Kahd-ı rical Osmanlı İmpatorluğu’nda nitelikli devlet adamı ve yöneticisi konusundaki darlığı belirtmek için kullanılan bir deyim (kahd: yokluk, darlık). Bu deyimin uzun zamandan beri unutulmuş olma nedeni bütün eksikliklerine rağmen Cumhuriyetin eğitim sisteminin kamuda nitelikli personel gereksinmesini karşılayabilecek nitelikte olmasıydı. AKP döneminde bu durum tersine döndü, Osmanlı devrinin kronik liyakatlı yönetici sıkıntısı yüz yıl sonra tekrar ortaya çıktı
AKP devr-i iktidarında çoktan unutulmuş iki kavram tekrar tedavüle girdi. Bunlardan birincisi olan takiyyeyi 1990’lardan bu yana herkes öğrendi, çünkü partinin en baştan beri sahip olduğu düşünülen gizli ajandası artık herkesin gözü önünde ve yürürlükte. İkinci kavram kahd-ı rical henüz daha az biliniyor, çünkü toplum yaşamında etkileri ancak son yıllarda ortaya çıkmaya başladı.
Kahd-ı rical Osmanlı İmpatorluğu’nda nitelikli devlet adamı ve yöneticisi konusundaki darlığı belirtmek için kullanılan bir deyim (kahd: yokluk, darlık). Bu deyimin uzun zamandan beri unutulmuş olma nedeni bütün eksikliklerine rağmen Cumhuriyetin eğitim sisteminin kamuda nitelikli personel gereksinmesini karşılayabilecek nitelikte olmasıydı. AKP döneminde bu durum tersine döndü, Osmanlı devrinin kronik liyakatlı yönetici sıkıntısı yüz yıl sonra tekrar ortaya çıktı. Bunun başlıca üç nedeni bulunuyor. Bunlardan birincisi emeklilik ve kilit makamlardan uzaklaştırma yoluyla eski kadroların tasfiyesi. İkinci olarak AKP tüm çabalarına rağmen iyi eğitilmiş genç işgücüne nüfuz edemedi, bu kesimdeki AKP karşıtı direnç hep baki kaldı. Dolayısıyla boşalan kadrolar alttan gelen ehil kişilerce doldurulamadı. Üçüncü olarak da ülkedeki genel çürümeden ve kurumların çöküşünden eğitim sistemi de payını aldı. Partinin Genel Başkanı Erdoğan’ın her fırsatta eğitim ve kültür alanında AKP’nin başarısızlığını ifade etmesi doğrudan bununla ilgili. Sonuç olarak kahd-ı rical deyimi Türkiye’nin bugünkü durumunu anlamak için üzerine eğilinmesi gereken bir olgu olarak tekrar ortaya çıktı.
AKP’nin 2002’de iktidara gelmesi laik eğitim sürecinden geçmiş toplum katmanları arasında şüpheyle karşılandı. Partiyi kuran kadroların sicili ve içinden geldikleri Milli Görüş hareketi bu şüphenin başlıca kaynağıydı. Çünkü bu hareketin kadroları bazen açıktan, bazen de örtülü olarak Anayasada ifadesini bulan laiklik ilkesinden uzak olduklarını ve hatta ona düşmanlıklarını söz ve eylemleriyle gösteriyorlardı. Başlangıçta eğreti bir biçimde iktidara eklemlenen AKP kadroları laik ve otoriter bürokrasinin tehdidi altında oldukları için artık değiştiklerini ve laiklik ilkesini benimsediklerini iddia ediyorlardı. Her ne kadar bu söylem kimseye inandırıcı gelmediyse de parti koşulsuz ABD-AB desteği ve yurtiçinde oluşturduğu sınıflar ittifakı sayesinde ilk on sene boyunca fazla zorlanmadan iktidarda kalabildi. Ancak bu dönem boyunca en büyük sıkıntılarından biri devletin karmaşık fonksiyonlarını yerine getirebilecek nitelikte ve kendisine bağlı personel yokluğu oldu. Her devirde ortaya çıkan ve bir anda AKP’den çok AKP’ci oluveren faydacı elemanlar da boşluğu doldurmaktan uzak kalınca parti 1970’lerden beri devlete sızma konusunda uzmanlaşmış olan rakip Gülen Cemaati ile ortaklık kurdu.
Bu ortaklık sayesinde 2010’lara gelindiğinde “ne istedilerse verilen” Cemaat birçok kurumun personel bölümlerini işgal etmiş, işe alım ve atama süreçlerini kontrol altına alarak çoğu kendini gizleyen kadrolarını önemli mevkilere yerleştirmeyi başarmıştı. Cemaat kadrolarının liyakatı tartışmalıydı, çünkü tüm süreç sınav sorularının sızdırılması gibi sahtekarlıklar üzerine kuruluydu. Sızılan kurumlar arasında laikliğin bekçisi olma iddiasındaki ordu da bulunuyordu. Dahası, Cemaatin kendince stratejik önemdeki orduya sızma derecesi muhtemelen diğer kamu kurumlarından çok daha ilerideydi. Öyle ki, 2016 darbe girişiminde general ve amirallerin yaklaşık yarısının Cemaat mensubu çıkması herkesi şaşırttı. Ancak burada asıl önemli olan nokta her sene Yüksek Askeri Şura kararlarıyla ordudan atılan gerici personelin arasında Cemaat mensuplarının çok az sayıda olmasıydı; atılanlar diğer tarikatlara mensuptu. Bunda Cemaatçilerin kendilerini gizlemek konusundaki hassasiyeti önemli olmakla birlikte bu personele yönelik ABD/NATO kaynaklı görünmez koruma perdesi belirleyici olmalıdır, zira önemli bir kısmı uzun zamandır ordu içinde gerçek aidiyetleriyle tanınıyordu. Nitekim Em. Albay Mustafa Önsel “Ağacın Kurdu” isimli kitabında darbe girişimi öncesinde orduya Cemaat sızmasını ve bunun karşısında laik subayların çaresizliğini ayrıntılı olarak anlatıyor. [1]
2010’dan sonrası malum: AKP-Cemaat ikilisi sahte dijital deliller başta olmak üzere binbir türlü sahtekarlıkla laik askeri ve sivil bürokrasiyi tasfiye etti, “düşman” ortadan kalktıktan sonra da aralarında meydana gelen güç ve rant kavgasını AKP kazandı. Son dönemde AKP laikliğe saygı maskesini attı, kendince Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Hilafeti yeniden canlandırma ham hayali eşliğinde kişisel zenginleşme hariç elini attığı her şeyi eline-yüzüne bulaştırdı. Sonuçta ülkeyi son yüz senenin en ağır ekonomik ve sosyal krizinin içine soktu.
Şimdi bu gelişmelerin tarihi temellerine bakalım.
İlim Arapça’da bilmek anlamına gelen “ilm” kelimesinden geliyor. Bilim ise Türkçe kökenli bir kelime. Kaynaklandığı “bilmek” fiili bir varlığı veya eylemi anlamak için “ufak bölümlere ayırmak, dilimlemek” anlamını içeriyor. [2] Günümüz Türkçesinde bu iki kelime bazen eşanlamlı olarak, bazen de din temelinde ayrışık olarak anlamlandırılıyor. Buna göre bilim yaşamı ve doğayı araştırıp öğrenilenler ışığında meta ve hizmetlerin üretim sürecini şekillendirmek anlamında kullanılıyor. Bu süreçte de belirleyici olan insan aklı. İlim ise kutsal metinlerin anlaşılması ve insan yaşamının bunlara göre şekillendirilmesi amacını içeriyor. Diğer bir deyişle ilmi faaliyetler kapsamında tartışılmaz semavi gerçekler alimler tarafından kutsal metinlerden nakledilerek sıradan insanların anlayacağı şekilde kendilerine sunuluyor.
Her toplum yaşamak için gerekli bilgi ve beceriyi yeni nesillere aktaracak düzeneklere sahiptir. İlk zamanlarda bu aktarım aile veya kabile içinde resmi olmayan yollarla gerçekleştirilirken, meta ve hizmetlerin üretim sürecinin ve toplumsal ideolojinin üretilip sürdürülmesinin gitgide daha karmaşıklaşması nedeniyle resmi eğitim kurumlarına gereksinme duyuldu. Bu gereksinme 11. yüzyılda İslam dünyasında medreseleri, Avrupa Hristiyanlığında ise üniversiteleri ortaya çıkardı. Bağdat’ta 1067 yılında kurulan Nizamiye Medresesi ve 1088’de İtalya’nın Bologna kentinde kurulup günümüzde hala faaliyette olan Bologna Üniversitesi kendi türlerinin ilk örnekleri kabul edilirler. [3, s.15] Gerek medrese, gerekse üniversite kuruldukları dönemde üretim sürecinden tamamen kopuk olarak dini ideolojinin öğretilmesini, diğer bir deyişle nakledilmesini amaçlayan kurumlardı.
Hristiyanlığın yayılması asıl olarak Tarsuslu Paul’un (Pavlus) çabalarıyla gerçekleşti. Paul Hz. İsa ve 12 havarisinin aksine Yahudi kökenli olmayıp Hristiyanlığı kabul etmeden önce Hristiyanlara zulmetmesiyle tanınmıştı. Onun çabaların sonucu olarak Anadolu’da ve Güney Avrupa’da ilk Hristiyan topluluklar ortaya çıktı. Paul sonradan mensup olduğu dine aşırı bir katılık ve bağnazlıkla bağlandı. Bu yaklaşımı asırlar boyu Hristiyan alemini etkiledi, bu dönemin “karanlık çağlar” olarak adlandırılmasına neden oldu. Bu çağlar boyunca Hristiyanlıkta zımni olarak insan aklına ve akıl yürütme faaliyetine neredeyse düşmanlıkla bakıldı, insan aklının kutsal gerçekleri kavrayamayacağı düşünüldü.
Buna karşılık İslam dünyasında durum biraz farklıydı. Endülüs ve Abbasi gibi uygarlıklar gerek hoşgörü, gerekse insan aklına verilen önem açısından dönemin Hristiyan aleminin çok ilerisindeydi. Buralarda eski Yunan filozoflarının eserleri Arapçaya tercüme edilip yoğun olarak tartışılıyordu. 10-11. yüzyılların bağnazlıktan uzak ortamında Bağdat ve Şam’da Farabi (Batıda Alpharabius) ve İran’da İbn Sina (Batıda Avicenna) gibi düşünürler sadece kendi dönemlerini değil, sonraki yüzyılları da derinden etkileyen eserler verdiler. Örneğin, İbn Sina’nın tıp kitapları Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıla kadar okutuldu.
İmam Gazali (Batıda Algazel) 12. yüzyılda yaşamış ve İslam alemini derinden etkilemiş bir düşünürdü. Tehafüt El-Felasife [12] adlı kitabında İbn Sina’yı aklın üstünlüğünü savunduğu için eleştirmişti. Gazali’ye göre akıl yanıltıcıdır, tartışılmaz doğruya ulaşmak için kutsal kitaplardaki gerçeklerin nakledilmesi gerekir. Bu da akla karşı imanın üstünlüğünü kabul etmektir. İbn Sina’nın bir İslam filozofu olarak aklın üstünlüğü savı eski Yunan filozoflarının çizgisini devam ettirmek anlamına gelir ve kafirliktir. Gazali, evrenin bir yaratıcısı olduğuna inanan Farabi ve İbn Sina gibi İslam filozoflarını buna inanmayan dehrilerden (materyalistler) ayrı tutar. [12, s.65] Ancak, bu filozofları kutsal kitaplardaki sopanın yılana çevrilmesi, ölünün diriltilmesi ve ayın ikiye bölünmesi gibi mucizelerin gerçekte olmadığını düşündükleri için eleştirir. Filozoflar bunlarla “ilim hayatı ile cehaleti öldürmenin” kastedildiğini ve birer metafor olduklarını savunurlar, ama Gazali’ye göre bunlar gerçek olaylardır, çünkü kutsal kitaplar sadece gerçekleri açıklar. Dolayısıyla bunlar hakkında akıl yürütmek gerekmez, bunların nakledilmesi lazımdır. [12, s.177] Gazali, insanlardan bağımsız olarak cisimlerin varlığını savunan dehriye akımına karşı da “cisimlerin ve cisimlerdeki kuvvetlerin, insanların ruhuna ve zihnine boyun eğmek suretiyle hizmet görmek için yaratıldığını” savunur. [12, s.179]
Gazali’den yaklaşık yüz yıl sonra yaşayan ve Endülüs’ün ileri fikir ortamından beslenen İbn Rüşd (Batıda Averroes) ise Tehafütü’t Tehafüt isimli eserinde aklın üstünlüğünü ileri sürdü, İslam filozoflarının çizgisini devam ettirerek Gazali’yi eleştirdi. Ona göre felsefe de iman (şeriat) da haktır ve bir gerçeğin iki yüzüdür. Maksat felsefe ve akıl yürütme yoluyla İslam’ın sunduğu hakikate erişmektir. [19, s.12-13] Kilisenin tüm engelleme çabalarına karşı [3, s.127] bu tartışmayı sistemli tercüme yoluyla yakından izleyen Batı dünyası Aquino’lu Saint Thomas gibi düşünürlerin katkılarıyla felsefe ve din arasındaki uzlaşmayı derinleştirdi. Gazali (ve Paul) yerine İbn Rüşd’ün çizgisinin devamı anlamına gelen bu gelişme daha sonra Batı’da Aydınlanma ve Rönesans ile aklın dinsel dogmadan tamamen bağımsızlaşmasına yol açtı.
II. Mehmed (Fatih) sert ve kıyıcı bir padişah olmasına rağmen [9, s.119] bağnazlıktan uzak ve neredeyse entelektüel denecek bir yapıdaydı. İtalyan ressam Bellini’yi davet edip portresini yaptırması, öğrenmeye meraklı olup Türkçeden başka birkaç dil bilmesi, yeni inşa ettirdiği Topkapı Sarayı’nın haremini İslam’a aykırı olarak nitelendirilebilecek fresklerle süsletmesi bunu gösteriyor. Nitekim freskler daha kendisinden sonra tahta çıkan oğlu II. Beyazıd tarafından kaldırıldı. [9, s.130; 13, s.65] Mehmed kendi adıyla anılan külliyeyi inşa ettirirken bunun içinde zamanın en ileri düzeylisi olarak kabul edilen medreseyi (Sahn-ı Seman) de kurdu. Buradaki eğitim konusunda da felsefe (ilm-i hikmet), hesap ve astronomi (ilm-i heyet) alimi Ali Kuşçu’yu davet ederek müfredatın oluşturulmasına katkı sunmasını ve ders vermesini istedi. Medresede geometri (hendese), aritmetik ve astronomi gibi akli ilimlerin ağırlığı daha fazla idi. [19, s.16]
Mehmed İslam aleminde uzun zamandır tartışılan Gazali ve İbn Rüşd arasındaki anlaşmazlık konusunu derinliğine anlamak istedi. Bunun için zamanın iki ünlü alimi olan Hocazade Müslihüddin Mustafa ve Alauddin-i Tusi’den birer mütalaa istedi. Birçok kaynak bunların ikisinin de Gazali’nin düşüncesinin İbn Rüşd’e üstün olduğunu savunduğunu belirtiyor. [4, s.230; 14, s.655] Bazılarına göre ise Hocazade Gazali’nin, Tusi İbn Rüşd’ün üstünlüğünü savundu. [3, s.76] Mehmed bu iki alime adet olduğu üzere armağanlar verdi, ancak mütalaalarından ne derece etkilendiğine dair bir kayıt bulunmuyor. Yeni kurduğu medresede ve diğer medreselerde aklın üstünlüğünü temel alan derslerin kaldırılması yönünde de herhangi bir girişimde bulunmadı.
Ancak sonraki dönemlerde durum değişti, Osmanlı yönetici sınıflarında Gazali’nin düşünceleri ağır basmaya başladı. “İmanın akla üstünlüğü” düşüncesi Osmanlılara birçok yönden cazip gelmiş olmalıdır. Bunların arasında iman temelli ve ganimet ödüllü gaza ve fetih ideolojisinin devletin kuruluş felsefesi olarak kurumsallaşmış olması ve alt sınıflara itaati telkin etmenin iman yoluyla daha kolay olması düşünülebilir. Ancak din ve jargon değişik olsa da fetih, yağma ve ganimet temelli öğretiler Batıdaki diğer devletler için de geçerlidir. Fark Batı’da zaman içinde dogmaların bireysel alana terk edilerek toplumsal düzenin aklın üstünlüğünü temelinde yeniden düzenlenmesinde olmalıdır.
16. yüzyılın ikinci yarısında I. Süleyman (Kanuni) zamanından başlayarak akli ilimler medrese öğreniminden tedricen kaldırıldı veya önemsizleştirildi, [3, s.89-90] geriye sadece nakli ilimler kaldı. [13, s.219] Bunda doğa bilimlerini ve felsefeyi zararlı bilimler olarak nitelendiren Birgili Mehmed Efendi isimli aşırı tutucu bir “alim”in ve onun izleyicisi Kadızadeler isimli topluluğun önemli etkisi oldu. [22, s.311-312] Böylece Osmanlı İmparatorluğu ve İslam dünyası cehaletin egemenliğinde gitgide koyulaşan bir taassup eşliğinde çürüme ve yarı sömürgeleşme sürecine girdi. Dolayısıyla İmparatorluktaki kahd-ı ricalın temel bir nedeni olduğu düşünülebilir: Eğitim sistemi gitgide karmaşıklaşan yönetim fonksiyonlarına ve teknolojiye hakim kadroları yetiştirecek yeterlikte değildi. Bu yetersizlik özellikle ölçülebilir bir karşılaştırma ortamı olan savaş meydanlarında belirgin bir hale geldi.
Osmanlı tarihindeki devlet yönetiminde liyakat sahibi kişi bulma konusundaki zorlukları gün ışığına çıkaran çarpıcı kayıtlar bulunmaktadır. Bunlardan biri 1670’lerde yazılan Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Telhisü’l-Beyan adlı eseridir. Yazar bu eserde çöküşün I. Süleyman’ın (Kanuni) oğlu Mustafa’yı idam ettirmesi ile başladığını ileri sürer. Yazara göre padişahlar “deneyimli bürokratların hizmetini sağlaya, atamalarda liyakat araya, olur olmaz kimseyi atamaya, akıl ve deneyim sahiplerinin tavsiyelerini, ulema ve şeyhlerin dualarını araya”. Hezarfen ayrıca azledilen ve katledilen Veziriazamların çokluğundan şikayetçidir. Zira ona göre “az zamanda istihdam olunacak adem kati (çok) az bulunur”. [7, s.155]
I. Selim (Yavuz) da Veziriazamlarını idam ettiren padişahlardan biriydi. Bunlardan Koca Mustafa Paşa’nın cesedini sokak köpeklerine attırmıştı. [18, s.403] Selim’in cellat korkusuyla yaşayan Veziriazamlarından biri olan Piri Paşa’ya tehdit içeren bir Hatt-ı Hümayun göndermesi üzerine Paşa sonunda bir bahane ile kendisinin idam edileceğini bildiğini, endişe içinde yaşamak yerine bir an önce bu hükmün infaz edilmesini istedi. Selim’in buna yanıtı şöyle oldu: “Benim de hatırıma gelmiyor değil. Fakat henüz yerini tutacak birini bulamadım”. [11, s.123]
16. yüzyıla kadar Veziriazamların (Padişahın vekili olarak görev yapan ve bürokrasinin tepesinde yer alan kişi) önemli bir kısmı okuma-yazma bilmiyordu. Bu da resmi evrakların başkalarınca yazılıp okutulması nedeniyle başta güvenlik gibi birçok soruna yol açıyordu. Bu nedenle 1574 yılından sonra çoğu ilgili bürokratik yazışma işleri Şeyhülislamlara bırakıldı. [4. s.179] Halil İnalcık bir genelleme olarak 17. yüzyılın ilk yarısındaki Veziriazamların savaşta yararlık göstermiş olmakla birlikte cahil ve Türkçeyi doğru konuşamayan devşirmelerden olduğunu belirtiyor [7, s.21]. Yazara göre bu makama erişmelerinin yolu da Padişaha ve Harem’e verdikleri rüşvet idi. 18. yüzyıl ve sonrasında Veziriazamlar genellikle askerler yerine en azından okuma-yazma bilen bürokratlardan seçildi. [8, s.4] Özellikle günümüzün Dışişleri Bakanına tekabül eden Reisülküttablık makamı Veziriazamlığa giden yollardan biri haline geldi. Ancak cahil Veziriazamlar sorunu ortadan kalkmadı. Örneğin, I. Abdülhamit’in Veziriazamlarından Kalafat Mehmet Paşa ve Şahin Ali Paşa’nın okuma-yazmaları yoktu. [6, s.427,437]
Osmanlı bürokrasisi İlmiye (ulema), Kalemiye ve Seyfiye kısımlarından oluşuyordu. Bunlardan ilk ikisi sivil, üçüncüsü de askeri bürokrasiyi oluşturuyordu. Medreselerdeki eğitime ek olarak Saray da çeşitli kademelerde eleman yetiştiren bir tür okul (Enderun) niteliğindeydi. 16. yüzyılın sonlarından itibaren tüm bürokratik aygıtta bozulma belirtileri görülmeye başladı. Ancak İlmiye kısmındaki bozulma İmparatorluğun yaşamsal fonksiyonları açısından belirleyici bir önemdeydi, çünkü İlmiye hem din temelli devlet ideolojisini tekrar üretme, hem de eğitim yoluyla nitelikli kadroların yetiştirilmesi işlevini görüyordu.
Normal olarak medrese öğrencileri eğitimlerini tamamladıktan sonra “matlab defterine” kaydolarak kadılık veya medresede hocalık (müderris) gibi bir kadro için sıranın kendilerine gelmesini beklerlerdi. Ancak Koçi Bey’e göre 1594’den, [5, s.47-48] İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın İstanbul’da görev yapmış ve kapsamlı bir Osmanlı Tarihi yazmış olan Avusturyalı diplomat ve tarihçi Hammer’den aktardığına göre ise 1598 yılından itibaren medrese eğitimi görmeyenler de rüşvetle çeşitli görevlere atanmaya başladılar. Buna ek olarak Şeyhülislam gibi önemli mevkilerdeki bazılarının 13-15 yaşlarındaki çocuklarını bol maaşlı müderrislik görevine atamaları olağan hale geldi. [4, s.48]
Medreselerde yozlaşma müfredata da yansıdı. Uzunçarşılı Katip Çelebi’den naklen Osmanlı medreselerinde felsefenin16. yüzyıl sonlarına kadar okutulduğunu yazmaktadır. Bu tarihlerde bazı Şeyhülislamlar dini akidelere aykırı olduğu gerekçesiyle felsefeyi müfredattan çıkardılar. Katip Çelebi’ye göre bu durum medreselerin fikri anlamda tükenmesine yol açtı. [4, s.21] Uzunçarşılı da bu düşünceye katılmaktadır. Ona göre 17. ve 18. yüzyıllarda medreselerden yetişen alimlerin seviyesi daha önceki dönemlere göre belirgin bir şekilde düşüktür. Bu da şüphesiz felsefe gibi matematik (riyaziye) ve kelam’ın da medreselerden kaldırılmış veya önemsizleştirilmiş olmasıyla ilgili idi. [4, s.236] Bunlardan kelam Abbasiler zamanında eski Yunan filozoflarının etkisiyle oluşmuş ve akli bilginin üstünlüğüne dayalı bir ders idi. Gürüz’e göre bu ders “Aristo mantığına dayalı diyalektik yöntemi (cedel) kullanmak suretiyle, Kuran’ı insan aklı ile açıklamayı” amaçlıyordu. Ders müfredatı, insan aklını öne çıkaran Mutezile (kelime anlamı muhalif) mezhebinin mensuplarınca geliştirilmişti. [3, s.43-44] Bu yönüyle metafiziği de içermesine rağmen fizik, matematik ve kimya alanlarında temel bilgilerden oluşmaktaydı. Kelam medreselerde Allah’ın varlığını ispat ve öldükten sonra tekrar dirilmek gibi İslam felsefesinin temelini oluşturan bir içerikle öğretilmekteydi. [4, s.23-24]
Akli bilimlerin kaldırılması ile medreseler çok ihtiyaç duyulan bilim ve teknolojinin üretilip öğretildiği kurumlar olmak bir yana, dini bilgilerin ve hukukun bile doğru dürüst öğretilemediği birer sorun yumağı haline geldiler. Bu kurumların içler acısı halini düzeltmek için sonuçsuz kalan çeşitli ıslah çabaları oldu. 1598’de III. Mehmed, 1609’da I. Ahmed, 1728’de III. Ahmed ve 1750’de I. Mahmud “adaletnameleri” [9, s.324] ve türlü-çeşitli organizasyon değişiklikleri hiçbir işe yaramadı.
Zaman içinde kadılık ve diğer resmi görevlere atanmak için üst makamlara rüşvet vermek neredeyse zorunluluk haline geldi. Bürokrasinin en altından en tepesine kadar rüşvet yoluyla atama istisna değil, kural idi. [10, s.246] Birçok durumda rüşvetle makamı alan kişi parayı çıkarıp üzerine kar koyacak şekilde memuriyete gitmeden makamını satışa çıkarırdı. Bu durum rüşvet vasıtasıyla liyakatsizliğin tamamen hakim olduğu bir devlet yapısı ortaya çıkardı. Adını bile yazamayacak kadar cahil olanlar rüşvetle kadılık görevine atanır oldu. Bunun üzerine Kadılar Kanununa 1795 tarihinde yapılan bir ekle kadıların göreve atanmak için yazmak zorunda oldukları dilekçelere isimlerini kendilerinin yazması koşulu getirildi. [4, s.259] Ancak bu önlemin de durumu düzeltmeye yaradığına dair bir kaynak bulunmuyor.
Böylelikle rüşvet İmparatorlukta yarı resmi bir niteliğe büründü. İnalcık 17. yüzyılda istenen makamlar için gereken rüşvet listesinin tespit edildiğini yazıyor. [7, s.21] Ancak, bu süreç oldukça tehlikeliydi. Özellikle Veziriazamlık gibi yüksek kademelerde rüşvet yoluyla aşırı zenginleşme genellikle idam ve servete el koyma (müsadere) ile sonlanırdı.
Bir tür yatırım aracı olarak görülen rüşvet bedeli yüzde yüz faizle tefecilerden temin edilir, atama gerçekleşince de borcu ödemek için her türlü yolsuzluğa başvurulurdu. Böylelikle zaten çok zor koşullarda yaşayan reaya (üretim yapan vergi yükümlüsü çiftçi, sanatkâr ve tüccar gibi halk sınıfları; kelime Arapçada “sürü” anlamına gelen “raiyye”den türetilmiş) üzerindeki baskı dayanılmaz boyutlara yükseldi. Diğer bir deyişle üretici güçler bir tür çifte vergilendirmeye tabi tutulmuş oldu. Bunun anlamı ganimet, talan ve yağma kültürünün sadece dışa yönelik değil, aynı zamanda içe yönelik olmasıydı. Batı karşısında gerileme ve bunun sonucu olarak savaşlarda yenilgiler dış talan imkanlarını daraltınca iç talan unsuru zaman içinde ağırlık kazandı.
Devlet ricali arasında rüşvet ve talan yoluyla maddi zenginleşme giderek önem kazanırken kültüre ilgi bunun çok gerisinde kaldı. Hammer’in 18. yüzyılın ikinci yarısında geçici olarak Madrid elçiliği ve vakayınüvislik (resmi tarih yazıcılığı) yapan Vasıf Efendi’den aktardığına göre “edebiyat kültürü Osmanlı İmparatorluğu’nda öylesine ihmal edilmişti ki, tarih, belagat ve diğer ilimlerle meşgul olmak Türk vezirleri için övünülecek, takdir edilecek bir özellik değil de, ayıplanacak bir iş gibi görünüyordu”. [16, s.300]
Medresedeki çürümüşlüğe örnek olarak gösterilebilecek çok sayıda kaynak bulunuyor. Ancak Cinci Hoca’nın öyküsü durumu en iyi anlatanlardan biri. Günümüzde “ateşte yanmayan kefen” ve “peygamber terliği” pazarlayan din tüccarının benzerleri Osmanlı’da da mebzul miktardaydı. Böyle niteliksiz ama ağzı laf yapan şarlatanların en ünlülerinden biri de Cinci Hoca lakaplı medrese öğrencisi (danişmend) Hüseyin idi. Bu kişi okuyup üfleyerek hastaları cinlerden kurtardığını iddia ediyordu. Osmanlı tarihinde “Deli” lakabıyla anılan I. İbrahim’in psikolojik sorunlarına çare bulmak için annesi Kösem Sultan Cinci Hoca’ya başvurdu. Cinci ağız kalabalıklığı ile zayıf kavrayışlı İbrahim’i kendisine bağladı. İbrahim’den müderrislik ve Galata kadılığı ünvanını aldı. Bundan sonra saray içindeki gücü giderek arttı. Aldığı rüşvetlerle büyük bir servet biriktirdi. Kendisini durdurmaya çalışan Veziriazam Kara Mustafa Paşa’nın “yıldızlara göre” idamına karar verilmesinde etkili oldu. İbrahim’in dengesizliği ve hazineyi bitiren müsrifliği (son olarak mücevherlerden bir sandal yaptırmaya kalkmıştı [10, s.253]) kendi azli ve öldürülmesiyle sonuçlanınca yeni bir Yeniçeri isyanını ulufeyle önlemeye çalışan Saray Cinci Hoca’dan yirmi milyon akçe yardım istedi. Cinci vermek istemeyince işkence altında servetinin yerini söylemek zorunda kaldı. Otuz milyon akçelik nakit para ile ikiyüz milyon akçe değerindeki değerli maden ve eşyadan oluşan servetine el konuldu. Daha sonra da gönderildiği sürgünde idam edildi. [10, s.250] Cinci Hoca kadılıkları 3000 akçeden 4000 akçeye kadar rüşvet karşılığında satardı. [4, s.157]
Az sayıda olmakla Osmanlı devletinin nitelikli Veziriazamlar tarafından yönetildiği dönemler olmuştu. Örneğin, I. Süleyman (Kanuni), II. Selim (Sarı veya Sarhoş) ve III. Murad dönemlerinde Sokollu Mehmet Paşa; IV. Mehmet (Avcı) dönemi ve sonrasında Köprülü ailesi; III. Osman ve III. Mustafa dönemlerinde Sadr-ül Vüzera denilen Koca Ragıb Paşa [16, s.337-341]; Abdülaziz ve II. Abdülhamid zamanlarında Midhat Paşa (-muhtemelen Abdülhamid’in emriyle- sürgünde öldürüldü) bunlara örnektir. Çok ender olmakla birlikte rüşvet kabul etmeyen ve mütevazı bir hayat yaşayan Veziriazamlar bile olmuştur. Örneğin, Halep valisi Hacı Ali Paşa 1692’de Veziriazamlığa atandığında hazineye acil para ihtiyacı olduğu için sarayındaki bütün gümüş eşyayı para basılması için Darphane’ye göndermişti. Ertesi sene bir atama konusunda Padişah II. Ahmed’e karşı çıkınca azledildi. Padişahın isteği üzerine yeni Sadrazam Bozoklu Mustafa emeklilik aylığını kendisinin belirlemesini söyleyince Hacı Ali 15-16 kesenin yeteceğini söyledi. Sadrazamın bunu çok az bulup hayret etmesine karşın Hacı Ali bu meblağda ısrar etti. [17, s.514-515]
Avusturyalı diplomat ve tarihçi Hammer Osmanlı diplomasisi içinde bazı unsurlardan da övgüyle bahsediyor. Hammer’e göre Osmanlı diplomasiyi Hristiyan devletlerden öğrendikten sonra onu bir silah haline getirip bu devletlere karşı kullanmıştır. [16, s.25] Fakat aynı Hammer 18. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı diplomatlarını kurnaz ve becerikli Rus ve Prusyalı muhatapları karşısında saf ve bilgisiz olarak tanımlamaktadır. [16, s.396] Altı asırlık bir devlette her niteliğe sahip yöneticilerin olması doğaldır. Ancak bunların büyük çoğunluğu kendi dönemlerinin gerektirdiği bilgi ve beceriden yoksundu. Aralarında soğandan nefret eden ve bu nedenle gemilerde soğanı yasaklayan Kaptan-ı Derya (Donanma Komutanı) Soğanyemez Mahmud Paşa [16, s.75] ve Veziriazam Moldovancı (-eski- muhabbet tellalı) Ali Paşa [16, s.434] gibi renkli şahsiyetler de vardı.
Genellikle yenilgiyle biten Rusya savaşlarının birinde Osmanlı devletinin yöneticilerinin perişan durumunu gösteren 1770 Çeşme bozgunu yaşandı. Bundan bir sene önce iki Rus filosu Akdeniz’de Osmanlı donanmasına ve topraklarına saldırı amacıyla Rusya’nın kuzeyinden hareket etmişti. Gemiler İngilizlerin de yardımıyla Cebelitarık Boğazından Akdeniz’e girdi. Aslında Rus gemileri Baltık denizinde seyrederken durum müttefik Fransa tarafından Osmanlılara bildirildiyse de bu ciddiye alınmadı, çünkü Osmanlı devlet ricali Cebelitarık Boğazının varlığından habersiz idi, diğer bir deyişle Akdeniz’i iç deniz sanıyordu! Uzunçarşılı vakayınüvis Vasıf’dan naklen bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Moskovlu’nun Bahr-i Sefid’e (Akdeniz) donanma ihracını müstahil (olanaksız, saçma) addedenler gark-ı bahr-i şerm oldular (denize batarak utandılar)”. [15, s.393] Ruslar bu donanma sayesinde Mora’da Yunan isyanını başlattıktan sonra Osmanlı donanmasına yöneldiler. Ege Denizindeki çarpışmalar sonucunda Osmanlı donanması Çeşme limanına çekildi. Ancak Kaptan-ı Derya Hüsameddin Paşa’nın büyük hatası sonucu küçük limanın içinde gemiler hareket edemeyecek şekilde konumlanmıştı. Bundan yararlanan Rusların ateşi sonucu önce birkaç gemide çıkan yangın diğerlerine de sıçradı. Sonuçta kaçmayı başaran Kaptan-ı Derya’nın gemisi haricinde tüm donanma yok oldu. [15, s.400]
Coğrafi bilgisizlik konusunda Hammer de Vasıf’dan alıntı yaptıktan sonra diplomat olarak kendisinin şahit olduğu bir olayı anlatmaktadır. Buna göre 1800 yılında Hammer’in tercümanlık yaptığı bir toplantıda Sadrazam (Veziriazam) Yusuf Ziya Paşa ile İngiliz amiral Sidney Smith anlaşmazlığa düşmüşler, çünkü Sadrazam Hint Okyanusu ile Kızıldeniz arasında geçiş olmadığını iddia ediyormuş. Buna karşılık Smith harita açarak durumu kendisine anlatmak zorunda kalmış. [16, s.444]
Tüm bunlarda ilginç olan nokta Osmanlı İmparatorluğu’nun bu coğrafyalarda yoğun faaliyet göstermiş olmasıdır. Akdeniz 16. yüzyılda Barbaros Hayreddin ve Piri Reis gibi devlet hizmetine girmiş korsanlar tarafından neredeyse tamamen kontrol edilmekteydi. Üstelik bunlardan ikincisinin Akdeniz’in ayrıntılı haritalarıyla birlikte seyrüsefer bilgilerini de içeren Kitab-ı Bahriye isimli bir kitabı da vardı. Keza Osmanlı denizcileri Kızıldeniz’e hakimdiler, geçmişte de Hint okyanusunda da Portekizlilerle boy ölçüşüyorlardı. Ancak buralarda oluşturulan coğrafya bilgisini yeni nesillere aktaracak nitelikli eğitim kurumları olmadığı gibi devlet ricalinin kişisel zenginleşmeye ilgi ve merakı coğrafya gibi bilimlere ilgi ve merakının çok üzerindeydi.
18. yüzyıldan itibaren liyakatli ricalin eksikliğinin kronik bir kriz haline gelmesiyle Osmanlı devleti çareler aramaya başladı. Bu konuda başlıca üç yol görünüyordu. Bunlardan birincisi hiçbir ümit vermeyen İlmiye sınıfının kontrolü dışında yeni eğitim kurumları oluşturmak, ikincisi eğitim için daha önceleri aşağı görülen Batı’ya öğrenci göndermek, üçüncüsü ise Batı’dan özellikle askerlik sanatına ve bunun teknik yönlerine hakim nitelikli eleman getirmek idi. İmparatorluğun sonuna kadar bu üç yola da başvuruldu.
Yeni eğitim kurumları açmak ancak Batı tarzı bir eğitim düzeni ile anlamlıydı. Ancak böyle eğitim kurumlarının oluşturulması bir yana, akli bilimlerin öğretilmesi bile imtiyazlı durumlarından memnun olan İlmiye sınıfının şiddetli tepkisine yol açıyordu. Ayrıca Yeniçeriler ve Sipahiler gibi mevcut asker ocakları uzun dönemde kendi varlıklarını tehdit edebilecek bu kurumlara şüpheyle bakıyorlardı.
Osmanlılar orduda Batı tarzı reform konusunda ilk adımı 1716’da Rocheford isimli bir Fransız subayına bir rapor hazırlatarak attılar. Bu tarihten sonra yabancı uzmanlar başta askerlik olmak üzere birçok alanda yoğun olarak istihdam edildiler. 1734’de Üsküdar’da topçuluğun matematiksel ve diğer teknik yönlerinin öğretildiği Hendesehane açıldı. Bu okulun başına eski Fransa elçisi Mehmet Said Efendi atandı. Bu kişinin Fransa’dan getirdiği 22 topçu da okulda görevlendirildi. Ancak bu kurum bir süre sonra Yeniçerilerin baskısıyla kapatıldı. Bu kurumu canlandırmak için yukarıda bahsedilen Koca Ragıb Paşa’nın Veziriazamlığı sırasında 1759 yılında Sütlüce’de bir özel evde gizlice geometri ve matematik öğretimi amacıyla yeni bir kurum oluşturuldu. Tepkilerden çekinen Padişahın ve Veziriazamın bir eğitim kurumunu gizlice açtırması İmparatorlukta gelinen yer açısından düşündürücüdür. Kapatılan Hendesehane okulunun eski öğrencileri nedense işi onur meselesi haline getirip yeni okulun açılmasına karşı çıktılar. Bunun üzerine Padişah III. Mustafa aslen Fransız asıllı olup orduda topçuluk eğitimi için Osmanlı hizmetine giren Baron de Tot’dan karşı çıkanları sınava çekmesini istedi. Sınavda de Tot bunlara bir üçgenin açılarının toplamının kaç derece olduğunu sorduğunda yanıtlayamadılar, sadece içlerinden biri “üçgenine göre değişir” dedi. [13, s.350; 19, s.28-30]
1770 Çeşme bozgunuyla durumun ciddiyetini herkes gördüğünden 1773’de de Tot’un yardımıyla Haliç tersanesinin yanında yine Hendesehane adıyla yeni bir okul açılmasına kimse ses çıkaramadı. Bu okul 1784’de tekrar düzenlenerek Mühendishane-i Bahri-i Hümayun adını aldı ve şimdiki Deniz Harp Okulu’nun temelini oluşturdu. Mühendishane İslam aleminde ilk Batı tarzı eğitim kurumudur. [3, s.100] Okulda La Fayette ve Moniere gibi Fransız uzmanlar ile Gelenbevi İsmail Efendi ve Kasabbaşızade İbrahim Efendi gibi hocalar ders veriyordu. [11, s.501,508] Bu okulu 1795’de topçu ve istihkam subayı yetiştirmek için açılan ve şimdiki Kara Harp Okulunun temelini oluşturan Mühendishane-i Berri-i Hümayun izledi.
II. Abdühamid daha önceki padişahların pek önemsemediği Halifeliği öne sürerek Panislamist bir siyaset izlemesine rağmen eğitimli insan gücü yetiştirmek için bir dizi Batı tarzı okul açtı. Bu okullar kadro ihtiyacını belli ölçülerde karşılamakla birlikte İmparatorluğa Batı’daki özgürlük rüzgarlarının girmesine yol açtılar. Abdülhamid’in gitgide koyulaşan istibdat yönetimine karşı muhalefet önderleri bu okullardan yetiştiler. [8, s.18-19] Bu durumun Batı’nın tekniğini alıp kültürünü filtrelemenin zorluğunu gösteren birçok örneğin ilkini oluşturduğu söylenebilir.
20. yüzyıla gelindiğinde 1912-13 Balkan bozgunu ile Osmanlı ordusunda nitelikli insan unsurunun eksikliği tekrar akut bir biçimde belirgin hale geldi. Bunun hemen sonrasındaki Dünya Savaşında saraya damat olmaktan öte fazla bir özelliği olmayan Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa bir yana bırakılırsa birçok kilit komutanlıkta Almanlar görev yaptılar. Örneğin, Osmanlı Genelkurmay Başkanı Fritz Bronsart von Schellendorf, Donanma Komutanı Wilhelm Souchon, savaşın en önemli cephesi olan Çanakkale Boğazını savunan 5. Ordu’nun komutanı Otto Liman von Sanders idi. Bu durum alt kademelerde de geçerliydi. Örneğin, Çanakkale Deniz Zaferi olarak kutlanan ve 18 Mart 1915’de “Düvel-i Muazzama”nın en güçlü savaş gemilerinden Bouvet, Ocean ve Irresistable’ın batmasını ve Inflexible’ın ağır yara almasını sağlayan mayınlar Nusret mayın gemisindeki Yarbay Geehl komutasında yerleştirilmişti. [20, s.46] Liman von Sanders savaş sonrasında yazdığı anı kitabında Osmanlı ordusundaki yönetim yetersizliklerini ve Alman ordusundaki sorunları anlatmakta, ancak sonradan Ordu Komutanlığı rütbesine yükseltilen Yarbay Mustafa Kemal gibi bazı istisnaların hakkını teslim etmektedir. [21, s.112,318]
2000’li yıllar dinsel dogmalara saygı görüntüsü altında iktidarın nimetlerine yumulan bir siyasi kadronun ülkede yaptığı görülmemiş tahribata sahne oldu: Cumhuriyet döneminde halkın kıt kaynaklarıyla oluşturduğu varlıklar yok pahasına satıldı; dış borç yarım trilyon dolara fırladı; eğitim ve yargı ile birlikte kökleşmiş diğer kurumlar çökertildi; doymak bilmez bir hırsla doğaya adeta düşman muamelesi yapılıp ülke betona boğuldu; “garantili müteahhitler” ile ülkenin sadece bugününe değil geleceğine de ipotek konuldu. Son olarak da tüm dünyanın güldüğü nevzuhur bir iktisat teorisinin “ışığında” Merkez Bankası’nın 100 milyar dolardan fazla rezervi bir sene içinde yok edildi.
Ülkede 2002’den bu yana dünya tarihinde ender görülen yoğunlukta bir servet transferi gerçekleşti. Mütevazı şartlarda yaşayan çok küçük bir azınlık rüyalarında göremeyecekleri servete sahip oldu. Bunun “olaysız” gerçekleşmesi için de “eski” tekelci burjuvaziye bir tür sus payı verildi. Sonuç olarak zengin daha zengin, fakir daha fakir hale geldi. Salgının da etkisiyle artık açlığın konuşulmaya başlandığı bir ortam oluştu.
Tüm bunlar olurken nitelikli kadrolar tasfiye edildi, AKP/MHP’den referansı olmayanın kamuda iş bulması imkânsız hale geldi. İyi eğitimli ve potansiyel olarak üst düzeylerde görev yapabilecek kadrolar bu partilere tenezzül etmeyince niteliksizlik, yalakalık, dinbazlık ve ihsan peşinde her türlü madrabazlık geçer akçe oldu. Her alanda çürüme dalga dalga yayıldı.
Ancak iktidar tüm çabalarına karşı eğitimli işgücü arasındaki muhalefeti kıramadı. Tam tersine, bu kesim kendisine karşı daha da bilendi. Ölçülebilir bir gösterge olarak AKP/MHP’nin eğitimli işgücü arasındaki zayıflığı meslek odalarında belirgindir. Odaların tamamına yakınının yönetimi bu gerici/ırkçı partilere çeşitli yönlerden karşı olan kişi ve gruplardan oluşur. Buralarda anaakım medyanın maddiyatla ve tehditle “fethedilmesi” gibi girişimler işe yaramadığından çoklu baro gibi çareler icat edildi. Bu kapsamda stajyerlere çengel atılması ve kamu avukatlarına tehdit gibi yöntemlerle İstanbul ve Ankara İkinci Baroları için gereken 2000 imza büyük güçlüklerden sonra elde edilebildi. Ancak bu suni yapıların toplumda bir karşılıklarının olmadığı açık, ömürleri de mevcut iktidarın sona yaklaşan ömrüyle sınırlı.
Son zamanlarda AKP’nin erime süreciyle ülke iyice gerçeküstü bir hale büründü. Yurttaşlar devletin tepesinin kayıp (?!) diploma işiyle baş etmeye çalışırken azledilen damat-bakanın doktora tezini danışmanının yazdığı, bu “hizmete” karşılık da bol maaşlı Borsa İstanbul Başkanlığı ve Varlık Fonu Yönetim Kurulu görevlerine atandığı ortaya çıktı. Bir güreşçinin bilgi ve görgüsünden yararlanılmak üzere Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığına atandığı haberini sırasıyla bu kişinin Spor Bakanlığı Yardımcılığına ve Vakıfbank Yönetim Kurulu Üyeliğine atanması izledi. Ancak uzmanlıkları sayesinde üç dolgun maaşın sahibi olan güreşçimizin lise diplomasının sahte olduğu öğrenildi. Neyse ki bağımsız yargı birkaç gün önce bu tatsız duruma müdahale etti: Lise diplomasının sahte olduğunun söylenmesini yasakladı! O günden beri bu zor günlerde ahaliye eğlence çıktı; herkes sosyal medyada durumu birbirine anlatıp “aman sakın diplomasının sahte olduğunu kimseye söylemeyin” diyor.
Yukarıda AKP’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu tekrar canlandırma hayalinden bahsedilmişti. Hakkını teslim etmek gerek: Parti bunu kendi çeperinde Osmanlı türü bir kahd-ı rical yaratarak kısmen başardı. Hem de ekonomik iflas, sosyal çürüme ve her konuda engin bir beceriksizlik gibi sonuçlarıyla beraber dört başı mamur bir kahd-ı rical ile!
Kaynaklar
[1] Mustafa Önsel, Ağacın Kurdu, 7. basım, Alibi Yayıncılık, 2016.
[2] İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, 3. basım, Sosyal Yayınlar, 1995.
[3] Kemal Gürüz, Medrese v. Üniversite, İnkilap Yayınları, 2020.
[4] İsmail Hakkı Uzunçarşılı , Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, 3. basım, TTK Yayınları, 1988.
[5] Katip Çelebi, Koçi Bey Risaleleri, Kabalcı Yayınevi, 2008.
[6] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV. Cilt II. Kısım, 5. basım, TTK Yayınları, 2003.
[7] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye – Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-III, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 6. basım, 2019.
[8] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye – Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-IV, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 8. basım, 2020.
[9] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye – Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4. basım, 2009.
[10] Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye – Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 9. basım, 2020.
[11] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, 3. basım, TTK Yayınları, 1988.
[12] İmam Gazali, Tehafüt El-Felasife, Ahsen Yayınları, 2002.
[13] Murat Belge, Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005.
[14] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II. Cilt, 9. basım, TTK Yayınları, 2006.
[15] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV. Cilt, I. Kısım, 6. basım, TTK Yayınları, 2007.
[16] Joseph von Hammer Purgstall, Büyük Osmanlı Tarihi, 8. Cilt, Üçdal Neşriyat, 1994.
[17] Joseph von Hammer Purgstall, Büyük Osmanlı Tarihi, 6. Cilt, (59. Kitap), Üçdal Neşriyat.
[18] Joseph von Hammer Purgstall, Büyük Osmanlı Tarihi, 2. Cilt, (22. Kitap), Üçdal Neşriyat, 1989.
[19] İlhan Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, TTK Yayınları, 1993.
[20] Ryan Noppen, Osmanlı Deniz Harekatı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016.
[21] Liman von Sanders, Türkiye’de Beş Sene, 3. basım, Yeditepe Yayınevi, 2007.
[22] Halil İnalcık, Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.