” bu
Tayyip Erdoğan, 31 Ağustos günü Deniz Harp Okulu’nda yaptığı konuşmada “15 Temmuz’u anlamayanlara nihai mesajı 2023’te vereceğiz” dedi. Doğrusu gün bugün, mesaj da bugüne. Millet İttifakı’nın “ilk seçimde gidici” ilan ettiği Erdoğan, başarısız bir askeri darbeyi başarılı bir sivil darbeye çevirdiği 15 Temmuz’u hatırlatarak “gönderemezsiniz” demeye getiriyor. Bu mesajı 2023 seçimleri sürecinde muhalefeti etkisizleştirecek yeni bir olağanüstü durum yaratma tehdidi olarak da okuyabiliriz; muhalefet uslu uslu seçimleri beklerken, iktidarın elindeki güç, yetki ve olanakları sonuna kadar kullanıp Cumhuriyet’in 100. yılına devletin İslamcı-faşist dönüşümünü tamamlamış bir şekilde girme iddiası olarak da.
1 Eylül’deki Adli Yıl Açılış Töreni’nde Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ve yüksek yargı mensupları ile birlikte ellerini açıp (laik yargının ruhuna) el Fatiha okuyan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, bu dönüşüme karşı direnmenin (en azından şimdi) anlamsız ve hatta yanlış olduğunu düşünüyor olmalı. Ne de olsa en geç Haziran 2023’te gerçekleşecek olan seçimler yaklaşırken AKP liderliğindeki iktidar koalisyonu çoğunluk desteğini yitirmiş durumda ve çözemediği, bu nedenle de kitle desteğindeki erimeyi süreklileştiren sorunlarla karşı karşıya. İktidara “Allah’ın lütfu” sayacağı bir çatışma çıkarma fırsatı verilmezse seçimin engellenmesi ya da seçim sonuçlarının tersine çevrilmesi olasılığı da bertaraf edilir. Böylece Millet İttifakı seçimleri kazanır ve AKP’nin yarattığı tahribatın giderilebileceği bir onarım süreci başlar. O halde iktidarın kışkırtıcı adımları sineye çekilmeli, saldırılar karşısında direnmekten kaçınılmalı, sokaktan uzak durulmalı ve uslu uslu seçim günü beklenmeli.
2015 travmasının ardından 2019 yerel seçimlerinde elde edilen başarı bu yaklaşımı besliyor.[1] İktidar koalisyonunun krizi karşısında sistem içi bir çözüm iddiasıyla sahne alan Millet İttifakı, “bunlar koltuğu bırakmamak için iç savaş bile çıkarır” endişesi taşıyan kitlelere barışçıl (pasifist) bir geçiş vadediyor. Siyaset sahnesini de Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasındaki saflaşma belirliyor. Peki, sosyalistler bu saflaşmaya mahkûm mu? Olmamalıyız. Düzen içi alternatiflerin bir kurtuluş olmadığını ve bu iktidar karşısında devrimci bir alternatif olduğunu göstermeliyiz. Ama 2013 Haziran İsyanı’nın yenilgisini takip eden bol seçimli yıllarda, istemesek bile sistem içi saflaşmaya mahkûm olabileceğimizi gördük. Sandığı kuşatalım derken sandık tarafından kuşatıldık. Düzen karşıtı söylem ve niyetlerimiz bizi kurtarmaya yetmedi. Öyleyse meseleyi ciddiyetle tartışmalı, sistem içi saflaşmaya mahkûm olmamanın güvencesini de söylemde ve niyette değil, bu sistemle sorunu olan toplumsal kesimlerin gerçek hareketinde aramalıyız.
Anketlere bakılırsa, bir sonraki seçimde ne Erdoğan cumhurbaşkanı olarak seçilebiliyor ne de Cumhur İttifakı çoğunluğu elde edebiliyor. Halkın giderek daha geniş kesimleri geçinemez hale gelirken, iktidar gerekli seçmen desteğini koruyabileceği ekonomik araç ve olanaklardan yoksun. Dev propaganda makinesinden ne pompalanırsa pompalansın, hiçbiri ücretlerin düşüklüğünü, ev kirasını, faturaları, her alışverişte idrak edilen yüksek gıda enflasyonu başta olmak üzere yaşam pahalılığı gerçeğini, eğitim ve sağlıktaki krizi, iklim krizini unutturabilecek gibi değil. İktidar, farklı beklentiler içindeki egemen sınıfları da aynı anda temsil ve tatmin edebilecek olanaklardan yoksun olduğu için çözülme sadece seçmenler arasında değil doğrudan iktidar bloku içinde de yaşanıyor. İktidar gerek egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasında, gerekse egemen sınıflar içinde keskinleşen sınıf çatışmalarını yönetmekte zorlanıyor. Yıllardır biriken çürüme tam da bu koşullarda ortalığa saçılıyor. En güncel ve popüler yansımalarını Sedat Peker’in ifşaları ve Erdoğan Bayraktar’ın itiraflarında gördüğümüz şey çürümüş bir iktidarın çözülüş sürecidir.
Ancak ve üstelik, bu çözülüşü tetikleyen koşullar, iktidarın yeteneksizliği, gericiliği ya da halktan kopukluğu gibi kendine çekidüzen vermesiyle hafifletilebilecek öznel sorunlardan değil sistemin yapısal krizlerinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’de düzen siyaseti ABD emperyalizminin hakimiyet krizi, neoliberal yeni-sömürge kapitalizminin krizi ve kontrgerillanın (sömürge tipi faşist devlet aygıtının) krizi ile malûldür. 2023 sürecini öncesi ve sonrasıyla kuşatacak olan da bu zeminde gelişecek çatışmalardır.
Bu kriz dinamiklerine sıkı sıkıya bağlı biçimde emperyalizmin aktif taşeronluğuna soyunarak ya da bir NATO üyesi kimliğiyle ABD ile Rusya arasında dengelere oynayarak, sermayenin çıkarlarını sıkı sıkıya savunarak, kontrgerillanın birliğini sürdürmeye çalışarak mevcut iktidar koalisyonu tercihini zaten çözümsüzlük ve çatışmadan yana koymaktadır.
Hal böyle iken iktidar 2023 sürecinde seçimden farklı bir şeye, seçimi de içeren bir çatışma sürecine hazırlanmaktadır. İktidar, seçimi dilinden düşürmese de seçmen tabanını genişletmekten çok militan tabanını sıkılaştırmaya ve toplumsal siyasal dönüşümü hızla ilerletmeye dönük hamleleri öne çıkarmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, kayyum düzeninin genişletilmesi, kayyum atanmamış muhalif yerel yönetimlerin kısıtlanması ve cezalandırılması, Kanal İstanbul gibi mega talan projelerinde ısrar, HDP’yi devre dışı bırakma çabaları, yeni seçim yasası hazırlığı, polisin güçlendirilmesi, ordunun uluslararası cihatçı ağı ile bütünleştirilerek sınır ötesi operasyonlara koşulması, ordu ve yargı üzerindeki hükümet kontrolünün güçlendirilmesi, Diyanet’in protokolün tepesine yerleştirilmesi bu bağlamda anlam kazanmaktadır.
CHP liderliğindeki Millet İttifakı, AKP’nin bir sonraki seçimde gideceği iddiası ile herkesi seçime çağırmakta, bu süreçte iktidarın işine yarayacak bir çatışma ya da kutuplaşma yaratmama bahanesinin ardına sığınarak, iktidardan gelen saldırılar karşısında direnmeme ve direniş eğilimlerini pasifize etme taktiği izlemektedir. Boğaziçi Üniversitesi’nde Melih Bulu’nun kayyum rektör olarak atanmasının ardından gelişen direnişte üniversitelilerin ailelerine seslenerek eylemlerin sonlandırılması çağrısı yapan Kılıçdaroğlu, aynı “taktik” gereği Adli Yıl Açılışı’nda da Diyanet İşleri Başkanı’nın yargı faaliyetini dini buyrukların gereğini yerine getirmek olarak tarif eden duasına eşlik edebilmiştir.
İktidardaki kontrgerilla koalisyonu karşısında, temsil alanına sıkışan ve olağanüstü durumlarda da hareketsiz kalmayı kabullenen bir muhalefet söz konusudur. 2015’ten bu yana olağanüstü durum yaratma yeteneği tükenmeyen bir iktidar karşısındaki bu rahatlığın ardındaki şey, en azından düzen muhalefeti açısından, saflık değildir. 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin niyeti ile kapasitesi arasında bir fark oluştuğu herkes açısından açık hale gelmiş, egemen sınıflar ve kontrgerilla içi fay hatlarının hareketlendiği görülmüş, Millet İttifakı da Erdoğan’a daraltılmış bir eleştiriyle, yalnızca seçmene değil egemen sınıflara ve kontrgerilla fraksiyonlarına da “beni seç” diye seslenmeye başlamıştır.
Mevcut krizleri “AKP’nin yönetememe krizi” olarak tanımlama tercihi de burada anlam kazanmaktadır. “Yönetemiyorlar” söylemi hem krizin sistemsel boyutunu perdelemekte hem de yönetebilecek düzen içi bir alternatifin var olduğu iddiasını içermektedir. Bugün pek çok alanda toplumsal hoşnutsuzluğa yol açan ve sistemin sürekliliği için gerici-baskıcı bir yönetime ihtiyaç doğuran çöküntü tablosunun ana nedeni, Türkiye toplumunu (ezici çoğunluğuyla) kamusal güvencelerinden ve ücret dışı geçim araçlarından arındırılmış bir işçi toplumuna devleti de kamusal sorumluluklarından arınmış bir şiddet aygıtına çeviren neoliberal dönüşüm sürecidir. Bu kapsamlı dönüşüm 28 Şubat süreciyle iktidara taşınan Bülent Ecevit liderliğindeki koalisyon hükümetleri tarafından başlatılmış, neoliberal-İslamcı AKP iktidarı tarafından da “başarıyla” tamamlanmıştır. Sorunu liyakatsiz İslamcı kadroların yönetememe krizi olarak tarif etmek bir aldatmacadır ancak düzen içi muhalefet bu aldatmacaya mahkumdur. Millet İttifakı böylece kendini bir çözüm alternatifi olarak sunarken sistemi aklamakta, kontrgerillaya ve sermayeye dokunmama mesajı vermektedir. Hesaplaşma değil seçimde helalleşme vaadi Erdoğan’dan çok Erdoğan’ın hizmet ve temsil ettiği sermaye ve kontrgerilla fraksiyonlarına verilen bir güvencedir.
Düzen içi muhalefetin onarım programının en belirgin vaadi, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ile tek adam yönetimi karşısında temsili demokrasi mekanizmalarını yeniden tesis etmektir. Güçlendirme ile, temsili demokrasinin gerçek bir demokratik işleyiş açısından taşıdığı kısıtları gidermenin mi yoksa sermayenin güçlü yürütme talebine yanıt vermenin mi kastedildiği ise sınıfsal tercihlerle ilgilidir. Düzen içi muhalefet ayrıca sermayeyi bir bütün olarak karşısına almak yerine “5’li çete” gibi Saray’la özdeşleşmiş fraksiyonları karşısına alıp “kötü sermaye”ye karşı “iyi sermaye”nin destekleneceği bir başka burjuva siyaset izleyeceği mesajını vermektedir.
Gelelim esas noktaya. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, temmuz ayının sonunda Konya’nın Meram ilçesinde aynı aileden 7 kişinin öldürüldüğü ırkçı katliamla ilgili Twitter hesabından paylaştığı şu sözlere dikkat edilmeli: “Kendini derin devlet olarak görme gafletine düşen çetelere sesleniyorum: … Bu iktidar da yolcudur! Ancak devletimiz bakidir ve devletimizi tüm kurumlarıyla birlikte yeniden ayağa kaldıracağız!” Sistemin krizi karşısında elbette halkın iktidarını kurmaktan değil, devleti kurtarmaktan söz ediyor. Kendini derin devlet olarak görme gafletine düşen çetelere çıkışırken, esasen “devletin tüm kurumları” genel ifadesinin içerisine gizlenen kontrgerillayı onarmayı vadediyor.
CHP ve İyi Parti’nin temmuz ayından itibaren mülteci karşıtı bir söylemi öne çıkartmış olması da ayrıca dikkat çekicidir. Mülteci sorununun tartışılmasında, iktidarın yanlışlarına ve ABD ile Avrupa’nın dayatmalarına karşı çıkılmasında bir sorun yoktur. Sorun halkın neoliberal politikalar nedeniyle yaşadığı geçim sıkıntısının, sağ siyasetin dayattığı gerici kültürel dönüşümün ve şu anda TSK korumasında gelişen cihatçı tehdidinin yarattığı öfkenin esas sorun kaynağından uzaklaştırılıp, önemli bir bölümünün geri gönderilemeyeceği nesnel bir gerçeklik olan mültecilere yöneltilmesidir. Düzen içi muhalefet, İslamcılığın çözüldüğü yerde, mülteci karşıtlığından beslenen bir ırkçılıkla kontrgerillanın yardımına yetişmektedir.
Ezcümle düzenin krizi karşısında düzeni onarma hedefiyle hareket eden bir siyaset elbette halk içinde gelişen direniş eğilimlerini pasifize edip seçmen davranışına daraltmak isteyecektir. Mevcut iktidarla özdeşleşen saldırıların asıl kaynağını ortadan kaldırmadan birtakım makyaj adımlar atabilecek ancak sistemsel bir değişim olmadığı sürece kriz baki kalacaktır.
Bu muhalefet zemininde mevcut iktidarın yıkılıp yıkılamayacağı da tartışmalı olduğu gibi, her koşulda sorunun esası olan sistem korunacaktır. Sistem karşıtı güçlerin bu zemine eklemlenmesi ise sonucu değil sistem karşıtı güçleri değiştirecektir.
Öncelikle iki genel doğrunun altını çizelim. Birincisi, faşizm bir hükümet değil devlet biçimidir ve karşısında mücadele edilen şey yalnızca bir seçim partisi değil devlet aygıtıdır. AKP, iktidarda olduğu 19 yıl boyunca faşist karakteri giderek belirginleşen, özellikle 2008 küresel finans krizi sonrası dünya çapında yükselen yeni faşist dalga içinde anılan ve 2017 itibariyle rejim değişikliğine soyunan bir parti olsa da Türkiye’de devletin faşist karakteri AKP iktidarının ürünü değildir. AKP faşizmi, yeni-sömürgecilik ilişkileri temelinde yukarıdan aşağı inşa edilmiş sömürge tipi faşist devlet aygıtının kurumlarıyla çatışmalı bir süreçte kaynaşmıştır. Düzen içi muhalefetin, AKP’yi bertaraf edip devleti onarma vaadi, faşizmin bertaraf edilmesi değil onarılması vaadidir.
İkincisi, faşizm halka karşı açılmış bir savaştır ve ancak bir direniş hareketiyle göğüslenebilir. Bu genel doğrunun bugünkü somut karşılıkları nelerdir? Neoliberal dönüşümün tamamlanmasıyla halkın bir güvencesiz kentli emekçiler yığınına, devletin de kamusal görevlerinden arınmış çıplak bir şiddet aygıtına dönüştüğü Türkiye’de, faşizm bu işçileşmiş/kentlileşmiş toplumu yönetmenin bir gereği olarak bugünkü anlamını bulmaktadır. Sistemin sürekliliği işçi sınıfının bağımsız bir politik güç haline gelmesinin engellenmesine bağlıdır. Bu da işçi sınıfının ırkçı, şoven, cinsiyetçi, fetihçi politikalarla bölünüp ya sisteme eklemlenmesini ya da baskı ve terör mekanizmalarıyla bastırılmasını gerektirmektedir. Kürt düşmanlığı, kadın düşmanlığı, mülteci düşmanlığı, LGBTİ+ düşmanlığı, Alevi düşmanlığı, bilim ve sanat düşmanlığı, emekçilerin savunma mekanizmalarının etkisizleştirilip haklarının gasp edilmesi, en temel demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımının engellenmesi, saldırının en görünür biçimleri olmakla birlikte anti-faşist direnişin gerekliliğini ve öznelerini de tarif etmektedir. Kürtler, kadınlar, Aleviler, LGBTİ+’lar, seküler kesimler, üniversiteliler, mülteciler açısından faşizme karşı direnmek, yerine göre özsavunmayı ve aktif savunmayı da içerecek biçimde yaşamsal bir zorunluluk halindedir. Tüm bunların yanı sıra, kendi çıkarları için örgütlenmek ve hakkını aramak isteyen bir emekçi daha ilk adımda sendikal baskılar, grev yasakları, kontrgerilla unsurlarının devreye sokulduğu bastırma girişimleri, fiili direniş anında da fiziki şiddet ile karşı karşıya gelmektedir. En temel anayasal hakların kullanımı dahi ancak direnişle mümkündür. Bir dönem etkili ve yol açıcı olsa bile bugün artık kullandırılmayan mücadele yöntemlerinde, yasal alana ya da protestoculuğa sıkışan bir çizgide ısrar etmenin anlamı yoktur. Bugün herhangi bir örgütlü hak arama mücadelesinin, faşizme karşı direniş ekseninde kurulmadığı sürece ezilmekten kurtulup sürekliliğini sağlaması mümkün değildir. Faşizme karşı mücadeleyi yadsıyan bir sistem karşıtı muhalefetin gerçekliği olmadığı gibi halk kesimlerinin bugünkü gerçek hareketini yadsıyan bir faşizme karşı mücadelenin de etkili olma şansı yoktur.
Peki, düzen içi alternatifin gerçek bir kurtuluş sunmadığı yerde, bu faşist iktidar karşısında devrimci bir alternatif söz konusu mudur? Gerekliliğinden söz edilen direniş hareketi mümkün müdür? Bir hüsnükuruntu olarak değil nesnel bir tespit olarak “evet” diyebiliyoruz. Tüm bastırma, pasifize etme ve yok sayma çabalarına rağmen Türkiye toplumunun bağrında iktidarın ötesinde sistemi de sorgulayan ve düzen içi muhalefetin kalıplarına ya da düzen içi muhalefet zeminlerine sığmayan direnme eğilimleri gelişmektedir.
Boğaziçi Direnişi ile birlikte üniversite hareketi yeniden sahne almış, ne polis şiddeti direnişin kampüsten şehir meydanlarına taşmasını engelleyebilmiş ne de pandemi nedeniyle üniversitelerin kapalı olması mütevazı ölçeklerde de olsa ülke çapında bir hareketlilik yaşanmasına mâni olmuştur. Kadın ve LGBTİ+ dinamiğinin görece öne çıktığı, üniversite gündemi ile ülke gündemi arasında bağların kurulduğu ve geniş kesimlerde sempati toplayan bu eylemlerde yeni bir direniş kuşağının ilk adımlarına tanık olunmuş; gençlik, iktidarın şiddetle yönetme politikasının pasifizmle değil direnişle bertaraf edilebileceğini göstermiştir. Eylemlerin 6 ay içinde sönümleneceğini iddia eden kayyum rektör Melih Bulu’nun, direniş nedeniyle yönetemediği bu sürenin sonunda görevden alınması, direnişin onurlu bir başkaldırının ötesinde sonuç alıcı bir siyaset biçimi olduğunu da göstermiştir.
AKP iktidarı karşısında son yılların en dinamik ve kesintisiz direnişini sergileyen kadın ve LGBTİ+ hareketi, barikatları yıkan militanlığıyla yalnızca iktidarın yasak kararlarındaki değil muhalefetin zihnindeki engelleri de kaldırmayı başarmıştır. Ancak mesele militanlığın ötesinde, kadın hareketinin doğrudan kadın düşmanı iktidarın ve kadınları iki kere ezen patriyarkal kapitalist sistemin kendisiyle çatışan bir devrimci politik potansiyeli açığa çıkararak gelişmekte oluşudur. Bu haliyle kadın hareketi, kendi gündemine sıkışmış bir sektörel hareket olmanın ötesinde bütün mücadele alanlarında önderliği ele alma eğilimi göstermektedir.
İklim krizi bütün dünyayla birlikte Türkiye’yi de kuraklık, seller ve yangınlarla sarsarken doğa ve yaşam savunucularının direnişleri Ege’den Karadeniz’e sürmektedir. Erdoğan memleketi Rize’de Cengiz’in taş ocağı talanı nedeniyle ilk defa protesto edilmiştir. Bu direnişler her ne kadar öncelikle kendi alanını savunma refleksiyle açığa çıksa da giderek birbiriyle daha çok dayanışan hatta iç içe geçen birliktelikler oluşturmakta, doğayı yok eden rantçı politikaların kaynağında iktidarın olduğunu en saf haliyle bilince çıkarmaktadır. Kent ve ekoloji hareketleri aynı zamanda kapitalizmin köklü bir eleştirisini sunmaya aday hareketler olarak gelişmektedir.
Geleneksel sendikal hareketin bütün ataletine rağmen, geleneksel kalıpların dışında irili ufaklı işçi direnişleri ve örgütlenme çabaları gelişmektedir: Somalı ve Ermenekli madencilerin yürüyüşü; CHP’li belediyelerdeki işçi grevleri; Doğu Karadeniz’de çay üreticilerinin, Adıyaman’da tütün üreticilerinin eylemleri; toplu sözleşme süreçlerinde irade ve talepleri hiçe sayılarak sefalet ücretine mahkûm edilen enerji işçilerinin tam kapanmanın ilk gününde İstanbul’da iki bin kişinin katıldığı fiili grevle başlayıp ardından farklı kentlerde sarı sendika ve şirket binalarını hedef aldıkları, daha sonra da ülke çapında mücadeleci bir sendikal örgütlenmeye yöneldikleri hareketlenme; benzer bir sürecin hastanelerde sağlık işçileri arasında yaşanması; özel eğitim kurumlarında çalışan öğretmenlerin sendikalaşma çabası ve ödenmeyen ücretleri ya da gasp edilen hakları için çok sayıda işyerinde direnişlerini sürdüren işçi öbekleri…
Bu örnekler bütün hamlıklarına, sınırlılıklarına ya da önceki süreçlerde gelişen işçi hareketlenmeleriyle benzerliklerine karşın yeni bir durumu ifade etmektedir. Bunlar yeni dönem işçi hareketinin henüz ilk adımlarıdır ve önceki dönemlerden farklı olarak çok daha dolayımsız bir politikleşme zemininde gelişmektedir. Türkiye nüfusunun %93’ünün il ve ilçe merkezlerine yığıldığı, nüfusun ezici çoğunluğunun geçinmek için ücret gelirine mahkûm edildiği, kamusal altyapının, tarımın ve kırın tasfiye edilip sermaye talanına açıldığı, ezcümle neoliberal dönüşümün tamamlandığı koşullarda, Türkiye işçi sınıfı; düşük ücret dayatmasını, güvencesizliği, ayrımcılığı, örgütsüzlüğü, gıda enflasyonunu, yüksek kiraları, fahiş faturaları, borçluluğu, eğitimin çöküşünü, sağlık hakkının gaspını, emekliliğin bir hayale dönüşümünü, kadın düşmanlığı, mülteci düşmanlığını, doğa ve kentlerin talanını, bir ve aynı süreçte yaşamaktadır. Elbette gündelik ve sektörel mücadelesini tarihsel ve genel mücadelesi ile birden ve kendiliğinden bağlantılandıramamaktadır. Ancak geçim (geçinememe) koşulları nedeniyle yaşamak için çalışmanın ötesinde direnmek de zorundadır. 15 Temmuz sonrası süreçte işsizlik ve güvencesizlik KHK’ler, güvenlik soruşturmaları, grev yasakları ile rejimsel bir boyut kazanırken, çalışma hakkı dahil olmak üzere hak talepleri doğrudan anti-faşist mücadelenin gündemleri haline gelmektedir.
Neoliberal dönüşümün tamamlanmasıyla, sınıf atlama, işçi sınıfının katları içinde yükselme, çocuğuna kendisinden daha iyi bir gelecek bırakma beklentisini ortadan kaldıran koşullarla kuşatılmıştır. İşçi oluşunu, artık geçici ya da ikincil bir durum olarak değil kalıcı ve asli var oluşu olarak idrak etmektedir. İşçi sınıfının giderek daha geniş katmanları “biz” derken artık etnik, dinsel, kültürel aidiyetlerini değil sınıfsal aidiyetini kastetmektedir. Böylece sınıfsal kutuplaşma kitlelerin siyasallaşmasında daha doğrudan bir belirleyen haline gelmektedir. Ve Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesi yeniden oluşurken ücretli emeğin mücadeleleri kadın mücadelesi ile, ekoloji mücadelesi ile, kent hakkı mücadelesi ile, gençlik mücadelesi ile kader birliği kurabileceği bir zeminde gelişmektedir. Bu faşist düzeni yıkabilecek ve yeni bir toplumsal düzen kurabilecek olan devrimci özne, sınıf mücadelesi içinde, gerçek kitlelerin gerçek hareketi olarak uç vermektedir.
Yenilgilerle ehlileşmiş Türkiye sosyalist hareketinde, temsil alanındaki siyaseti esas alarak sınıf mücadelesini talileştiren, anti-faşist mücadelenin gerekliliğini yadsıyarak mücadeleyi olağanüstü durumun sonrasına erteleyebilen eğilimlerin yanı sıra alttan alta gelişen bir başka eğilim söz konusu. Sosyalist hareketin dar örgütsel sınırları içinde değil, toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesi içinde gelişen bir dinamizm. Var oluşunu yazı boyunca tarif etmeye çalıştığımız siyasal çatışmanın dayattığı gerçeklikten ve sokaktaki gerçek hareketten alan, hem sistemin diyalektik karşıtı hem de sol yapıların fiili eleştirisi olan bir “direniş fraksiyonu” bu.
Kim örgütlüyor bu kadın hareketini? Boğaziçi’nden Melih Bulu’yu kim gönderdi? İşçilerin hareketlenmesinin ardında kim var? Ekoloji direnişleri hangi fraksiyonun? OHAL’de direnen kimdi, pandemi bahaneli muhalefet etme yasağını reddeden kim? Kürt düşmanlığına, mülteci düşmanlığına, dinin devlet işleyişinde ve toplumsal yaşamın düzenlenmesinde belirleyici hale gelmesine, LGBTİ+ düşmanlığına, sağcılaşmaya yüksek sesle karşı çıkan kim? Faşizmin saldırı ve tehditleri karşısında sinmek yerine sokağa çıkan, olası sert bir çatışmada barikatı kuracak olan kim? Özne, Türkiye sosyalist hareketini de yeniden şekillendirecek olan “direniş fraksiyonu”dur.
Direniş eğilimleri günün politik çatışmasında devrimci bir alternatifin mümkün olduğunu göstermektedir ancak mümkün olanın gerçekçi ve güvenilir bir adres olarak somutlaşması için “direniş fraksiyonu” bir programa, eylem çizgisine ve örgüt yapısına kavuşturulmalıdır. Direniş eğilimlerinin örgütlenmesi ve devrimci birliğinin sağlanması da ancak böyle mümkün olur.
Türkiye toplumunun mevcut iktidara ve düzene karşı taleplerini birbirini bütünleyecek şekilde kavrayan, mevcut düzenin eleştirisini sunarken yeni bir toplumsal düzenin kuruluşunu da çağıran ve kitleleri bu doğrultuda mücadeleye sevk edebilecek bir programın eskizi, bugünün direnişleri içinde belirmektedir. Bunun dört başı mamur bir programa dönüşmek için, uzun vadeli azami hedeflerle desteklenmesi, derinleştirilmesi, kavramsal olarak olgunlaşması gereken bir kaba taslak olduğu kaydını düşerek, halihazırda beliren maddelere (mücadele başlıklarına) göz atalım:
Türkiye’de neoliberal dönüşüm sürecinin tamamlanmış olması ve 2017 Anayasa Değişikliği ile birlikte hukuk dışı bir rejime geçilmiş olması nedeniyle, herhangi bir sosyal ya da siyasal hak talebi artık eskisinden farklı bir içerik ve nitelik taşımakta, politikleşme daha dolayımsız bir hal almakta, faşizme karşı mücadele etmeden bir hak mücadelesi vermek mümkün olmamaktadır.
Bu durum kendiliğinden değil iradi bir sürecin gerekliliğine işaret etmektedir. Direniş eğilimlerini sistem karşıtı içeriğiyle kavrayan bir politik programın oluşturulması, ona doğrudan eyleme ve özsavunmaya dayalı bir eylem çizgisi kazandırılması ve böylesi bir eylem çizgisinin ve kapsayıcılığın gerektirdiği çoklu görevlere uygun bir örgütsel yapının kurulması gerekmektedir. Direnişin egemen siyasi saflaşmaya kurban gitmemesinin ve “Erdoğan diktatörlüğü” karşısında devrimci bir politik alternatif yaratılmasının yolu da budur.
Dipnot:
[1] 7 Haziran-1 Kasım 2015 genel seçimleri sürecinde, Erdoğan’ın bir seçim yenilgisini kolayca kabullenmeyeceği ve çatışma ortamı yaratarak koşulları kendi lehine çevirebileceği görülmüştü. 31 Mart-23 Haziran 2019 yerel seçimler sürecinde ise Erdoğan’ın yenildiği seçimi kabul etmeme tavrı devam etse de ne 2015’teki gibi bir çatışma ortamı oluşturabilmiş ne de sonuçları tersine çevrilebilmişti.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.