Ben dünyada neoliberalizmin sonunun gelmesini beklemiyorum, geldiğini savunuyorum. Bunu Biden yönetime gelmeden önce savunuyordum. Biden’ın politikaları benim saptamamı doğrular yönde ilerliyor. İkinci hatırlatmam da şu olacak: Neoliberalizm her zaman kapitalizmdir ama kapitalizm her zaman neoliberalizm değildir
Korkut Boratav hocamın, Birgün’de kendisiyle yapılan söyleşide bana yönelik bir eleştirisi vardı. Bu eleştiri üzerine düşünürken, bu fırsattan yararlanarak başka çevrelerde karşılaştığım kimi yanlış anlaşılmalara da değinebileceğimi düşündüm.
Hocam, Biden politikalarının bende “dünyada neoliberalizmin sonu mu?” beklentisine yol açtığını yazıyor. Bende böyle bir beklenti yok. Çünkü, Biden yönetime gelmeden çok önceleri, hatta finansal krizden bu yana, artan sıklıkta neoliberalizmin tükendiğini savunuyorum. Tükenmiş bir şeyin sonunun gelmesini neden bekleyeyim ki?
Dahası, neoliberalizmi sırf çevreden merkeze artık-değer transferine, ya da ağır sömürü uygulamalarına (emperyalist kapitalizmin kendisine) indirgemediğimden, AKP rejiminin ekonomi yönetimi ve mülkiyet politikalarının çoktandır neoliberalizmden farklı bir “şey” olduğunu da yazıyorum.
Bu konulara aşağıda geri dönmek üzere, başka çevrelerde rastladığım kimi yanlış anlamalara değinerek devam edeceğim.
Biden yönetiminin ekonomik, kültürel politikaları, yaygın bir tartışma başlattı. Benim bu politikaların özelliklerini anlatan yazılarıma karşılık kimi okuyucularımdan “sen Biden’den sosyal demokrasi bekliyorsun” gibisinden eleştiriler aldım. Ben de onlara “siz sosyal demokrasi olarak düşündüğünüz şeyden ne bekliyordunuz?” sorusuyla cevap vermeye çalıştım ve ekledim: “Sosyal demokrasi, 1930’lardan bu yana, kapitalist toplumda, egemen sınıfın ve de çalışan kesimlerin onayını almayı başaran bir düzenlemeci partidir”. Bu anlamda Biden politikaları için sosyal demokrat kavramı rahatlıkla kullanılabilir. Bu onun ABD, plütokrasisinin, oligarşisinin, egemen sınıf fraksiyonunun ya da ne derseniz onun, bir temsilcisi olmadığı anlamına gelmez.
Bu tartışmayı sağlıklı bir biçimde sürdürebilmek için önce kapitalizmin, yapısal krizinin içinde bir de bir “kriz yönetim modeli krizi” yaşadığını görmek gerekiyor. Kapitalizmin 2008 finansal krizinin ardından, kapitalist merkezlerin siyaseti ve ekonomiyi yöneten seçkinleri, “bilgi üretim merkezleri” neoliberalizmin tükendiğini nihayet kabul ettiler; yeni bir model arayışı hızlandı.
Para ve maliye politikaları, enflasyon ve ekonomik büyüme öncelikleri arasındaki ilişkide, devletin ekonomiyi yönetme tarzında başlayan değişiklikler, neoliberal modelin artık geride kaldığını gösteriyor. Devletin kriz yönetimi araçları içinde, talep yetersizliği ve deflasyonla mücadele, ülkenin neoliberal dönemde yatırım eksikliğinden dolayı çürüyen altyapısının tamir edilmesi-yenilenmesi, stratejik sektörlerin dış rekabetten korunması, gerektiğinde devlet kaynaklarıyla beslenmesi, hatta gerektiğinde kamulaştırılması gibi önlemler yeniden (!) gündeme gelmeye başladı.
ABD’de egemen sınıfların, “süreç olarak faşizmin” parti ve hareketini desteklemek yerine, sosyal demokrasiyi bir seçenek olarak kabul etmesi, SD’nin bu kriz yönetim modeli arayışına, bu konjonktürde en uygun parti olmasından kaynaklanıyordu. Yakında benzer bir gelişmeyi çok daha sert çizgilerle Brezilya’da da görebiliriz. Diğer taraftan, bu durum, yarın, egemen sınıfların “süreç olarak faşizmin partilerini”, liderlerini, desteklemeyecekleri anlamına gelmiyor.
Bu durum, 20. yüzyılın ilk yarısında egemen olan (ama faşizmin yükselişini önleyemeyen) klasik faşizm teorilerindeki, kestirmeden “finans kapitalin en gerici diktatörlüğü” diyerek başlayan tanımların, yetersizliğini de ortaya koyuyor: Finans kapital (ya da egemen sınıfların lider fraksiyonu), faşizmi, bu hareket kendini kanıtladıktan, diğer seçenekler de tükendikten sonra, liderliğini de satın alabileceği noktada desteklemeye başlar. Bir düzenlemeci parti olarak sosyal demokrasi (ve/veya devletin bir kolu olan Ordu) ekonomik krizi ve yükselmekte olan bir toplumsal muhalefetin basıncını yönetebilecekse, faşizme tercih edilecektir.
Bu sosyal demokrasi, kendi ülkesinde “demokratik halkçı” (emek sermaye mutabakatına dayalı) uygulamalara karşın, uluslararası alanda, emperyalist sistem (emperyalizm bir sistem sorunudur siyasi tercih sorunu değil) içinde hareket etmek durumunda olduğundan, modern ya da klasik emperyalist politikaları, ucu savaşlara uzanacak olsa bile izlemek durumunda kalabilir. Bunu da doğal karşılamak, hatta beklemek gerekir
Önce şunu bir kez daha hatırlatayım: Ben dünyada neoliberalizmin sonunun gelmesini beklemiyorum, geldiğini savunuyorum. Bunu Biden yönetime gelmeden önce savunuyordum. Biden’ın politikaları benim saptamamı doğrular yönde ilerliyor. İkinci hatırlatmam da şu olacak: Neoliberalizm her zaman kapitalizmdir ama kapitalizm her zaman neoliberalizm değildir.
Neoliberalizm 1980’lerden sonra aşamalı olarak gelişerek, önceki Keynesyen modelin yerini alan bir kriz yönetim modelidir. Bir kriz yönetim modeli, kapitalizmin kimi kriz eğilimlerini ötelerken kimi çelişkilerinden kaynaklanan sorunların birikmesini önleyemez.
Bu durum neoliberalizm için de geçerli oldu: Tüketimi, yatırımları ve finansallaşmayı destekleyen kredi stoku sürekli artarak 2020 sonunda 281 triyonun dolarla dünya toplam hasılasının %355’ine ulaştı. Türev piyasalarının hacminin, 2019 sonunda 640 katrilyon dolar dolayında olduğu hesaplanıyor: Finansal kırılganlık kronikleşti.
Neoliberalizm gelir dağılımındaki dengesizlikleri daha da bozarak talep sıkıntısı sorununu ağırlaştırdı (kronik durgunluk ve deflasyon) ve siyasi istikrarsızlık olasılıklarını güçlendirdi. Neoliberal küreselleşme ortamında yeni kapitalist birikim/güç merkezleri yükseldi. Bunlar emperyalist sistemin verili kurallarını, devletler arası hiyerarşi içinde kendi yükselme (jeopolitik), kapitalizmlerinin genişleme (jeo-ekonomik) gereksinimleri doğrultusunda sorgulamaya başladılar. Bir düzenleme modeli olarak neoliberalizm işte böyle tükendi.
Dolayısıyla, gerek ulusal düzeyde gerekse emperyalist sistem bağlamında bir siyasi program üzerinde düşünürken, daha baştan neoliberalizmin geçici olduğunu kabul ederek, dikkatleri, artık “dikiz aynasındakiler” değil, önümüzde şekillenmekte olanlar, bu “tükenme anının” özellikleri ve getirmekte olduğu olanaklar üzerinde yoğunlaştırmak gerekiyor.
Bugünlerde, ABD başta olmak üzere “merkez ülkeler”, neoliberal modelin ana varsayımlarını terk ediyorlar, devletin ekonomi ile ilişkisi de buna göre değişiyor. Ancak bu sırada merkez ülkelerin, finans sermayesi yoluyla bağımlı ülkelerden kaynak transfer etmeye devam etmesi neoliberalizmin buralarda hala egemen olduğu ve olmaya devam edeceği anlamına gelmiyor. Finans sermayesi yoluyla çevreden merkeze kaynak transferi yöntemi salt neoliberal döneme ait değildir; bu genel olarak kâr oranlarının düşme eğiliminin karşıt eğilimlerinden ve emperyalist sistemin özelliklerinden biridir; Neoliberalizmden çok önceleri de bu yöntem geçerliydi.
Merkez ülkeler neoliberalizmi terk ederken, IMF’nin Arjantin ve Ekvador ile sürdürdüğü kredi görüşmelerinde, kamu maliyesinde katı kemer sıkma önlemlerinde ısrar etmesine gelince önce şu gerçeği anımsamak gerekir. 1980’lerin ve 1990’ların IMF’si ile bugünkü IMF arasında çok büyük farklar var. O zamanlar IMF, çevre ülkelerde neoliberalizmin polisi gibi hareket ediyor, kredi musluklarını isterse açıyor isterse kapıyordu. Bu güç, 1980’lerde ve 1990’larda ABD’nin mali gücünden, dünyadaki toplam krediler içindeki ağırlığından, sermaye ihraç etme kapasitesinden kaynaklanıyordu. Şimdilerde, ABD’nin toplam küresel kredi hacmi içindeki konumu tersine dönmüş, ABD en çok kredi veren ülke konumundan en borçlu ülke durumuna geçmiştir.
Finansal kriz sonrası dünyaya bakınca, karşımızda Asya krizinden bu yana sürekli prestij, mali kaynak ve güç kaybeden, bir zamanların “dünyanın efendileri” olarak anılan konumundan adeta bir “düşünce kuruluşu” konumuna gelmiş bir IMF görüyoruz. Son dönemde sermaye kontrollerine olumlu bakmaya başlayan IMF’nin bugün herhangi bir modeli dayatacak gücü kaldığını ileri sürmek kolay değil.
Şimdi dünyada neoliberal modeli benimsemeyen, büyük bir kredi kaynağı oluşmuş durumda: Neoliberal politikaları benimsemeyen ve farklı bir ekonomik model uygulayan Çin, en çok kredi veren, sermaye ihraç eden ülke konumundadır. Çin’in gelişmekte olan ülkelere verdiği kredilerin toplamı dünya hasılasının %6’sına ulaşıyor. Bir Harvard Business Review araştırması, en borçlu 50 ülkenin toplam borçlarının %15’inin Çin’e ait olduğunu gösteriyor. Geçen yıl haziran ayında Çin en borçlu ve ödeme zorluğu olan ülkelere kolaylık göstermek için, 77 az gelişmiş ülkenin borçlarını, IMF koşullarına benzer koşulları dayatmaya gerek duymadan erteledi.
Bu iki gelişmeyi, IMF’nin kredi kontrollerine yeni yaklaşımını ve Çin’in kredi piyasalarındaki konumunu da kolaylıkla, neoliberalizmin tükenmiş olmasının göstergeleri arasında sayabiliriz.
Kapitalist emperyalist sistem içindeki ülkelerin ekonomi politikaları, sermaye birikim sürecinin ve emperyalist sistemin hiyerarşik yapılanmasının dinamiklerine tabidir. Özellikle bağımlı ülkelerin ekonomi politikaları bu dinamik içinde şekillenirler. Bu yalnızca devletler arasında değil devletlerin egemen sınıfları arasında da bir egemenlik bağımlılık ilişkileri sistemi anlamına gelir. Bu bağlamda finans kapitalin bir ülkedeki egemenliği belli sınıf ittifaklarının ve bağımlılık ilişkilerinin ürünüdür. Finans kapitalin egemenliğinden kurtulabilmek için önce bu egemenliği ülkeye taşıyan, yeniden üreten iktidardan kurtulmak gerekecektir. İkincisi de ülke ekonomisini de dış kaynak bağımlılığından kurtaracak, halkını açlığa mahkûm etmeden işleyebilecek konuma getirmek gerekir. Bunların, bugün, kapitalizmin sınırları içinde kalmaya devam ederek gerçekleştirilebileceğini savunmak kolay değildir.
Dolayısıyla, “Finans kapitalin egemenliğinden çıkışın ilk adımı sermaye hareketlerinin sınırlanması olacaktır” önermesi, arabayı atın önüne koşmaya çalışmak anlamına gelebilir. Dahası, eğer Rejim batarken can havliyle sermaye kontrollerine gitmeye, bunu yaparken de milliyetçiliğe sığınmaya kalkarsa “Finans kapitalin egemenliğinden çıkışın ilk adımı sermaye hareketlerinin sınırlanması olacaktır” önermesinin muhalefet cephesinde bir bilişsel uyumsuzluk (cognitive dissonance) yaratma riski de vardır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.