Üç operasyon bölgesinden sonra 50’den fazla TSK noktasıyla korumaya alınan bir cihatçı emirliği olan İdlip’te de TL’nin tedavüle sokulması, siyasal karşılığı büyük bir ekonomik kopuş demek
ABD Senatosu’nun 17 Aralık 2019’da kabul ettiği, Başkan Donald Trump’ın da 20 Aralık 2019’da imzaladığı “Sezar Yasası” ya da tam adıyla “Sezar Suriye Sivil Koruma Yasası” (Caesar Syria Civilian Protection Act), 17 Haziran’da yürürlüğe girdi. Suriye’ye yönelik bugüne kadarki en sert ekonomik yaptırımları öngören bu yasa ile Beşar Esad ve eşi Esma Esad başta olmak üzere aralarında üst düzey Suriyeli yetkililerin de olduğu 39 kişi yaptırım listesine alınmış oldu.
“Sezar Yasası” ile ABD’nin başlıca hedeflerinden biri Suriye’nin yeniden inşası sürecini baltalamak. Bu kapsamda, yeniden inşa projelerinden askeri faaliyetlere, havacılıktan petrol ve doğalgaz üretim endüstrilerine Şam yönetimiyle iş yapacak yabancı kişilere yaptırım uygulama yetkisi veriliyor.
Ancak yasa, henüz yürürlüğe girmeden Suriye piyasalarını vurmaya başlamıştı. Geçen hafta 1 dolar karaborsada 3 bin Suriye lirasına kadar yükseldi ve temel gıda ürünlerinin fiyatlarında da ani artış yaşandı. Bunun üzerine Suriye Merkez Bankası, piyasadaki baskıyı hafifletmek için resmi dolar kurunu 704’ten 1256 Suriye lirasına yükselttiğini duyurdu. Dolayısıyla ABD, yaptırım silahıyla “rejimi” cezalandırmaktan çok, pandemi günlerinde Suriye halklarını açlığa mahkûm etmiş oldu.
Öte yandan bu insanlık dışı yaptırımlar, Suriye’deki askeri ve politik durumu daha da sarih hale getirdi.
Nasıl mı? Yasa yürürlüğe girmeden önce yapılmış üç açıklamaya dikkat çekerek başlayalım.
Türkiye’nin de “terör örgütü” kabul ettiği Heyet-i Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) siyasi yapısı “Kurtuluş Hükümeti”: “Suriye lirasının sürekli düşüş yaşaması ve çalışanların maaşlarını Suriye lirasıyla değiştirmeyi istememeleri nedeniyle Hükümet maaşların Türk lirasına değiştirilmesi kararı çalışanlar tarafından büyük bir sevinçle karşılandı.” (11 Haziran)
PYD Eş Başkanlık Konseyi Üyesi Aldar Halil: “Yasanın sadece rejim, İran ve Rusya’nın kontrol ettiği bölgeleri kapsadığını söylüyorlar. Fakat pratikte öyle değil. Hala tüm bölgeler birbirine bağlılar (…) Biz Suriye lirası kullanıyoruz. Suriye’den ayrılma gibi bir düşüncemiz de yok. Yeni bir para birimi çıkarma gibi bir planımız da yok (…) Ayrıca bu siyasi bir karardır. Bizler bu ülkenin bir parçasız ve böyle bir gündemimiz yok.” (12 Haziran)
İki gün sonra da PYD öncülüğündeki çatı örgütü Demokratik Toplum Hareketi (TEV-DEM), yasayı “ekonomik savaş” olarak nitelendirdi, halka açlık dayatılarak ahlak dışı bir siyaset yürütüldüğünü belirtti ve Şam’a diyalog çağrısı yaptı.
Bak sen şu işe! “Bölücü” olmakla itham edilen Kürtler ne diyor, “Suriye’nin birliği, beraberliği ve bütünlüğü için” Afrin, Azez-Bab-Cerablus ve Tel Abyad-Resulayn hatlarını kontrol eden, İdlip’i onlarca askeri noktayla çeviren Saray-AKP iktidarı ne yapıyor… Bu bölgelerdeki PTT’ler aracılığıyla “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası” yazılı balyalar ve “Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü” yazılı kutularda paralar piyasaya sürüldü. Londra merkezli, muhalif Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne (SOHR) göre, bazı İdlipli tüccarlar ve simsarlar ve döviz bürosu sahipleri Şam’ın kontrolündeki bölgelerden Suriye lirası karşılığında dolar topluyor, ardından İdlip’te bu dolarlarla TL alıyor. Üç operasyon bölgesinden sonra 50’den fazla TSK noktasıyla korumaya alınan bir cihatçı emirliği olan İdlip’te de TL’nin tedavüle sokulması, siyasal karşılığı büyük bir ekonomik kopuş demek.
TÜİK verilerine göre 2016’dan bu yana her yıl Türkiye’den Suriye’ye yaklaşık 1,8 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirildi. Suriye’den ise 2019’da yaklaşık 118 milyon dolarlık ithalat yapıldı. Afrin’den zeytin ve zeytinyağı, Azez-Bab’dan patates, Tel Abyad’dan hububat, İdlip’ten fıstık…
Yani aslında “Suriye topraklarında gözümüz yok” çıkışları sözden ibaret. İdlip’ten Resulayn’a, buradan da IKBY topraklarına kadar her adımda Saray-AKP iktidarı ve ortağı MHP tarafından öne çıkarılan, dillendirilen yegâne söylem; “Misak-ı Milli sınırları”.
8 Haziran’da Bahçeli bir kez daha “Ne işimiz var Suriye ve Libya’da?” diyenlere çıkışırken “Vatan müdafaasının sınır hattı Misak-ı Milli Haritası’nın son eşiğinden başlayacaktır. Türkiye’nin haklarından, tezlerinden, ülkülerinden ödün vermesi milli şerefini tartışmaya açacaktır” diyordu. Nitekim Erdoğan da daha önce birçok kez Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığını Misak-ı Milli sınırları içinde olmak şeklinde nitelemişti.
Suriye ve Libya’ya yönelik askeri müdahaleler, IKBY ve Irak topraklarındaki operasyonlar… Türkiye’nin bu adımları, aralarındaki birçok ihtilafa rağmen Arap ülkelerinin de tepkilerine yol açıyor. 10 Haziran’da Arap Birliği “Ankara’nın müdahaleleri endişe yaratıyor, zira iyi komşuluk ilkeleriyle örtüşmüyor” derken, Bağdat yönetimi de Ankara’ya iki kez nota verdi. Muhtemeldir ki yüksek koltuklarında oturanların bunlara karşı tavrı “Muhatabım değilsin, seviyemde değilsin” şeklinde. Ancak tüm bunlar Libya’dan Suriye’ye, Irak’tan Somali’ye sahadaki Türkiyeli unsurları hedef haline getirmekten başka işe yaramıyor.
Bunlar arasında, son dönemde en fazla kaybın olduğu İdlip’e ayrı bir parantez açmakta fayda var. Şubat ayından bu yana 64 asker yaşamını yitirdi İdlip’te. Ve yanı başımızda göz göre göre büyütülen bu tehdit, artık daha da kontrolsüz.
İdlip’teki kayıpların büyük kısmı Suriye ordusu/Rusya ile yaşanan çatışmalarda gerçekleşmiş olsa da TSK birlikleri, 5 Mart’ta Türkiye ve Rusya arasında sağlanan Moskova Mutabakatı’nın ardından M4 otoyolu üzerinde başlayan ortak devriyeler nedeniyle El-Kaideci gruplar tarafından da hedef alınıyor. 19 Mart’tan 16 Haziran’a kadar TSK’ye yönelik en az 7 saldırı gerçekleşti:
19 Mart’ta El-Kaide bağlantılı Hurras ed-Din’in, TSK konvoyuna yönelik saldırısı sonucunda iki asker yaşamını yitirdi, bir asker de yaralandı.
24 Mart’ta TSK konvoyunun İdlip’in güneyindeki Sfuhun köyünden geçişi sırasında militanların yola döşediği mayın patlatıldı ve iki Türk askeri yaralandı. Olayı, Rusya Savunma Bakanlığı duyururken, Milli Savunma Bakanlığı’ndan herhangi bir açıklama yapılmadı.
13 Nisan’da ise Rus askeri polisi ve TSK’nin M4 otoyolu üzerindeki ortak devriyesi öncesi HTŞ yanlıları yolu kesti, bunun üzerine Türk kolluk kuvvetleri kitleyi dağıtmaya çalıştı. HTŞ yanlıları ile jandarma-polis çatıştı.
İdlip’te 13-19 Nisan tarihlerinde de cihatçı gruplar arasında gerilimin tırmanmasından TSK’nin bölgeye yığınak yapmasına, HTŞ komutanlarının hedef alındığı suikastlardan Suriye ordusunun cihatçı grupların mevzilerine yönelik top atışlarına kadar bir dizi sıcak gelişme yaşandı.
26 Nisan’da İdlip’te M4 otoyolu üzerinde Türk-Rus ortak devriyesine karşı çıkan HTŞ yanlılarına yönelik jandarma müdahalesi sonrası TSK ile HTŞ militanları arasında çatışma yaşandı. Bazı askerler yaralandı.
27 Mayıs’ta Cisr eş-Şuğur kırsalındaki El-Gassaniye yakınlarında TSK konvoyuna yönelik saldırı sonucu bir asker yaşamını yitirdi.
5 Haziran’da İdlip’te zırhlı ambulans aracına yapılan saldırıda bir asker yaşamını yitirdi, iki asker de yaralandı.
Milli Savunma Bakanlığı, İdlip’te cihatçıların 26 Nisan’daki saldırısında yaralanan bir askerin 7 Haziran’da, cihatçıların zırhlı ambulansa yönelik 5 Haziran’daki saldırısında yaralanan bir diğer askerin ise 12 Haziran’da yaşamını yitirdiğini duyurdu.
16 Haziran’da ise M4 otoyolundaki Türk-Rus ortak devriyesi sırasında bir patlama yaşandı. Patlama sonucu sadece bir Rus zırhlı personel taşıyıcıda küçük çaplı hasar oluşurken, Rusya Savunma Bakanlığı bombalı saldırı gerçekleştiğini belirterek olaydan cihatçı grupları sorumlu tuttu.
ABD’nin bu kapsamlı saldırı stratejisi içinde AKP de rol alıyor. Üstelik bunu, hem Rusya ile gerilimi tırmandırmayı göze alacak hem de TSK’ye saldıran cihatçılara hamilik yapacak biçimde yapıyor. Emperyalizm işbirlikçiliğini elden bırakmayan ama onun hâkimiyet krizinin yarattığı boşlukları da fırsata çeviren bir fetihçilik!
***
Rojavalı Kürtler ise bir yandan Barzani türü bir işbirlikçiliğe zorlandıkları süreçten geçerken diğer yandan Şam’la ipleri koparmamaya çalışıyor.
ABD arabuluculuğunda 16 Haziran’da, Barzani çizgisindeki Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ile QSD öncülüğünde kurulan Kürt Ulusal Birliği Partileri (PYNK) arasındaki uzlaşma bunun bir sonucuydu. Kürtler bunu reddetmiyor ama çok zor bir denklem olsa da “Seçeneksiz değiliz” mesajı vererek, ABD’yle ilişkilerini Şam’la müzakerede ellerini güçlendiren bir koz olarak görüyor. Kısacası ikili ilişkiler düzleminde siyah ya da beyaz yok. Gri alanlar var…
Ancak şurası açık; AKP-MHP ittifakının çıkarları giderek Türkiye’nin çıkarlarından ayrışıyor. Bölge halklarının çıkarları ise emperyalizm ve işbirlikçi siyaset karşısında eşitlikçi bir zemin üzerinde dayanışmadan geçiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.