Pek çok seyirci Hortensia karakterine aşinadır aslında. Hortensia, siyasete otoriter ve faşist ülkelerde katılan devrimci kadın temsillerinden biridir. Bu temsil, kendi halinde yaşayan, bir yandan yoksulluğun, bir yandan ataerkil baskının ağırlığını hisseden kadının, içinde saklı duran olanakları açığa çıkararak, baskı altında bir yaşam yerine kaderini eline almaya karar verdiği ve böylece hem hayalindeki toplum için savaştığı hem de kendisini adım adım dönüştürdüğü bir süreci yansıtır
Kültürel metalarda sık karşılaşılan içerik özelliklerinden biri de gündelik yaşamın, içinde kahramanların olgunlaştığı bir teleolojik akış mahiyetinde sunulmasıdır. Böylesi içeriklere sahip örneklerde, sözgelimi siyasal temalı bir filmde, “sıradan” insanların kahramanlaşmasından ve dolayısıyla kahramanlığın sıradanlaşmasından çok, olağanüstü uzam ve zaman bütünlüklerine, doğuştan sahip olunan becerilere ve sadece belirli kimselerce yaşanabilir trajedilere bağlı olarak kahramanlaşan özel insanlara rastlanır.[1] Başka bir deyişle kurgusal karakter, olay örgüsüne daha en başından ayrıcalıklı bir kimse olarak yerleştirilir. Bu durumda karakterin kendisini koşul ve irade karşıtlığı sonucunda kahramanlaştırması ya da anlatının böylesi bir dolayıma dayandırılması beklenmez. Seyirciye, karakterin içinde bulunduğu koşullara müdahalesi ve beraberinde edindiği dönüşüm yerine, kişisel özgünlük hallerine abartılı değerler de atfedilerek, baştan belirlenmiş bir yolun nasıl yüründüğü sergilenir. Bu sırada seyirciden, belirlenen karakterle(rle) kendisini özdeşleştirmesi beklenirken, alımladığı deneyimleri bir gün reelde de edinebileceği, ayrıcalıkların ona da bahşedilebileceği kulağına fısıldanır. Bunu sınamanın yolu ise uyum, sabır ve dolayısıyla gündelik sorunlarla boğuşma eşliğinde, belirsiz bir bekleme haline teslim olmasıdır. Bireye kültürel metalarda salık verilen bu edilgenliğin, halk arasında yaygın bir siyasal yanılsamayı önemli ölçüde beslediği pekâlâ söylenebilir.
Bahsedilen yanılsama, siyaseten sorumluluk alma ve etken roller üstlenme edimlerinin herkese açık olmadığı, sıradan insanların kendilerini etki sahibi özneler kılamayacakları ve öne çıkan figürlerin de ancak birer “süper insan” olduğu yönünde içeriklere sahiptir. Böylesi bir düşüncenin benimsenmesi, bireyin kendini siyasete aktif katılımdan, dahası örgütlenmeden alıkoymasında önemli bir faktör olarak değerlendirilebilir. Meseleye düzen siyaseti bakımından yaklaşıldığında, bireyin pek çok filmde olduğu gibi “seyirci” konumunda kalması ve etken yapıya sorgulamadan tabi olması, elbette en arzu edilen koşuldur. Buna karşılık sınıf siyasetinde, kitlenin mümkün mertebe örgütlenmesi ve daha fazla insanın sorumluluk alarak yapıya eklenmesi, olmazsa olmaz bir ihtiyaca karşılık gelir. Zira düzenle olan asimetrik çarpışmada, sınıfın nicelik avantajını kullanmaksızın köklü değişimlerde bulunmak asla mümkün değildir. Bu noktada, halkın örgütsüz kesiminin örgütlenmesi, beraberinde halihazırda verili olan örgütlülüğün nicelik ve nitelik bakımından güçlenmesini ve böylece olanaklarını arttırmasını sağlar.
Düzenin çeşitli ikna, baskı ve zor araçlarını kullanarak, bireylerin birtakım toplumsal amaçlar için bir araya gelmelerini engelleme ve onları mümkün olduğunca yalnızlaştırma çabası, siyasal iktidara tepki duyan kişilerin dahi, örgütlenmenin kendisine uygun olmadığı yönünde düşünmesini pekiştirir. Bu mesafelilik hali, devletin halkı yoğun baskı altında tuttuğu ve örgütlü siyaset yapmanın sürekli daha fazla fedakârlık istediği toplumlarda çok daha belirgindir. Öyle ki örgütlülük, çoğu zaman, halk içinden sınıf bilincine sahip bir kesimin kendini nitelikli unsurlar olarak yetiştirmesi ve kitlenin öncüsü, rehberi olma iddiasını taşıması, bu amaçlarla kurumsallaşması şeklinde değil de birkaç insanın özverili çabası olarak anlaşılır.
Herkesle aynı sömürü ve baskı koşullarını deneyimleyen söz konusu “özverili kimseler”in farkı örgütlenmeleri ve böylece “sıradan insanın emek verdiği ölçüde siyaseten yetkinleştiği” bir sürece dahil olmalarıdır. Bunu yapabildikleri ölçüde, düzen karşısında alternatif ilişkilerin inşasına etken biçimde katılır ve kendilerini de bu pratikler üstünden adım adım etkili bir özne kılarlar. Dolayısıyla, pek çok filmde sergilendiğinin aksine ne hatalardan muaftırlar ne de ayrıcalıklı.
Kültürel metalarda karşılaşılan bayağı “özel insan” temsillerinin aksine, kahramanlığın sıradanlaşmasına ilişkin pek çok nitelikli eserden bahsedilebilir.[2] Bu eserlerden biri de La voz dormida (2011) filmidir.
Film, iç savaş sonrası İspanya’yı, seyirciye, Pepita ve Hortensia isminde iki kız kardeşin hikayesi etrafında sunmaktadır. Pepita, Hortensia’yı yabancı bir şehirde yalnız bırakmama düşüncesiyle, Madrid’e taşınır. Hortensia hamiledir ve hapishanede oldukça ağır koşullara maruz kalmaktadır. Pepita, bir yandan hizmetçi olarak çalışmaktayken, bir yandan da düzenli şekilde Hortensia’nın ziyaretlerine gitmeyi ihmal etmez. Bu ziyaretler hem Pepita’nın hem de Hortensia’nın yaşamında önemli bir yere sahiptir.
Her iki karakterin de başarılı şekilde kurgulandığı söylenebilir. Buradaki konu bağlamında ise Hortensia’ya daha yakından bakılmalıdır.
Hortensia, Cordoba’nın küçük bir köyünde, sıradan bir yaşam sürdürmekteyken, kendisini antifaşist mücadele içinde bulmuş, komünist partiye üye olmuş ve iç savaşta birtakım sorumluluklar üstlenmiş genç bir kadındır. Cumhuriyetçilerin iç savaştaki yenilgisiyle beraber, faşistlerce tutsak alınmış ve Madrid’de katliamların sıradanlaştığı kalabalık bir hapishaneye kapatılmıştır. Bu sırada hamile olan Hortensia, hapishanenin ağır koşullarına rağmen örgütlü mücadelede ısrar etmekte ve hem içeriyi hem dışarıyı ilgilendiren önemli sorumluluklar almaktadır.
Hapishane, iç savaşta etken roller üstlenen birtakım örgütlü insanlardan oluşmaz sadece. Öyle ki çoğunluk, yalnızca bir derneğe, sendikaya üye olan ya da ailesinde, çevresinde örgütlü kimseler bulunan, kendi halindeki insanlardan oluşur. Kontrolün devlet adına rahibelerde olduğu hapishanede, yatak, yiyecek, ilaç eksikliği, kötü muamele, psikolojik ve fiziksel işkence, filmde, içinde bulunulan ortamın sıradanlaşmış parçaları olarak sunulur. Bu uygulanan baskı ve zor fiillerinin, tutsakların direncini belirgin ölçüde kırmış olduğu söylenebilir. Direnç, ancak Hortensia gibi birkaç öne çıkan kişi tarafından, belirli tekil dayatma ve saldırı durumlarında ortaya koyulmaktadır. Bunun dışında, faşist marşların topluca söylenmesi gibi uygulamaların, kafasına silah dayanmış bir kimsece, ölüm yerine seçilen zoraki, mekanik eylemler misali icra edildiğine tanık olunur. Seyirciyi rahatsız eden bu örneklere karşı koyulamaması, burada verili örgütlülüğün zayıflığının bir emaresi olarak değerlendirilebilir.
Seyircinin Hortensia’yla ilk karşılaşması filmin başında gerçekleşir. Bahsi geçen sahnede, isimleri okunan tutsaklar, cesareti kırılmış ama dik durmaya çalışan arkadaşlarının veda sözcükleri eşliğinde koğuşlardan çıkarılırlar. Hortensia’nın ismi okunan bir tutsağa söylediği, “Seni ağlarken görmesinler” ifadesi, hapishanedeki güçlü durma çabasının bir özeti gibidir. Bir yandan kendisini hemen herkes gibi çaresiz hissederken, bir yandan da yarasını saklamayı düşmanı karşısında bir erdem olarak kabul eder. Hortensia, kurşun seslerinin akabinde koğuşlardan yükselen sloganlara ve marşlara en önce ve en coşkulu şekilde katılır.
Dışarıyla haberleşme imkânına sahip birkaç kişiden biri olan Hortensia, çeşitli bağlantılar kurar ve gelen haberleri, mektupları, eşyaları kendi koğuşundaki kimselere ulaştırır. Dahası, eline geçen bildirilerin, bültenlerin hapishanede çoğaltılmasına ve dağıtılmasına önayak olur. Ayrıca, hapishanedeki insanların durumlarıyla ilgili dışarıya raporlar gönderir. Hortensia, Pepita’nın Madrid’e gelmesiyle, dışarıya doğrudan müdahalede bulunma olanağı da edinmiştir. Sözgelimi eşiyle iletişim kurmada, Pepita’dan defalarca kendisi için kuryelik yapmasını ister.
Hortensia hem iç savaş sırasındaki hem de hapishanedeki eylemleri nedeniyle faşizmin hedefindedir. Mahkemesi, her benzeri gibi, sadece kötü bir müsamereyi andırmaktadır. Kaldı ki tutsakların komünist olmaları, Franco İspanyası’nda, daha baştan hâkim, savcı ve sözde avukatlar tarafından başlı başına bir suç nedeni olarak kabul edilmektedir. Herhangi bir savunma olanağı olmadığı gibi, tutsaklar tüm süreç boyunca yalnızca hakaret dinlerler. Kararın, çoğunlukla, müebbet hapis ya da idam şeklinde, duruşmalar daha başlamadan belirlendiğini söylemek de burada yanlış olmaz.
Hortensia’ya da “isyana katılmak” gerekçesiyle idam kararı verilir ve idamı doğum sonrasına ertelenir. Buna karşılık Hortensia, herhangi bir suç işlemediğini ve yaptıklarından asla pişman olmadığını, karardan çok önce hâkimin yüzüne söyleme fırsatı bulmuştur.
Pepita, Hortensia için alınan idam kararının belki müebbet hapse dönüşebileceği umuduyla oradan oraya koşturur. Hiçbir çıkış yolu bulamaz ve en sonu ablasına, rahibelerden af dilemesi ve pişmanlık duyduğunu söylemesi için yalvarır. Bunun Hortensia’yı kurtarabileceği inancındadır. Bu sahne seyirci için değerli bir içerik sunar.
Hortensia parmaklıkların arkasında, kendini son derece kötü hissetmektedir. Bir sıkışmışlık içinde, durduğu noktadan herhangi bir kurtuluş olanağı bulunmadığının bilincindedir. Bundan sonra neler yaşanacağını iyi bilmektedir, çünkü pek çok arkadaşını ölüme uğurlamıştır. Kimileri başı dik, kimileri gözyaşı içinde yürümüştür bu yolu. Hortensia ise, koğuş kapısında isimler her okunduğunda, kendisini hep başı dik yürümeye hazırlamıştır. Şimdi de farklı düşünmemektedir.
Belli ki, Hortensia, kendi ölümünü ve sonrasını aklında canlandırmış ve daha birkaç gün önce doğan bebeği için en iyi olacağını düşündüğü kararları Pepita’yla paylaşmaktadır. Bebeğinin eşinde ya da kardeşinde, nihayetinde güvende olmasını istemektedir. Dahası, annesinin kim olduğunu, neler için savaştığını bilmesini, Pepita’nın ona annesinin yazdığı defterleri okumasını ister. Bebeğine miras olarak onurlu bir isim bırakacağı için mutludur. Bu nedenle Pepita’nın af dileme önerisini öfkeyle karşılar ve ona, affedilecek hiçbir eylemde bulunmadığını, faşistlerden af dilenemeyeceğini savunarak karşılık verir. Hortensia kendisini “Hortensia” yapan kimliğinden, eşdeyişle yaptıklarından ve savunduklarından ayrılmanın, hayatının son günlerinde kendisini “yaşayan ölü”ye çevireceğini ve anısını kirleteceğini bilmektedir. Dolayısıyla Pepita’nın bir daha böylesi bir istekte bulunmamasını, ısrar ederse de ziyarete gelmemesini söyler.
Hortensia’nın idamı birkaç gün sonra işleme koyulur. Rahibeler, Tanrı’dan af dilemesini ve yaptıklarından pişmanlık duymasını isterler. Hortensia ise, bebeği için zorbalardan arınmış bir İspanya düşlediğini belirterek, af dilemeyi bir kez daha reddeder. Hep kendini hazırladığı gibi, bir damla gözyaşı dökmeden, ölüm mangasına doğru başı dik yürür. Silahlar ateşlenmeden hemen önce son sözleri, “Yaşasın Cumhuriyet” olur. Sevdiği insanın ölümünden haberdar olmadan hayata veda eder. Bebeği, dilediği gibi kardeşi Pepita’ya verilir.
Pek çok seyirci Hortensia karakterine aşinadır aslında. Hortensia, siyasete otoriter ve faşist ülkelerde katılan devrimci kadın temsillerinden biridir. Bu temsil, kendi halinde yaşayan, bir yandan yoksulluğun, bir yandan ataerkil baskının ağırlığını hisseden kadının, içinde saklı duran olanakları açığa çıkararak, baskı altında bir yaşam yerine kaderini eline almaya karar verdiği ve böylece hem hayalindeki toplum için savaştığı hem de kendisini adım adım dönüştürdüğü bir süreci yansıtır. Aynı zamanda hatalar da yapan, yaptığı hatalarla yüzleşen, ağır koşullar karşısında iradesini pekiştiren ve böylece fedakarlığı öğrenen, eyleyen sıradan bir kişinin kahramanlaşmasını sergiler.
Dipnotlar:
[1] Bu gibi örneklerin kültürel metalardaki karşı kutbu ise, koşulların olumlanması için bireyin rolünün yok sayılması şeklinde düşünülebilir. Böylesi içeriklerin amacı, verili toplumsal koşulların seyirciye bir cennet misali sunulmasıdır.
[2] Burada, elbette, eser niteliğine sahip üretimlerde böylesi bir koşulun asla olamayacağı savunulmaz. Sözgelimi burjuva içerikli dramaların çoğunda da “özel insanlar” anlatısına rastlanır. Lakin bunlar, gerekçelendirme, kapsam gibi bağlamlar üstünden kültürel meta örnekleriyle kıyaslandığında, pek çok nicel ve nitel farkla karşılaşılır. Bu farkları vurgulamak için kültürel metalara “bayağı” nitelemesi pekâlâ koyulabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.