Kendini devletten ve sermayeden tamamen bağımsız olarak konumlandıran meslek örgütleri, sendika konfederasyonları sürekli taleplerini sıralamış bu taleplerin kabulü için de kamuoyu oluşturma çalışmaları yapmıştır. Bu çabalar da çok kıymetli olmakla birlikte alanda sınıfın üretimden gelen gücü üzerine kurulu bir mücadele eğilimi gösterilememiştir
Koronavirüs pandemisinde vaka sayılarının hızla arttığı, tüm dünyada en yıkıcı etkilerin görüldüğü süreçten geçiyoruz. Virüsün ayrım gözetmeksizin herkese bulaştığına dair egemen ideolojinin yaygın propagandası da bu sürecin önemli parçası olmuş durumda. Bu sayede salgınla mücadele de bireylerin kişisel sorumluluklarına indirgenebiliyor. Oysa net olarak biliyoruz ki, sindemi(*) olarak daha doğru tanımlayabileceğimiz bu salgın, gerekli önlemler alınmadan çalışmaya zorlandıkları için başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen, ötekileştirilen, yoksullaştırılan tüm toplumsal kesimleri çok daha fazla etkiliyor. Bu çerçevede Covid-19 bir işçi sınıfı hastalığına dönüşmüştür demek hiç de yanlış olmaz. Yaşadığımız süreç ölümüne çalıştırılmanın en somut örneklerini içererek, işçi sınıfı için adeta bir yıkıma dönüşmüştür. Bu gerçeklik bir kez daha mücadeleye dair kuramsal ve yöntemsel yaklaşımlarımızı tartışmayı gerektiriyor. İşçi denetimi tartışması da işçi sınıfı üzerinde yıkıcı etkilerle ilerleyen bu sürece karşı sınıf mücadelesini yükseltme arayışının bir yansımasıdır. Bugünkü sınıf mücadelesinin özelliklerini, emek ve meslek örgütlerimizin eğilimlerini tartışmaya açmak sorgulamak her zaman olduğundan daha fazla ihtiyaç haline gelmiş durumdadır. Bu yazıda yeni paradigma arayışlarının sınıf mücadelesine yansımaları, sınıf bilinci, sınıfın nesnel çıkarı, sınıf kapasitesi gibi kavramlar ve işçi denetimine dair tarihsel deneyimler üzerinden ilerleyerek işçi sağlığı özelinde mücadele yöntemleri değerlendirilerek bu tartışmaya katkı vermeye çalışıldı.
Bu sorunun cevabı evet ise emek ve meslek örgütlerinde hangi temelde siyaset yaptığımızı netleştirmeye ihtiyacımız var. Eğer sorunun cevabı hayır ise o zaman işçi sınıfının dönüştürücü gücü nereden kaynaklanır ve bu toplumsal dönüşüm hangi mücadele yöntemleri kullanarak mümkün olacaktır sorusuyla ilgilenmek durumundayız. İşçi sınıfının artık devrimci bir özne olmaktan çıktığını iddia eden postmodern teoriler esas olarak ‘elveda proletarya’ söylemi üzerine inşa edildiler. Başta ifade etmek gerekir ki, bu tartışmanın amacı postmodern teorilerin ayrıntılı değerlendirilmesinden ziyade, bu yaklaşımların sınıfın örgütleri olan sendika, meslek örgütü vb yapıların mücadelesine nasıl etkilerde bulunduğudur. Bu anlamda proletaryanın devrimci özne konumunu yitirdiğine yönelik yaklaşımlardan ikisi genel hatlarıyla ele alınmaya çalışılacaktır.(**)
Bunlardan ilki proletaryanın tanımlanmasıyla ilgiliyken diğeri de devrimci özne potansiyelinin sorgulanmasıyla ilişkilidir. İşçi sınıfının tanımlanması sorununun tartışıldığı düzey kafa/kol emeği, üretken emek/üretken olmayan emek, nitelikli/niteliksiz emek ayrımları veya emek sürecindeki denetim işlevi, yaşam standartları düzeyi, statü farkları gibi özelliklerin çeşitliliğine dayanıyor. Yani proletaryanın artık çok farklı kesimlerden oluştuğu veya artık bu farlılıktan hareketle proletarya diye bir sınıf kalmadığı iddia ediliyor. Bütün bu tahlillerin genel özelliği sınıf belirlenimini ve sınıf ayrımını, çıkar çatışmasına yani çelişkiye değil farklılığa dayandırmasıdır. Oysaki, Marksizm’in sınıf tanımında üretim araçları üzerindeki mülkiyetten kaynaklanan çelişki ölçüt olarak alınır ve emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayanlar işçi sınıfına dahildir. Bu farklılıklar kuşkusuz çok önemlidir. Ama bu sınıfı tanımlamak için değil, sınıfa ait kesimlerin arasındaki stratejik ağırlığın değişimini saptamak için kritiktir. Bu argümanın en önemli yanılgılarından birisi, işçi sınıfının geçmişte türdeş, bileşik ve tamamıyla sınıf bilincine sahipmiş gibi görülmesi ve günümüzde de sınıfın çok başka bir hal alarak çeşitlendiğini ileri sürmeleridir. Oysaki işçi sınıfı geçmişte ne homojendi ne de tümüyle devrimci bir sınıf bilincine sahipti.1 Bu tartışmalar sürerken 1980-2015 arası süreçte, yaklaşık 2 milyar insan işçileştirilerek, kapitalizmin tarihinin en yüksek proleterleşme dalgası yaşanmıştır. Türkiye’deki duruma bakılacak olursa, ücretli çalışanların istihdamdaki payı 1955 yılında %14 iken, 2017’de %67’ye ulaştı.2 Tüm dünyada proleter nüfusun oranı zirveye çıkarken, toplumsal mücadelenin bir tarafı proletaryaya elveda diyerek yeni paradigmalar inşa etmeye koyulmuştu.
Yeni paradigma yaklaşımlarının ikinci argümanı ise işçi sınıfının toplumsal dönüşümü sağlayabilecek bir potansiyelinin olmadığı üzerinedir. Bu tartışmalarda sınıf kavramının içi öylesine boşaltmıştır ki, sınıf herhangi bir toplumsal özne konumuna sahip olmayan bir olgu durumuna indirgenmiştir. Özne, somut olarak karar alma ve bunu uygulama gücüne sahip olmakla özdeşleştirilmektedir. Böylece toplumsal özneler sadece bu güce sahip olan kesimler olarak görülmeye başlanmıştır. Böyle bir özne tanımı siyaset anlayışı açısından Marksizm’den köklü bir kopuşu beraberinde getirir. Marksizm’de siyaset (sınıf mücadelesi) sınıflar biçiminde birbirinden ayrılmış etkin toplumsal özneler arasında geçerken, Post-Marksist ve postmodern yaklaşımlarda özne, ortak nesnel koşullara sahip olma koşulu aranmaksızın çeşitli çıkar gruplarının belli bir amaç için bir araya gelmeleriyle gerçekleşen toplumsal hareketler niteliğini kazanmıştır.3 Özetle işçi sınıfı artık güçlü örgütlenmeler inşa edemiyorsa o zaman devrimci özne olması söz konusu değildir denilmektedir.
Üretimdeki konumu dolayısıyla işçi sınıfının kapitalizme müdahale etme, kapitalist üretimi engelleme kapasitesi vardır. Bu, mevcut sistemin yıkılması için proletaryanın sahip olduğu ayrıcalıklı konumu açıklar. Bunun ötesinde kolektif üreticiler, örgütlenme ve yeni bir toplumu kurma, düzenleme potansiyeli taşırlar. Kısacası proletaryanın nesnel çıkarını gerçekleştirmesini olanaklı kılan bir konumu vardır. Bunun bir potansiyel olduğu, işçi sınıfının sınıf mücadelesi içinde her zaman devrimci olmadığı açıktır. Bu noktada sınıf bilincinin kritik rolü ortaya çıkar. Ancak yeni paradigmalar sınıf bilincini, sadece söylem yoluyla oluşturulabilecek salt ideolojik bir unsur olarak gördükleri için proletaryanın nesnel potansiyelini göz ardı ederler. Onlara göre bilinç, son kertede tek tek işçilerin bilinçlenmesi ve bir araya gelmesi olarak görülür. Oysaki stratejik olarak anlamlı olan mücadele programlarının üretilmesiyle yani üretimdeki kilit rolün üzerine inşa edilen bir mücadele paralelinde sınıf bilincinin gelişmesi mümkündür. Yazının devamında değinilmeye çalışılan Rusya’daki Sovyetler örneği tam da buna işaret eder. Gündelik taleplerle örgütlenen işçi kitleleri üretimi denetleyerek ve durdurarak devleti ve sermayeyi felç eder ve hızla siyasi iktidarı ele almaya yönelir. İşçi sınıfının hayata bakışı da hızla ve kitlesel olarak başka bir evreye geçer.
Özetle postmodern, Post-Marksist kuramların temel yanılgısı işçi sınıfının örgütsel kapasitesini hayata geçirmede yaşanılan yetersizlikleri, sınıfın yapısal kapasitesinin ortadan kalması olarak görmeleridir. Mesele işçi sınıfının kapasitesinin eksik veya tam olmasından çok, sınıfın bu kapasiteyi kullanmasında karşılaştığı güçlüklerle ilgilidir. Marx’ın 18. Brumaire’de, ‘proletaryanın sosyalizmi yalnız çıkarı olduğu için değil, aynı zamanda bunu gerçekleştirecek kapasitesi olduğu için kuracağını’ yazması tam da bu nedenledir.4 İşçi sınıfının ilerici tarihsel rolü, sınıf çıkarlarını sınıf kapasitesine bağlayacak toplumsal pratiklerin (bilinçlenme, örgütlenme, kolektif eylem gibi) gerçekleşmesine bağlıdır. Sınıfın yapısal kapasitesi, emeğin toplumsallaşmasından doğan güçten kaynaklanırken ‘kendinde sınıf’ haline karşılık gelir. Sınıfın örgütsel kapasitesi ise kolektif hareket etme yeteneği ‘kendi için sınıf’ olma durumuna karşılık gelir. ‘Kendinde sınıf’ olma halinden ‘kendi için sınıf’ düzeyine geçişte yaşanılan esas itibariyle devrimci mücadelenin krizidir. Bu işçi sınıfının devrimci kapasitesinin ortadan kalktığı anlamına gelmez.
Sınıftan kaçışa5 dair bu yeni paradigmalar mücadele alanına iki farklı düzlemde yansımaktadır. Birincisi, yeni özne arayışları olarak yeni toplumsal hareketler üzerine yürüyen tartışmalardır. Post-Marksistler sınıf çıkarlarının nesnelliği düşüncesine karşı çıkar ve gerçekliğin ancak ‘söylem’ veya ‘eylem’ yoluyla tanımlanabileceğini iddia ederler.6 Yani herhangi bir toplumsal sınıf hegemonik söz kuramıyorsa, etkili mücadeleler örgütleyemiyorsa o zaman devrimci özne olarak görülemezler. Nesnel sınıf çıkarları tartışması mücadele stratejisinde temel bir ayrım yaratır. Eğer işçi sınıfının kolektif hareketinin gerisinde nesnel sınıf çıkarlarının bulunduğu kabul edilirse bu çıkarlara dayanarak harekete geçecek toplumsal öznelere (proletaryaya) dayanan stratejilerle hareket edilir. Diğer taraftan, eğer sınıf çıkarları ancak eylemden ya da söylemden sonra gerçeklik kazanan bir olgu ise, bu kez ortak gereksinimler doğrultusunda birlik oluşturma kapasitesine sahip toplumsal gruplara dayanan stratejilere (hak mücadeleleri, halk hareketleri, cephe hareketleri, çokluk, küresel yurttaşlık) öncelik verilecektir.
Postmodern paradigmaların mücadele alanında yarattığı ikinci eğilim ise doğrudan sınıf mücadelesinin kendisinin niteliği ve yöntemiyle ilgilidir. Emek-sermaye düzleminde ‘çatışmanın kurumsallaşması’ olarak tanımlanan bu eğilim, sermaye ile emek arasındaki gerilimin yasallaşmasına ve sınıf çelişkilerinin sistem tarafından soğrulmasına neden olmuştur. Örneğin toplu pazarlık kurumu, hatta sınıf mücadelesinin en etkin silahı olan grev çoğu yerde iki sınıf arasındaki karşıtlığın veya pazarlığın bir aracı olmaktan çıkmış, kuralları ve sonuçları önceden belli bir yasal oyuna dönüşmüştür.3 Bu değerlendirme sadece sermayenin ve siyasi iktidarın aygıtı gibi çalışan sendikalara dair değildir. Bu eğilimler belirgin düzeyde ‘devrimci’ sendikalara da sirayet etmiştir. Siyasal alanda parlamento ve parti; ekonomik alanda ise toplu pazarlık ve yönetime katılma ile sendika ve işyeri örgütleri, toplumsal çıkar karşıtlıklarını düzenleyen yasal kurumlardır. Çatışmaların yasallaşması, sınıf bilincinin devrimci ruhunu köreltmiş, sınıf çıkarlarının ve sınıf mücadelesinin nihai amaçlarını çarpıtmıştır. Toplu pazarlık işçilerin ve idarenin çıkarlarını somut olarak koordine etmiş, şikayet mekanizması işçileri hak ve sorumluluklara sahip endüstriyel yurttaşlar olarak tayin etmiş ve içsel işgücü piyasası işçilerde mülkiyetçi bir bireyciliği tam da işyerinde üretmiştir.7 Bu durum kapitalist üretim ilişkilerinin doğal bir unsur olarak kabulünü yaygınlaştırarak ve sermaye mantığını baskın unsur haline getirmiştir. İşçi sınıfı çelişkinin kurumsallaşmasına razı olurken, özel mülkiyet düzeninin meşruiyetini de kabul etmiştir. Sınıf mücadelesi, ekonomik alanda ücretleri, vergileri, kamu hizmeti harcamalarını içeren pazarlık kurumlarıyla sınırlanırken, siyasal çatışmalar ise vatandaşlık hakları, seçme özgürlüğü, insan hakları taleplerine indirgenmiştir. Bu eğilim ‘geniş tabanlı toplumsal hareketler’, ‘radikal demokrat hareketler’ gibi siyaset biçimlerini doğurmuştur. Bu durumun yansıması olarak emek ve meslek örgütlerimizde de hakim olan tutum, sınıf çatışmalarının kurumsallaşması ve sınıf mücadelesini ‘yüksek siyaset’ (üst yapı) süreçlerine sıkıştırma eğilimidir. Aynı zamanda meslek örgütlerinde sınıf bilincinden çok, meslek ve statü bilincinin giderek baskın hale geldiği görülmektedir. Bu eğilim işçi sınıfının depolitizasyonuna ve sermayenin hegemonyasının giderek güçlenmesine neden olmaktadır.3
Esasen bu alandaki tartışma yeni paradigma arayışlarının çok öncesine I.Enternasyonel’de başlayan II.Enternasyonel’de zirveye çıkan sendikalizm, ekonomizm, reformizm tartışmalarına dayanır. Nitekim Avrokomünizm, Batı Marksizmi tartışmaları da çoğunlukla bu minvaldedir. Ancak postmodern teoriler mücadele yöntemine dair yaptıkları etkilerle bu eğilimleri daha da güçlendirmiştir. Özellikle mücadele yöntemini tamamen ‘söylem’ oluşturmaya dayalı hale getirmek, sözün gücüne indirgemek radikal demokrasi teorilerinin emek ve meslek örgütlerine en önemli yansıması olmuştur. Proletaryayı, yeni toplumsal hareketlerin içinde herhangi bir alt özne olarak görme eğilimi güçlendikçe sınıf mücadelesi de sadece ekonomik ve sosyal hakları genişletme taleplerine dayalı, kurumsal yapıların yürüttükleri kampanya tarzı, kamuoyu oluşturma çerçevesine daralmış mücadele eğilimini baskın hale getirmiştir. Alan örgütü olmak, gücünü sahadan almak, üretim ilişkilerini aynı zamanda toplumsal ilişkilerin de her gün yeniden yaratıldığı bir çerçevede değerlendirmek gibi sınıf örgütü olmanın temel yöntemlerinden büyük ölçüde uzaklaşılmıştır. Bu noktada Marksizmin sınıf mücadelesine yaklaşımını Marx’ın sendikalara dair değerlendirmeleri üzerinden hatırlamakta fayda var.
Marx’ın 1865’te Londra’da Uluslararası İşçi Birliği (I.Enternasyonel) Merkez Konseyinde okuduğu bildiride (Daha sonra ‘Ücret, Fiyat ve Kar’ ismiyle basılan broşür) sendikalara dair değerlendirmeleri bugün için tamamen güncelliğini korumaktadır. Marx şöyle seslerin; ‘Ücret eşitliği sloganı bir yanılgıya dayanır ve hiçbir zaman yerine getirilemeyecek olan aptalca bir dilektir. Öncülleri kabul edip sonuçlardan kaçınmaya çalışan sahte ve yüzeysel radikalizmin bir meyvesidir. Ücret sistemine dayanarak eşit ücretlendirme talebi bir yana adil ücretlendirme talebini haykırmak bile, kölecilik sistemine dayanarak özgürlük talebini haykırmakla aynı şeydir.’
Marx sınıf mücadelesindeki sendikal eğilimleri sorgular ve uyarır. ’İşçi sınıfı bu gündelik mücadelelerin nihai etkisini abartmamalıdır. İşçiler, sonuçların nedenleriyle değil, sonuçlarla mücadele ettiklerini; aşağı yönlü hareketin hızını kestiklerini, ama onun yönünü değiştirmediklerini; hastalığı tedavi etmeyen palyatif önemler aldıklarını unutmamalıdırlar.’
Marx’ın bu değerlendirmeleri, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için etrafında birleştikleri gündelik talepleri asla değersizleştirmez. Sendikaların ve meslek örgütlerinin bu yöndeki çalışmalarını önemsizleştirmez. Bu yanlış anlamaların önünü almak için bu noktayı özellikle vurgulamıştır; ‘Sendikalar, genel ücret haddindeki bir düşme eğilimini (geçici olarak bile olsa) etkisizleştirdiklerinde ve çalışma süresini, bir başka deyişle iş gününün uzunluğunu kısaltmaya ve düzenlemeye çalıştıklarında, iyi işler yapmış olur. İşçi sınıfını bir sınıf olarak örgütlemenin bir aracı olarak iş gördüklerinde, iyi bir iş yapmış olurlar. Güçlerini akılsızca kullandıklarında amaçlarına kazara ters düşerken, bugünkü sermaye-emek ilişkilerini ortadan kaldırmaya çalışmak yerine bu ilişkileri kalıcı kabul ettiklerinde amaçlarına tümüyle ters düşmüş olurlar.’ Belki de Marx’ın meseleyi en net özetleyen önerisi şu olmuştur; ‘’Pankartlarına, ‘Adil bir günlük iş için adil bir günlük ücret’ şeklindeki tutucu ilke yerine, şu devrimci sloganı yazmalıdırlar: ‘Kahrolsun ücret sistemi’.’’8
Sadece söyleyenin tarihsel kişiliğinden dolayı değil, aynı zamanda söylenenin tarihsel olarak önemini ve güncelliğini korumasından ötürü yüz elli yıl öncesine ait bu ifadeler, sınıf mücadelesi yürüten emek ve meslek örgütlerinin rota belirlerken hala en önemli rehberi olma niteliğindedir. Kapitalist yaşamın denetim altında tuttuğu gündelik çıkarlar, çoğunlukla ekonomik ve pragmatik bir içeriğe sahiptir. Bunun karşısına nesnel ve uzun dönemli sınıf çıkarlarını koymak son derece güç ancak kesinlikle başarılması gereken bir iştir. Gerek uzun dönemli ve sınıfın tamamını ilgilendiren çıkarların tanımlanması, gerek bunların yakın, özel veya pragmatik özdeki çıkarlarla bağdaştırılması sınıf mücadelesi pratiğiyle ilgili önemli sorunlar arasındadır.3 İşçi denetimi yaklaşımı ve işçi komite/konsey deneyimleri tam da bu çerçevede önemini korumaktadır. Bu yazının sınırlarını zorlamakla beraber işçi denetimi üzerinden sosyalist toplumu kurmaya odaklı yürüyen sınıf mücadelesi deneyimlerinin somut tarihsel örneklerine değinilmeye çalışılacaktır.
İşçi denetimi ve hatta işçi özyönetiminin tarihsel örneklerine bakıldığında 1871 Paris Komünü’ne kadar geriye gidilebilir. Ancak işyeri örgütlenmeleri ve bunların kendi aralarındaki koordinasyonuyla hareket eden, bulunduğu ülkede siyasi iktidarı bu güçle sarsan örgütlenmelere bakılacak olursa Rusya’da 1905 sovyetleri ile 1917 ve sonrasında etkin olan sovyet örnekleri akla gelir. Aynı şekilde İtalya işçi konseyleri de Rusya’daki sovyet modelinden etkilenerek organize olmuştur. İşçi denetimi/kontrolü üzerine somut tarihsel örnekler olarak bu iki mücadele süreci genel hatlarıyla ele alınmaya çalışıldı.
1905 ilkbaharında Moskova’da, Saint-Petersburg’da ve diğer büyük kentlerde ortaya çıkan sendikaların kökeninde, çoğu zaman fabrika işçi komiteleri ve işkolları delegeleri konseyleri bulunur. 1904 Japonya Savaşı’nın Rusya’da getirdiği yıkım toplumsal muhalefetin de mücadelesini yükselttiği bir dönemi beraberinde getirir. Ocak 1905’te Çarlık rejimine taleplerini duyurmak için yürüyüşe geçen işçiler Kışlık Sarayı önlerinde rejimin kanlı saldırısıyla karşılaşır. Tarihe ‘Kanlı Pazar’ olarak geçen bugünden sonra Rusya’da işçilerin siyasal ve sosyal taleplerle başlattığı eylemler ve grevler tırmanışa geçer. 1905 ilkbaharında, Ural’daki demir çelik fabrikalarında ‘işçi temsilcileri konseyi’ adı verilen işçi komiteleri kurulur. Bazı işçi komiteleri, aynı işkolundan diğer komitelerle fabrikalar arası bir örgüt kurduklarında sendika türünde örgütlenmeye doğru bir adım daha atılmış olur. Bu türden delege konseyleri, ilk olarak Moskova’da kitap, tekstil ve tütün sanayi işçileri arasında görülür. Bunlardan en önemlisi genel grev sırasında kurulmuş olan ‘Moskova Kitap İşçileri Konseyi’ olur. Rus sendikalarından en önemlilerinden biri daha sonra bu temel üstünde doğar. 1905 büyük Ekim grevine yol açan olayların başında Moskova matbaa işçileri grevi gelir. Bunu ülkenin tüm garlarında grev komiteleri oluşturarak örgütlenen demiryolu işçileri grevi izler. Sonrasında PTT kamu ve özel sektör çalışanları ve serbest meslek sahiplerinin de katılımıyla bir genel grev niteliği kazanır. Grev doruk noktasına ulaştığı Ekim ayında Petersburg İşçi Temsilcileri Konseyi kurulur. İşçilerin kurduğu bu taban örgütü genel grev çağrısı yanı sıra halkı vergi ödememeye, bankalardaki paralarını çekmeye davet eder. Başkentin, imparatorluğun diğer bölgeleriyle demiryolu bağlantısı tamamen kesilir. Tramvaysız, telefonsuz, elektriksiz, gazetesiz kalan Çar II. Nikolay 17 Ekim 1905’te yayımladığı bildirgeyle, yurttaşlık haklarının güvenceye alındığını, Duma’da oy kullanma hakkının genişletildiğini duyurur. Rus halkının büyük çoğunluğunun gözünde bu, en azından yüzyıllardır süren otokrasinin sonu, anayasal ve parlamenter bir rejimin başlangıcı olur.9
1905 sovyetlerinin devrim hükümeti için temel oluşturmak gibi bir amaçları yoktu. Fabrikadaki işçi komiteleri esas olarak grev organları işlevini görüyor ve işçi kontrolünü pek düşünmüyorlardı. Fabrika örgütlenmesi de gerek uygulama gerek ideoloji açısından üretimi işçilerin kontrol etmesi kavramını genişletememişti. İşçiler dikkatlerini fabrika çalışma koşulları ve proleter yaşam üzerine yoğunlaştırdılar. Çok basit ve temel çalışma isteklerini içeren listeler Rusya’nın her yerindeki fabrikalarda düzenleniyordu. Sekiz saatlik mesai, parça başı ödeme yerine günlük ücret, ücretlerin haftalık ödenmesi, işten çıkarılma halinde iki haftalık ücret ödenmesi, ücret artışı, kadınlara eşit ödeme, işçilerin üstlerinin aranmaması, yemek pişirmek için sıcak su, kantin ve tuvalet kurulması, fabrikada havalandırma yapılması, işçilerin değil şirketin alet-edevat sağlaması, çocukların çalıştırılmaması, yönetimin işçilere nazik davranması gibi talepler sıralanıyordu. En militan işçilerin bulunduğu maden ve tekstil fabrikalarında bile istekler hala temel gereksinimlerdi.
Fabrika komitelerinin oluşturulmasının arkasında yatan dürtüler çoğunlukla somut ve pragmatikti. İşçiler esas olarak yaşam standartlarını korumakla ve işlerinin güvence altına alınması sağlamakla ilgileniyordu. İşçi kontrolü, fabrikalara el konulması ve işçiler tarafından yönetilmesi anlamına gelmiyordu. 1917 Şubat devrimi sonrası hızla tekrardan kurulan komitelerde işçilerin yönetim kadrosuna karşı gelişen onurlu duruş sergileme eğilimleri baskın hale gelir. Hem kadınlar hem de erkekler artık kendilerini bir sınıf olarak yöneticilerle aynı düzeyde ya da daha üstün kişiler/işçiler olarak görüyorlardı. Artık hayvan, makine ya da mal muamelesi görmeye tahammül etmeyeceklerdi. Kadınlar da ustabaşılar ve yöneticilerde çok görülen kabalık, müstehcenlik ve cinsel sömürüye karşı açıkça isyan etmişlerdi. Fabrika komiteleri işçilerin alınması ve işten çıkartılma süreçlerini ve işçi sağlığı uygulamalarını da gözetliyorlardı. Gerçekten de bazı komiteler fabrika yaşamının hemen her noktası üzerinde görüşlerini belirtiyordu. 1905 dönemi ve 1917 başlarındaki fabrika komiteleri süreçlerinde işçiler ‘kontrol’ kavramını koşulları iyileştirme yöntemi olarak görüyordu. Sosyalist bir ideale göre koşulları temelinden değiştirmeyi düşünmüyordu. Ancak işçi kontrolünün sosyalist devrimde yönetim sistemi için bir ekol olma düşüncesi hızla gelişti. Şubat Devriminden sadece iki ay sonra Petrograd’da bulunan devasa Putilov maden tesislerinin fabrika komitesi 24 Nisan 1917’de yayınladığı bildiride; ‘’Belirli tesislerdeki işçiler bir yandan özyönetimi öğrenirken bir yandan da kendilerini fabrikaların özel kişilere ait olması sisteminin yıkılması yıkılacağı ve üretim araçlarının işçi sınıfına devredileceği güne hazırlamaktadır. Şu anda sadece küçük ayrıntılarla uğraşıyor olsak bile, işçilerin gerçekleştirmek için mücadele verdikleri bu büyük ve önemli amaç, her zaman göz önünde bulundurulmalıdır’’ ifadeleri yer alır. İşçi denetimine dair mücadele, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve üretim süreçlerinin kontrolüne evrilmeye başlamıştır.1917 Mart ayında fabrika komiteleri hızla yayılır. Moskova ve Petrograd’daki hemen her fabrikada bir komite kurulur.
Bu süreçte sendikaların tavrı da çarpıcıdır. Şubat’ı izleyen aylarda sendikalar hem organize değildi hem de çoğunlukla işçi kontrolüne düşmanca bakıyordu. Sendikacılar komitelerin koordinasyonla ilgili teşebbüslerini desteklemeyi reddediyordu. Komitelerin birbirleri ile koordinasyonunda Bolşevik militanlar etkin bir rolü oynar. Fabrika komite merkezlerinin büyük çoğunluğu yerel Bolşevik militanlarca kurulmuştur.
Putilov fabrika komitesinin çağrıyla 30 Mayıs – 5 Haziran tarihleri arasında konferansa katılan delegeler 367 komiteden 337 bin işçiyi temsil ediyordu. Bu Petrograd’daki 400 bin işçinin %80’ini kapsıyordu. Bu konferans sonrası Fabrika Komiteleri Merkez Konseyi kurulur. Bu konsey sadece Petrograd’da değil ülkenin her yanındaki komite hareketinin koordine edilmesine dramatik bir katkıda bulunur. Haziran sonunda en az 25 şehir ve semtte fabrika komiteleri vardır. Ekimde ise en az 65 sanayi merkezinde koordinasyon kurulları vardır ve komitelerin karşılaştığı ortak sorunları görüşmek için yüzden fazla konferans düzenlenmiştir.10 Tüm farklı etmenlerin doğal buluşma noktası, işyerinden, fabrikadan başka bir yer değildi. Fabrika işçinin toplumsal konumunun temeliydi ve işçiler sınıf çatışmasını her gün orada yaşıyordu. Dahası, yine orada örgütlenerek ve diğer fabrikaların işçileriyle birleşerek durumunu iyileştirmeye çalışıyorlardı. Fabrika temsilcileri seçimine herkesin katılması, bu temsilcileri sürekli denetleyebilme ve her an görevden alma olanağı, işçiye kendi oyu ile kurduğu örgütlerin faaliyetlerine etkin ve belirleyici biçimde katıldığını hissettiriyordu.
1917 Ekim Devrimi’nde sovyetlerin rolü çok daya ayrıntılı bir değerlendirmeyi hak eder kuşkusuz. Rusya’da sovyetlerin tarihine dair bu kısa özete, 1917 Ekim Devrimi’nde kritik rol oynayan sovyetlerin arka planındaki deneyimini yansıtmak ve işçi sınıfının gündelik taleplerle işçi denetimini artırmak için çıkılan yolun sermayeyi ve Çarlık rejimini alaşağı ederek bir işçi devleti kurmaya evrilmesinde komite/konsey örgütlenmelerinin rolüne vurgu yapmak için yer verildi. Sovyetler devrimde esas rollerini 1917 ve sonrasında oynamıştır. Ancak 1905 sovyetlerinin tarihsel önemi hiç de az değildir. Rus işçi kitleleri kendi içlerinden demokratik bir özyönetim tabanını oluşturan, kendi özlemlerini dile getirebilecekleri bir örgüt çıkarmışlardı. Süregelen devrimci geleneğin kökenlerinde Petersburg Sovyet’i gibi 1905 sovyetleri vardır. 1917 Şubat Devrimi sırasında Petersburg Sovyeti’nin birden dirilivermesi, aynı şekilde kısa sürede bütün Rusya’da sayısız işçi ve asker temsilcileri konseylerinin ortaya çıkması, 1905 konseylerinin oynadığı rolün bilinçlerde ne kadar canlı kaldığını, bu örgütlerin devrim yeniden ivme kazandığında, halk kitlelerinin gereksinimlerine uyum gösterme yeteneği olduğunu kanıtlar.
Birçok Avrupa ülkesinde I. Dünya Savaşı boyunca ve savaş sonrasında fabrika konseyleri ortaya çıktı. Bunlar basit işçi kontrolü aşamasından işçi yönetimine geçerken 1917 sovyet modelinden esinlendiler. Özellikle İtalya’da sosyal patlama çok şiddetli gerçekleşir. 1916 Metalürji İşçileri Federasyonu her işletmede ‘iç komisyonlar’ seçilmesi kararı alır. Rusya’daki sovyet örneğinden hareketle oluşan bu işçi temsil örgütleri, süratle yönetim gücüne sahip fabrika konseylerine dönüşürler. Giderek radikalleşen hareket grevler ve fabrika işgalleri ile devam eder.11 Torino Fabrika Konseyleri hareketi incelendiğinde gerçekte tarihte ilk kez, açlık ya da işsizlik tarafından eyleme itilmiş olmaksızın üretimi denetlemek için mücadeleye girişen bir proletarya görülür. Üstelik mücadeleye girişen, işçi sınıfının bir öncüsü bir azınlığı değildir. Torino emekçilerinin tüm kitlesi mücadeleye girişir ve tüm fedakarlıkları ve yoksunlukları göze alarak mücadeleyi sonuna dek sürdürür. Metal sanayi işçilerinin grevi bir ay sürer, diğer işkollarından emekçilerin grevi ise on gün sürer. Son on günkü genel grev, tüm Piemonte bölgesine yayılır, yaklaşık yarım milyon sanayi ve tarım işçisini harekete geçirir ve yaklaşık dört milyonluk bir nüfusu etkiler.12 Torino işçilerinin komite hareketleri 1920’de yenilgiyle sonuçlanır.
Torino deneyimi üzerine Gramsci’nin değerlendirmeleri önemlidir. Gramsci’ye göre bu konseyler, üretimi örgütlemeyi sağlayabilecek uygun araçlardır. Ancak sendikaların rolü tartışmalıdır. İşçi denetimi/kontrolü mücadelesinde sendikaların rolüne dair tespitle bugün hala güncelliğini korumaktadır. Gramsci’ye göre sendikalizm, kapitalist toplumun potansiyel biçimde aşılması olarak değil de kapitalist toplumun basit bir biçimi olarak kendini ortaya koyar. İşçileri, üreticiler olarak değil, ücretliler olarak örgütler, yani kapitalist özel mülkiyet rejiminin yaratıkları, meta-emek satıcıları olarak örgütler. O dönemde sendikalar, bürokratik biçimi nedeniyle, sınıf savaşımının patlak vermesini bile önlemeye yönelir. Oysa konseyler sanayi alanındaki yasallığın yadsınmasıdır. Hep bu yasallığı parçalamaya, işçi sınıfını sınai iktidarın ele geçirilmesine doğru yöneltmeye ve onu sınai iktidarın kaynağı haline getirmeye çabalar. Gramsci’nin sendikalar yaklaşımı ihtiyatlıdır; ‘Sendika görevlileri sanayi alanındaki yasallığı gerekli ama sürekli olmayacak bir uzlaşma diye kabul ederse, güçler dengesini işçi sınıfından yana çevirmek için sendikanın elinde bulunan tüm araçları kullanırlarsa, sendika bir devrim aracı olur. Konseyleri yalnızca sendikal mücadelenin bir aracı olarak kabul eden anlayış (sendikanın konsey üzerinde doğrudan denetime sahip olduğu) bir hiyerarşik yapı içinde maddi bir biçim alırsa, bir devrimci gelişim gücü olan konsey kısırlaşır. Konseyin ortaya çıkışı, işçi sınıfının üretim alanında bulunduğu konumun bir işlevi ve işçi sınıfı için tarihsel bir gereklilik olduğu için, konseyi hiyerarşik biçimde sendikaya bağımlı kılma yolundaki her türlü girişim er ya da geç iki kurum arasındaki bir çatışmanın ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır.’
Gramsci konseyleri işçi sınıfının birliğini oluşturmanın pratik ve politik yolu olarak görüyor. Konseyler, işçi sınıfının yeni bir bilinç etrafında, karşılıklı eğitimle yeni bir toplumsal ruh yarattığı organlardır. Sivil toplumun has kavramı olan ‘yurttaşlık’ soyutlamasının ortadan kalktığı kurumsal yapılar, ‘ücretlilerin’ değil üreticilerin faaliyetine özgü örgütlenme biçimleridir. György Lukacs’ın konseylere dair değerlendirmeleri durumu net olarak özetler; ‘İktidar mücadelesi sırasında konseyler hem işçi sınıfının bölünmüşlüğünü aşmanın hem de ekonomik mücadele ile politik mücadele arasındaki kopukluğu gidermenin ortamını oluştururlar. Bu yüzden de konsey, devrimci praksisin alanı ve işçi sınıfı bilincinin gerçekleşme zeminidir.’13
Yukarıda değinilmeye çalışılan sınıfa dair tartışmaları ve işçi denetimine dair tarihsel deneyimleri işçi sağlığı mücadelesi üzerinden somutlamak alanın en önemli ihtiyaçları olarak duruyor. Bu anlamda tehlikeyi merkeze alan, iş cinayetlerini, iş kazalarını ve meslek hastalıklarını önleme üzerine yoğunlaşan, emek sürecinde işçi sınıfının denetimini arttırarak politik bir işyeri temelinde mücadele yürütmeyi amaçlayan bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
İşçi sağlığının uluslararası sözleşmeler ve bilimsel çalışmalar dahil olmak üzere kabul görmüş en temel yaklaşımlarından birisi tehlikeyi kaynağında yok etmektir. Tehlikenin risk analiziyle öngörülerek hastalığa veya kazaya sebebiyet vermeden ortadan kaldırılması gerekir. Tehlikeye göz yumulduğu sürece meslek hastalığı veya iş kazaları kaçınılmaz olur. Bu yaklaşım teknik/hukuki bir işçi sağlığı perspektifinden ibaret değildir. Meseleye sınıf mücadelesi zemininden baktığımızda, insanların ücret karşılığında emek gücünü satmak zorunda bırakıldığı sömürüye dayalı kapitalist üretim ilişkilerinin en temel tehlike unsuru olduğunu ortaya koymamızı sağlayan politik bir yaklaşımdır. Kapitalistler açısından esas olan işin sağlığıdır. İş süreçlerinin aksamaması, kar oranlarının düşmemesi için önlemler alınır. İşçi sağlığı önlemleri bu politikalarla çeliştiği yerde işçiler için ‘tehlikeli’ olan sermaye için ‘gerekli’ olan haline gelir. Koronavirüs salgın döneminde yaşanılanlar bu gerçeğin en güncel kanıtlarını ortaya koymaktadır. Sadece toplumun temel ihtiyaçlarını karşılayacak üretim süreçlerini güvenli çalışma koşullarını sağlayarak devam ettirmek yerine tüm meta tedarik zincirlerinin devamı tercih edilmiştir. Esas öncelik sermaye birikim süreçlerinde kesinti yaşanmaması olmuştur. Oysaki virüsün bulaşmasını önlemek için yapılması gerekenler çok net olarak bilinmektedir. Ancak burjuvazi ve devletler varlık zeminlerini korumak için ‘tehlikeye’ göz yumarak Covid-19 hastalığına bağlı ölümlerin bir numaralı failleri olmuş ve olmaya devam etmektedirler. Bu tespitler sınıf temelli işçi sağlığı mücadelesinin yöntemi konusunda da doğrudan belirleyicidir. Doğası itibariyle tehlikeye göz yuman kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu bir emek rejiminde, tehlikeyle kaynağında mücadele etmenin yolu emek sürecinde işçi denetiminin devreye girmesinden geçer. Bu alandaki mücadelede sorunların tespiti kuşkusuz çok önemlidir. Bu sorunları çözmek için talep oluşturmak da elbette ki zorunluluktur. Ancak mücadele bunlardan ibaret kaldığında sorunun kaynağı olan kesimlerden, soruna çözüm bulmasını beklemekten ibaret bir talep siyasetine sınırlanmış olarak kalırız. Çalışma esnasında tehlike unsurunun kazaya/hastalığa dönüşmemesi için o anda ve o mekânda müdahale eden, gerekirse üretimi durduran bir refleksi ve iradeyi işyerlerinde hayata geçirmeliyiz. Bu refleksi gösterebilmek kuşkusuz yaptığı işin risklerini bilen, tehlikeyi öngören, dayanışma halinde örgütlü hareket eden bir işçi tutumu gerektirir.
Kapitalist üretim tarzında emek süreci kapitalist üretim ilişkilerinin her gün yeniden ve yeniden yaratıldığı, insanın emek ürününe, kendi üretici etkinliğine, kendi türüne ve nihayet doğaya yabancılaştığı bir pratiği dayatır. Mevcut emek rejimi işçi sınıfını çok daha itaatkâr bir tutum almaya zorlamaktadır. İşçi sınıfını içinse itaat etmenin sonuçları daha fazla hastalık ve daha fazla ölüm olmaktadır. Tam bu noktada mevcut emek örgütlerimizin işçi sağlığı mücadelesindeki genel eğilimlerini ele almak gerekir. İşçi sağlığı meselesi daha çok meslek hastalıkları ve iş kazaları üzerinden yani sonuçlar üzerinden ele alınmakta ve böyle olunca da çözüm tıbbi ve hukuki çerçeveye sıkışmaktadır. Meslek hastalıklarına tanı konulmaması, iş kazalarına bağlı maluliyet davaları, iş cinayetlerinde sorumlu sermaye kesimlerinin cezalandırılması, işçi sağlığı önlemleri için siyasi iktidardan hukuki düzenlemelerin talep edilmesi temel gündem maddeleri olmaktadır. Tüm bu süreçte işyerleri teknik bir alan olarak ele alınmaktadır. İşyerinde üretimin örgütlenmesi ve işleyişinin tümüyle sermayenin elinde olmasından hareketle işçi sınıfı için tamamen edilgen bir tutum öne çıkmaktadır. İş kazası varsa işverenin almadığı önlemler, iş cinayeti yaşanmışsa işverenin alması gereken cezalar tartışılmaktadır. Bunların tümünün işçi sağlığı mücadelesinin bir parçası olduğuna hiç şüphe yoktur. Ancak işçi sağlığı mücadelesi bu çerçeveye sınırlandığında işçi sınıfı da sadece mağdur kimliğiyle ele alınmaktadır. Sendikalar ve meslek örgütleri de mağdurların haklarını arayan, sınırları burjuva hukukuyla çizilmiş aracı kurumlara dönüşmektedir. İşçi sağlığı mücadelesi de tıbbi ve hukuki süreçlere indirgenmiş teknik bir mahiyetten ibaret algılanır hale gelmektedir. Oysaki işyeri yalnızca malların ve hizmetlerin üretildiği teknik bir alan değildir. Toplumsal ilişkilerin ve siyasetin her gün yeniden üretildiği politik bir alandır. Üretim sahasının iktisadi, siyasi ve ideolojik unsurlarla iç içe görmek, işyerini politik mücadele alanı olarak görmek demektir.
Yukarıda tanımlanan yabancılaştırma üzerine kurulu emek rejimi süreci tek yanlı değildir. Burjuvazi ve devletin adeta iç içe geçerek yönettiği artık değer üretimi ve değerlenme süreçlerinin dayattığı sömürü ve tahakküm ilişkileri, proletarya için bir mücadele dinamiği barındırır. İşyerleri bu mücadele dinamiklerinin önemli mekanlarından birisidir. İşyerleri, işçi sınıfının kendi emeği üzerindeki sermaye ve devlet denetimiyle öncelikle yüzleştiği, ifşa ettiği, bu denetimi işçi denetimi mekanizmaları ile kırmaya çalıştığı, kendi öz örgütlenmelerini bu perspektifle inşa ettiği, politik bir özne olduğu ve kurucu bir irade oluşturduğu mekanlardır. Bu kısırdöngüden çıkış için işçiler arası dayanışma, birbirine güven duygusu ve işyerlerinde kolektif olarak özne haline gelebilmek gerekmektedir. İşçi sınıfı için esas olan teknik bir işyerinin ötesinde politikleşmiş bir işyeridir. İşçilerin sağlıklarını ve hayatlarını korumak gibi temel bir maddi zemin -en basit anlamıyla ‘var olma’, kar uğruna hayatlarını hiçe sayan üretim yapısında ‘hayatta olma’, ‘hayatta kalma’ zemini- politikleşmiş bir işyeri için önemli bir başlangıç noktası olarak görülebilir.14 Mevcut yasa ve yönetmeliklerden kaynaklanan unsurlar komiteleşmenin aracı olarak kullanılabilir. Örneğin ILO sözleşmelerinden kaynaklanan ‘işçi temsilciliği’ mekanizması, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasından kaynaklanan iş sağlığı ve güvenliği kurulu ve çalışan temsilciliği mekanizmaları işçi denetimini arttırmanın araçları olarak kullanılabilir. Çalışma süreleri, çalışma yoğunluğu, ücret, sendikal hakların kullanımı, işçi sağlığı önlemleri gibi temel gündemler başta olmak üzere iş koluna ve işyerine özgü diğer sorunlar işçi komitelerinin bir araya gelme zemini olabilir. Sendika ve meslek örgütleri bu mücadelede ön açıcı rol oynayabilirler.
Bu topraklarda gerçekleşmiş olan, 1923’te İstanbul’da matbaalarda dizgicilerin 2 hafta süren özyönetim deneyimini, 1969’da Çorum’da linyit işletmelerinde Alpagut işçi özyönetimini, 1980’de Amasya’da Yeniçeltek maden işçileri özyönetimini, işçi denetiminin ötesine geçerek özyönetim sürecine ilerleyen mücadeleler olarak hep hatırda tutmak gerekli.15 İşçi komiteleri önerisinin temelinde ciddi bir tarihsel birikim olduğunu bilmek önemli. Yukarıda Sovyet Devrimi ve İtalya örneklerinde görüldüğü gibi işçi sınıfının tarihte en güçlü olduğu dönemlerin mücadele yöntemleri arasında işyerlerinde komiteleşmek, farklı işyerlerinde ve iş kollarında komiteler arasında irtibatı sağlayarak dayanışmayı büyütmek gibi pratiklerin olduğunu bugün hatırlamak gerekiyor. İşyerlerinin acil ve güncel sorunları zemininde örgütlenen ama buradan hareketle üretimin tüm bilgisine hakim olarak üretimin organizasyonunu ele geçirmeyi amaçlayan, iktidar ilişkilerini hedef alan, ‘başka bir dünyanın’ temellerini atan bir mücadele düzlemine ihtiyacımız var.
Sonuç itibariyle geldiğimiz noktada, yıllardır açıklanan işçi ölümleri ve meslek hastalıklarına dair raporlar, yapılan basın açıklamaları, sosyal medya kampanyaları, yürütülen hukuki mücadelelere rağmen iş cinayetlerine bağlı ölümlerin azalmak bir yana giderek arttığını görüyoruz. Pandemi dönemi, mevcut kapitalist emek rejiminin ölümüne çalıştırma politikalarını uygulamaktan bir an dahi tereddüt etmediğinin bir başka somut kanıtı olarak tarihte yerini şimdiden aldı. Kendini devletten ve sermayeden tamamen bağımsız olarak konumlandıran meslek örgütleri, sendika konfederasyonları sürekli taleplerini sıralamış bu taleplerin kabulü için de kamuoyu oluşturma çalışmaları yapmıştır. Bu çabalar da çok kıymetli olmakla birlikte alanda sınıfın üretimden gelen gücü üzerine kurulu bir mücadele eğilimi gösterilememiştir. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi geçtiğimiz Ekim ayında gerçekleştirdiği basın açıklamasında pandemi döneminde işçi sınıfı örgütlerinin mücadele yaklaşımına dair kritik tespitlere yer verdi. Açıklamada, işçi sınıfı örgütlerinin bu dönemdeki işçi sağlığı mücadele yaklaşımının genel çerçevesinin ‘sorun tespiti’ ve ‘sorunların çözümü için taleplerin ifade edilmesi’ ile sınırlı kaldığı belirtildi. Mücadele yaklaşımı olarak ise sorun tespiti ve taleplerin ötesine geçip alanda mücadele etmenin önemine değinilerek ve işçi sağlığını egemenlerin (sermaye ve devlet/siyasi iktidar) iradesine bırakmama ve işyerlerinde işçi komite/meclislerinin kurulması çağrısı yapıldı. Bu çağrıyı yaygınlaştırarak iş cinayetlerini durdurmak için, işyeri bazlı alan örgütlenmesine yönelik, emek sürecinde işçi denetimini arttırmayı hedefleyen bir mücadele hattını örmek zorundayız.
Yeni paradigmaların sınıf mücadelesine dair yaklaşımları ve bunların emek meslek örgütlerimizin mücadele eğilimlerine yansımaları genel hatlarıyla değerlendirilmeye çalışıldı. Komite/konsey deneyimlerinin sınıf bilinci, sınıf kapasitesi üzerindeki kurucu rolüne tarihsel deneyimlerle değinilmeye çalışıldı. Rahatlıkla fark edileceği üzere burada değinilmeyen nokta sınıf mücadelesinde devrimci partilerin/hareketlerin rolüdür. Bu başlı başına başka bir yazının konusu olabilir. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki bugün sendikaların ve meslek örgütlerinin krizi olarak görünen olgu esasen Türkiye devrimci hareketinin, sosyalistlerin krizidir.16 Emek mücadelesinin kurumlarında ve sınıfın bir araya geldiği her türlü yapıda sınıf mücadelesi çizgisini güçlendirecek olan, sendikaları devrimin kaldıracı haline getirecek olan, işçi sağlığı başta olmak üzere sınıfın diğer tüm sorun alanlarını bir örgütlenme pratiğine çevirecek olan devrimcilerdir. Bunu yapacak birikimimiz ve gücümüz var. Yeter ki yüzümüzü sınıf mücadelesine çevirelim.
Dipnotlar:
(*) Sindemi kavramına yönelik ayrıntılı değerlendirmeler için Türk Tabipleri Birliği Covid-19 Pandemisi 9. Ay Değerlendirme Raporu’nda yer alan ‘Salgın Hastalıktan Fazlası: Sindemi’ (Zencir, M. Yurdaş, K.) başlıklı bölüm incelenebilir.
(**) Sınıf politikalarının reddiyesi kuşkusuz başka argümanlarla temellendirilmeye çalışılır. Örneğin emek-değer kuramının geçersizliği iddiasındaki dijital emek, hizmet emeğinin yaygınlaşmasına dayanan ‘maddi olmayan emek’ teorisi ya da diyalektik felsefenin reddi üzerine kurulu otonomcu geleneğin yaklaşımları, emek-sermaye çelişkisi yerine devletli toplum-demokratik toplum çelişkisinin esas olduğunun öne sürülmesi gibi.
Kaynaklar:
* Bu yazı İSİG Meclisi Raporu ile eş zamanlı olarak yayımlanmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.