Hareketlerin kendilerinde, örgütlenme modelleri, diğer toplumsal hareketlere ilişkin tutumları, talepleri, sınıfsal nitelikleri, paradigmaları açısından belirgin benzerlikler var. Bunun yanında, her iki ülke de neoliberal dünya ekonomisine eklemlenmiş, gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve yoksulluğun arttığı, pandemi ile beraber kriz noktasına ulaştığı, yoksulluğun sistemik hale geldiği, büyük toplumsal sorunlarla boğuşan ülkeler. Yaşadığımız bütün tarihsel tecrübeler gösteriyor ki, böyle zamanlarda emekçi halkın örgütlerinin başını çektiği bir muhalefet koalisyonunun karşı mücadelesi olmazsa siyasal baskının ve demokrasisizliğin artması kaçınılmaz
Türkçesi Sendika.Org’da yayımlanan “AMLO ve Meksika’da Kadın Cinayetleri’’ başlıklı yazıyı Jacobin Magazine’de okuduğumda, Meksika’daki kadın hareketinin pek çok karakteristiğiyle Türkiye’deki kadın hareketinden daha güçlü olduğunu fark ettim: 17 yaşındaki İngrid Escamilla’nın vahşice öldürülmesinden sonra Devlet Başkanı’nın basın toplantısı yaptığı sarayın önünde protesto gösterisi yapıyorlar, hatta beşyüz yıllık sarayın kapısını ateşe veriyorlar; kadın cinayetlerini ceza yasası kapsamından çıkarıp, tahrik sonucu meydana gelmiş saldırı diye tanımlayan yasa tasarısını, yaptıkları protestolar sonucu geri aldırabiliyorlar; daha bu sene 8 Mart yürüyüşünde 80 bin kadın yürüyor, hem de “Baskıcı devlet maço bir tecavüzcüdür” diye slogan atarak; öğrenciler kadın öğrencilere yapılan cinsiyetçi saldırı ve baskılara karşı ülkenin en saygın üniversitelerinden birinde bir fakülteyi 5 ay boyunca işgal edebiliyorlar; federal hükümetin yarısı kadın, yerel idarelerin en üst düzey görevlileri arasında pek çok kadın var; başkent Mexico City’nin belediye başkanı bir kadın ve feminist protesto gösterilerine katılarak destek veriyor; hükümet ve yerel idarelerde üst düzey görevli kadınlar 8 Mart yürüyüşüne katılıyorlar; 17 yaşındaki bir kadının devriye arabasında polisler tarafından ırzına geçilmesinin ardından, öfkeli göstericilerin yürüyüş yolu üzerindeki tarihsel anıtlara zarar vermelerine rağmen hükümet göstericilerin protesto hakkına müdahale etmiyor; 9 Mart’ta yapılan kadın grevine yüzbinlerce kadın katılıyor. Meksikalı kadınların en önemli avantajları, Türkiye’nin tersine, Meksika’da, aşağıdan gelen hareketlere müsamahakâr olan, hatta onu da kendi tabanına katarak seçim şansını arttırmak isteyen bir iktidarın olması.
Türkiye’de kadınların gösteri yapması neredeyse yasak, üstelik gösteri/protesto hakkı bir anayasal hak olarak var olmasına rağmen; polisin protesto hakkını koruyucu değil tehdit edici varlığına rağmen yapılan gösterilerde kadınlar açıkça mevcut yasalara aykırı olan bir polis şiddetine uğruyor, gözaltına alınıyorlar; ne merkezi hükümetten ne yerel idarelerden herhangi bir destek görüyorlar -yerel idarelerin kendileri zaten iktidarın büyük baskısı altındalar ve yetkilerini teker teker kaybediyorlar; son iki yıldır İstanbul’da 8 Mart yürüyüşü polisin engellemesi nedeniyle yapılamıyor; kadınlara karşı şiddetin önlenmesi için etkin soruşturma yürütülmüyor, kadınlara koruma sağlanmıyor, suçlular kolaylıkla indirim alıyor, hatta beraat ettiriliyorlar; kadınlara destek veren pek çok sivil toplum örgütü 2016’daki Fetullahçı darbe teşebbüsünü takiben kapatıldı; kayyuma devredilen Kürt illerindeki belediyelerde kadın birimleri kapatıldı. Türkiye’de, inanılırlığını hızla kaybetmekte olan ve kendi çekirdek destek kitlesine daha çok sarılan, ideolojik hegemonyasını sürdürebilmek için en radikal İslamcı ideologlara sığınmak zorunda kalan bir iktidar var. Öyle ki, İslamcı kanaat önderlerinin baskısıyla İstanbul Sözleşmesi’nde çekilme ya da bazı maddelerinde değişiklik yapma gündeme gelmiş durumda. Bence, her iki kadın hareketi arasındaki en önemli fark siyasal iktidarın kadın hareketi de dahil, demokratik talepler karşısındaki, aşağıdan gelen/sivil toplum hareketleri karşısındaki tutumu. Bunun dışında önemli yanları itibariyle birbirlerine oldukça benziyorlar.
Her iki hareket de merkezi bir örgütlenmeye sahip değil, birbirinden farklı, gevşek gruplar/platformlar olarak faaliyet gösteriyorlar. Ama aralarında bir koordinasyon var ve bu koordinasyon aslolarak birlikte protesto ve dayanışma eylemleri yaptıklarında devreye giriyor. Dayanışma ve protesto eylemlerinin çoğunluğu kadına karşı şiddet etrafında gerçekleşiyor, aslında her iki ülkede de 1980’ler sonrası feminist kadın hareketinin kadına karşı şiddeti durdurmak için ortaya çıktığını, geniş bir toplumsal desteğe sahip olmasının nedeninin de -anlaşılır bir şekilde- bu olduğunu söyleyebiliriz. Hem talepleri hem faaliyet biçimi hem de harekete geçirdiği kadınların toplumsal/sınıfsal profilleri itibariyle bir orta sınıf kadın hareketi olduğunu söylemek de yanlış olmaz.
Meksika’daki hareket hakkında bildiklerim çok sınırlı, ama hem Türkiye’den hem de dünyadaki örneklerinden kalkarak diyebiliriz ki, feminist hareket, kimlik politikası, “identity politics” diye adlandırılan, sahip oldukları bir ortak kimliğin/aidiyetin uğradığı haksızlıklar, şikayetler ve bunları giderecek talepler üzerine kurulu olan (cinsel yönelim, cinsiyet, ırksal, dinsel/mezhepsel ortaklık, engelli olmak, etnisite gibi), merkezi amacı, kapsamlı bir toplumsal dönüşümü hedefleyen geniş koalisyonların bilinçli olarak dışında kalmaktan yana olmak, 1980’lerden sonra yaygınlaşan feminist kadın hareketinin belirgin özelliklerinden biri.
Şüphesiz bunu kadın hareketi içinde yer alan bütün gruplar için söyleyemeyiz. Kadın hareketi içindeki anti-kapitalist kadın gruplarının ilkesel olarak merkezi hedefi kapitalist toplumun radikal bir transformasyonu olmalı. Ancak, feminist kadın hareketinin baskın karakteri -ki, bu karakter, anlaşılacağı üzere, ortak eylemlerde kendisini daha çok gösteriyor, ortaklıkta birleşilmesi gerekiyor- kadınlar ve erkeklerin eşit yurttaş olduğu, toplumsal cinsiyet eşitliğinin ilkesel olarak kabul edildiği, yerleşmesi için teşvik edildiği, merkezi siyasal otorite tarafından kollandığı bir toplum, İstanbul Sözleşmesi’nde yer aldığı gibi. Kadınlar hakkındaki gerici, özgürlüklerini kısıtlayıcı düşünce ve davranışların kalktığı ve bunun yasalarla garantiye alındığı bir toplum istiyorlar. (Mutlaka başka talepleri de vardır, ama derli toplu olarak ele alındığı bir yazıya rastlamadım.) Bu taleplerin gerçekleşebilmesinin aktörü/ajanı olarak feminist hareketi görüyorlar. Buradan kalkarak, kadın hareketine damgasını vuran feminist hareketin paradigmasının demokratik bir kapitalist toplum olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada ciddi bir sorunla yüz yüze geliyoruz: Kapitalist demokrasilerin merkezlerinde, demokrasinin şaşkınlık verici bir şekilde erozyona uğradığı ve kapitalizmin en iyi analizi olan Marksizm’in başta ABD ve Birleşik Krallık olmak üzere yeniden canlanışını yaşadığımız bir dünyada, Türkiye ve Meksika gibi ülkelerin örnek kapitalist demokrasiler olabilme şansları hiç yok.
Yukarıda, kadın hareketi açısından Meksika ve Türkiye’deki farklılıklara değinmiştim. Aslında bu farklılıkların aslolarak iktidarların siyasal eğilimlerinden, dolayısıyla da feminist hareket karşısındaki tutumlarından kaynaklandığını söyledim. Hareketlerin kendilerinde, örgütlenme modelleri, diğer toplumsal hareketlere ilişkin tutumları, talepleri, sınıfsal nitelikleri, paradigmaları açısından belirgin benzerlikler var. Bunun yanında, ülkeler arasında da benzerlikler var. Her ikisi de neoliberal dünya ekonomisine eklemlenmiş, gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve yoksulluğun arttığı, pandemi ile beraber kriz noktasına ulaştığı, yoksulluğun sistemik hale geldiği, büyük toplumsal sorunlarla boğuşan ülkeler. Yaşadığımız bütün tarihsel tecrübeler gösteriyor ki, böyle zamanlarda emekçi halkın örgütlerinin başını çektiği bir muhalefet koalisyonunun karşı mücadelesi olmazsa siyasal baskının ve demokrasisizliğin artması kaçınılmaz. Meksika’da 1,5 yıl önce işbaşına gelmiş sol eğilimli bir iktidar, daha önce onyıllarca iktidarı elinde tutmuş, devletin resmi ve gayri resmi aktörleriyle -narkotik kartelleri gibi- özdeşleşmiş karşısındaki sağ muhalefete, bu ilişkiler etrafında şekillenmiş geleneksel basına ne kadar dayanır bilemeyiz. Kadın cinayetlerini engelleyebilir ya da hissedilir bir şekilde azaltabilir mi? Oldukça zor ve buradaki dinamikler de Türkiye ile benzer bence.
Meksika’da kadın cinayetleri Türkiye’dekinden misliyle fazla, hem mutlak sayı olarak hem de artış hızı itibariyle. 2018’de her gün 10 kadının öldürülmüş olması tek kelimeyle korkunç. Yazıda bahsedilen cinayetler ise belirgin bir şekilde canavarca, Türkiye’dekilere benziyor. Her iki ülkede de benzer sistemik sebepler var. Zaten maço bir kültürün kurbanı olan erkeklerin yoksullaşma ile birlikte, alışılmış ve kendilerinden beklenen ‘eve ekmek’ getirmeyi beceremiyor olmaları, toplumu birbirine bağlayan, sosyal kontrol sağlayan değerler sisteminin de tamamen parçalanması ile canavarlığın ortaya çıkması. Protesto gösterisi yapan kadınlara, hatta lafına kulak asmayan kadına -geçen gün Kadıköy’de maske takmadığı için polisin ceza yazmasına itiraz eden kadına güpegündüz herkesin gözü önünde uygulanan şiddet gibi- şiddet uygulayan polis erkeklere itiraz eden kadına nasıl davranmak gerektiği konusunda da örnek teşkil ediyor bence. Bu sürece Türkiye’de İslamcılığın, Meksika’da Katolisizmin kadın cinselliği üzerinden kadınları hem baskı altına alıcı hem aşağılayıcı ideolojik bombardımanı da eklenince kadınlar yaşanan cinnet halinin hedefi haline geliyorlar. Bu gidişi geri çevirmek, bu krizden radikal demokratik bir ‘yeni’nin çıkmasıyla mümkün, onun da ‘kapitalist demokrasi’ olmayacağını söyleyebiliriz.
Bütün kitlevi desteği olan hareketlerin mücadeleleri çok önemli, feminist hareketin mücadelesi bunların başında geliyor. İçinden geçtiğimiz dönemde yeni kazanımlar elde etmek kolay gibi gözükmüyorsa da, saldırılan her kazanımı militanca savunmak, polis şiddetine karşı durarak sokağa çıkmak, ‘isyanı’ sürdürmek çok kıymetli. Tartışmak, mücadeleyi genel bir radikal demokrasi mücadelesine dönüştürmek, güçleri birleştirmek de en az onun kadar önemli.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.