Gezi türünden kendiliğinden bir patlama ya da faşizme karşı (örgütlü) bir isyan; hangi türden olursa olsun hazır olmanın ya da hazırla(n)manın vazgeçilmez koşulu örgütlü halk iradesinin inşasıdır. Bu temelden yoksun bütün hareketler öncekilerin akıbetine uğrayacaktır
“Durum” analizini bir yana bırakıp, durumumuz ve yapılabilecekler üzerine tartışmak daha isabetli olacaktır.
Verili güçler ilişkisinde iki seçenek öne çıkıyor: 1) bugüne kadarki tüm tecrübeleri aşan dinci faşist bir karanlığa yuvarlanmak ya da 2) mevcut iktidarın birtakım şiddetli sarsıntıların sonunda tasfiyesinin ardından gelecek kısmi reformlarla müesses nizamın korunması.
Üçüncü seçenek emek, özgürlük ve sosyalizm güçlerinin beceri ve savaşkanlığına bağlı olarak gündemleşecek ya da üstteki iki seçenekten birine talim edeceğiz.
Türkiye’de son altmış yılın siyasi tecrübesi, iki “seçenek” arasında salınan bir sarkacı andırıyor. Menderes’in son yıllarındaki despotizm, 27 Mayıs 1960 darbe sarsıntısıyla ve ardından gelen -iyi tanımlanmamış özgürlük talebini yatıştıracak- kısmi demokratik tadilatlarla “aşıldı”.
12 Eylül cunta idaresi, direnişlerin yanı sıra, toplumsal planda yaygınlaşan özgürlük talebini absorbe eden 1991 Özal affı ve “konuşan Türkiye” vaat eden Demirel-İnönü koalisyonuyla “aşıldı”.
1990’lı yılların kokuşmuş mafyöz iktidarları, oluşan tepkiyi oy desteğine çevirmeyi başaran 2002 AKP iktidarıyla “aşıldı”.
Türkiye’nin siyasi sarkacının dinamiği gösteriyor ki, kokuşmayı temsil eden mevcut iktidarlara duyulan tepkiyi ve özgürlük özlemini yedekleyen/istismar eden muhtelif düzen aktörlerinin “kurtarıcı” olarak gelmesini, halkın ağzına bir parmak bal çalınması ve ardından zehir üreten sistemik yapının restorasyonu izliyor.
Bu kısır döngünün dışına tüm düzen aktörlerinden bağımsız siyasi bir halk iradesinin inşası ile çıkılabilir ancak; bu irade hükmünü geçiremediği sürece sosyalist hareketin çabaları etkisiz, halkın özgürlük özlemi ise şu veya bu düzen aktörünün yedeği olmaktan kurtulamayacaktır.
Kavranacak halkanın ne olduğu gayet açıktır.
Kürt hareketi dışta tutulursa, sosyalist sol son kırk yıldır, zaman zaman yakaladığı imkânların dışında örgütlü halk iradesinin ifadesi olmaktan uzaklaştı. Halihazırdaki “sıkışık anda” ha deyince çözülebilecek bir sorun değil bu. Onlarca yıllık edilgenlik, denize düşüp yılana sarılmalar, solun bir seçenek olarak belirememesi vb. işimizi daha da zorlaştırıyor. Bağımsız halk iradesinin salt parlamenter alanda tecelli edemeyeceği de 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana açık hale gelmiş olmalı. HDP, Kürt illerinde son 35 yılda zaten oluşmuş bir halk iradesi temeli üzerinde yükselmesine rağmen, eşitsiz güç ilişkileri koşullarında bunun bile yetmeyeceği durumlar olduğu görüldü. Batı cephesine gelince, bu taraftan alınan iki milyon civarı oyun ciddi bir örgütlülük üzerinde yükselmediği zaten açıktı. Halk örgütlülüğü temelinden yoksunsanız, bırakalım diktatörlüğün kapsamlı saldırılarını bir özgürlük hamlesiyle karşılayabilmeyi, parlamenter alanı, yani oylarınızın sonuçlarını dahi korumanız mümkün değildir.
İster fiziki güçlerle politik savaşım yürütmeyi hedefleyin, isterseniz gerçek örgütlü gücünüzün tezahürlerinden biri olan parlamenter alanı savunmayı düşünün; bütün yolların çıktığı kavşak aynıdır: Örgütlü halk iradesi. Bundan yoksunsanız kazanımlarınız, ilk dalganın silip süpüreceği kuma yazılı yazılardır.
Bağımsız ve istikrarlı bir halk iradesi/örgütlülüğünden yoksunluk, Türkiye’de toplumsal hareketlerin ani kasılma/patlama-gevşemeler biçiminde ortaya çıkmasına yol açıyor. 1989-91 işçi hareketleri, 1995 Gazi başkaldırısı, 1996 Susurluk protestoları, 2001 esnaf eylemleri, 2013 Gezi İsyanı farklı dinamikler üzerinde yükselseler de istikrarlı bir örgütlülükten yoksunluğun ifadesi olan patlama-gevşeme döngüsünün örnekleridir. Öte yandan tüm bu yıllar boyunca sosyalist hareketlerimiz ağır bedeller pahasına kesintisiz faaliyet yürütmelerine rağmen söz konusu patlama dinamikleriyle sağlam bağlar kuramadılar.
Halk hareketlerinin kriziyle sosyalist hareketin krizi madalyonun iki yüzüdür aslında. Ve bu çifte sorun, “eylemli halk hareketi dinamiği içinde sosyalist öncülüğün inşası” ekseninde çözülmediği sürece, halk katından gelen tüm özgürlük arayışları ağıza çalınan bal karşılığı şu veya bu burjuva kliğin siyasi yedeği olmaktan kurtulamıyor; sosyalist hareketin krizi ise berdevam.
Yıllar içinde ilmek ilmek örülen taban örgütlülükleriyle, politik ve örgütsel kabiliyetle yol alınabilirdi elbette ama olmadıysa ahlanıp vahlanmaya gerek yok.
Şimdi, şu anda ne yapabiliriz, asıl soru budur.
Olağan zamanlarda halk durgun bir deniz gibidir, nice rüzgârsız yelkenli salınır durur üstünde. (Elbette bu devrimin köstebeğinin tatile çıkacağı anlamına gelmez.) Fakat şartlar olgunlaşıp deniz dalgalanmaya başladığında işler değişir, birkaç günde on yıllara bedel gelişmeler yaşanabilir; 2013 Mayıs’ının ilk haftasında hiç kimse, ay sonunda olacakları kestiremezdi herhalde. Türkiye böyle bir eşikte değilse eğer, hızla oraya yaklaşıyor.
Lenin, “Politikada sübjektivizm tehlikeli bir şeydir” diyor. Yani niyetlerinizi gerçekliğin yerine geçiremezsiniz ya da gerçekliği niyetlerinize göre eğip bükemezsiniz. Mevcut durumda olması gerekenle olan arasında muazzam bir açı farkı olduğu açıktır. Ve bu uçurum niyetlerle doldurulamaz. Kaldı ki niyet edenleri “niyetsizlerden” ayıran eylemli bir duruş farkı da yok ortalıkta; fark lafzidir ve giderek bir samimiyet krizine dönüşmeye yüz tutmaktadır. Hiçbir tutarlı iddia, yap(a)madıklarını dışındaki değişkenlere, yani “başkalarının yapmamasına” bağlamaz; yapar ya da söylemini yapabildiklerine uyarlar.
Öte yandan “aşırı gerçekçilik” en az sübjektivizm kadar tehlikelidir, duruma teslimiyet dışında bir şey üretmez. “Gerçeklik”, güç ilişkilerini hesaba katarak, uygun yol yöntemler bularak statükoyu bozmak, yıkmak, yeni yollar açmak için ele alınır; gölgesinde kış uykusuna yatmak için değil.
Sadede gelelim.
Kokuşmuş bir rejimle yüz yüzeyiz ve fakat rejimin elinde bu haliyle dahi aşırı bir güç temerküzü vardır. Ezilenler katına hitap eden herhangi bir politik-taktik önerme, halkın güçlerini derleyip toparlarken, karşısındaki yıkıcı gücü “boşa düşürecek” bir hattı gözetmek zorundadır. Bugünkü tabloda bunun tek bir yanıtı var: Kalabalıklar, kalabalıklar ve yine kalabalıklar. Gezi türünden kendiliğinden bir patlama ya da faşizme karşı (örgütlü) bir isyan; hangi türden olursa olsun hazır olmanın ya da hazırla(n)manın vazgeçilmez koşulu örgütlü halk iradesinin inşasıdır. Bu temelden yoksun bütün hareketler öncekilerin akıbetine uğrayacaktır.
Bugün işçi sınıfı ve ezilenlerin neresine dokunsanız bin ah işitiyorsunuz; zaten “ah”ların bir kısmı da parça bölük eylemli olarak sesini yükseltiyor. Sorun eylemli bölüklerden başlayarak tüm “ah”ları derli toplu, örgütlü, birleşik bir harekete dönüştürmeye yoğunlaşmada düğümleniyor. Sorun dar, düz, rutin örgüt faaliyeti olarak “emekçileri örgüte kazanma” sorunu değil, talep ve özlemleri ekseninde işçi sınıfı ve ezilenlerin öz örgütlülüklerini yaratmak sorunudur. “Örgütün örgütlenmesi” ya da öncülüğün tesisi tam da halk kitleleriyle hemhal olan böylesi bir deneyim içinde canlı bir gerçekliğe dönüşebilir. Yani ezilenlerin örgütlenmesi sürecinde kendini var eden, öncülük hakkını hayattaki etkilerine ve emekçilerin rızasına dayandıran bir diyalektik, önümüzdeki Gordiyon Düğümü’nü çözmeye aday olabilir.
Salt verili durumu değil, tarihsel tecrübeleri de gözeterek söyleyebiliriz ki; meclis tipi işçi, emekçi, ezilenler örgütlenmesine yoğunlaşmak günün kavranacak halkasıdır. Rusya’da birkaç kentte süren grevleri merkezileştirme ihtiyacından doğan sovyet örgütlenmelerinin, bünyesindeki devrimci yapıların da etkisiyle önce ayaklanma, daha sonra da iktidar organlarına dönüşmesi örneği çarpıcıdır ve iyi incelenmelidir; bugün sübjektivizm olarak görünen mücadele-örgüt biçimlerinin, esaslı bir halk temeline dayanarak uygulanma imkan ve menziline girmesi de buna bağlıdır.
Tarihin hangi döneminde, nerede ve hangi biçimde ortaya çıkarsa çıkarsa çıksın meclis tipi örgütlenmenin özü komünal-sovyetiktir; bu tip yapıların gerek inşası gerekse doğru çizgiye kazanılması dinamiğine dayanmayan çırçıplak bir “öncülüğün” başarı şansı yoktur.
Devam edecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.