Elbette bu düzen kendi kendine çatırdayıp çökmeyecek; ama bugünkü durumun sürdürülemezliğini apaçık hale getiren esaslı kırılmanın çatırtıları her yerden duyuluyor
Türkiye Cumhuriyeti devleti, bilhassa NATO’ya dahil olduğu 1950’lerden bu yana bir kontrgerilla cumhuriyetidir. Zaman zaman kullanmaktan kaçınamadığımız ifadeyle “derin devlet” diye bir şey yoktur, devlet vardır. “Derin devlet”, en fazlasından devletin kurucu-yönetici merkezinin kendini “örtme” yönelimini ifade ettiği oranda anlamlıdır.
Aslında en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde dahi sahnede görünen demokrasi oyununun arkasında, “oyun kurma” misyonuyla görevli yapılar olduğu, örneğin ABD’de Ulusal Güvenlik Konseyi ve uzantısı birimlerde görevli yaklaşık bin kişilik bir kadro yapısının bu işle iştigal ettiği ve milyonluk askeri-bürokratik aparata hükmettiği biliniyor. (bkz.İstisnasız Demokrasi – Fazıl Ahmet Tamer / Demokrat Haber / 13.4.2020)
Elbette kapitalist-emperyalist merkezlerde oldukça dolayımlı bir düzenekten söz etmek mümkündür ve bu “dolayım” basitçe “aldatmaca” olarak nitelenemez. Avrupa’da Magna Carta’dan (1215) bu yana, Rönesans, Reform, Aydınlanma, burjuva devrimleri, işçi hareketleri, anti-faşist mücadelelerin kazanımları üzerinde yükselen demokratik birikim, tekelci burjuvazinin hoyratça hükmetmesini engeller. Emekçilerin tarihsel kazanımlarının basıncıyla burjuva demokratik yapının derinliklerine “gömülmek” ve bu dolayımları gözeterek hükmetmek zorundadır tekelci burjuvazi ve onun askeri-bürokratik yönetici çekirdeği. Fakat 1920-30’ların krizleri türünden zorlanmalarda, tüm demokratik kazanımlar yerle bir edilir (tabii işçi sınıfı ve devrimciler ezilebildiği oranda) ve tekelci burjuvazinin çıplak terörcü egemenliği devreye girebilir. Kapitalizm yaşadığı sürece de bunun tekrarlanmayacağını kimse garanti edemez.
Demokratik geleneğin zayıf olduğu Türkiye gibi ülkelerde ise egemenler dolaysız çıplak zorla, oligarşik yapılarla, kontrgerilla aygıtlarıyla yönetmeye her zaman daha teşne, bir bakıma da mecburdurlar.
Türkiye kontrgerilla devleti, genellikle belli ideolojik formasyonlara (Türkçülük, ırkçılık, ulusalcılık, dincilik) bağlı yapıların koalisyonu (ve elbette ki koalisyon içi güç kaymaları, iktidar mücadeleleri) biçiminde yapılanmıştır. “Tehdit” tanımına göre ve konjonktürel dengelere bağlı olarak şu veya bu ekip öne çıkar. Hepsinin ortaklaştığı temel mesele, müesses nizama tehlike teşkil eden Kürt hareketinin, solun bastırılması, Aleviler ve Hristiyan azınlıkların kontrol altında tutulmasıdır. Eskiden buna müesses nizam içi iktidar dengelerinde öne çıkması engellenmek istenen “şeriat” tehdidi de dahildi. “Şeriatçılık-dincilik”, sola baraj olabildiği kadarıyla lazımdı devlete, iktidara gelmesi ise “tehlikeli” idi. 28 Şubat 1997’de Erbakan hükümetinin düşürülmesi bu yöndeki son etkili hamle oldu. 2004-2007 arasında askeriye katında bu refleksten kaynaklanan hareketlenmeler ise akamate uğradı; daha doğrusu murat ettiklerinin aksine neoliberal dinci faşist yapının iktidarını tahkim etmesine vesile oldu.
Köprülerin altından çok sular aktı. Dün halkı şeriat umacısıyla korkutup postala razı etmeye çalışanlar, bugün “şeriatçı” diye niteledikleriyle ve üstelik onların komutasında Suriye’de, Libya’da at koşturuyor, Kürdistan’ı mezarlık sessizliğine gömmekle (beraberce) övünüyorlar.
Vatan, Millet, Sakarya
Kontrgerilla devleti göle atılan taş gibidir; taş görünmez olur ama yarattığı dalgalanma her dönemin vurguncu burjuvalarından basın imparatorluklarına, ekonomiden kültüre, temel politik yönelimlerden eğitime kadar toplumsal yaşamın her zerresine dalga dalga yayılır. Özal döneminde Çatlıları göreve çağırarak tahkim edilen yapı (elbette öncelikle Kürt hareketini bastırma misyonuyla tahkim edilen bir yapıydı bu) ekonomide ENKA’ları, Şarık Tara’ları, Cavit Çağlar’ları vb. öne çıkardı. Epey kargaşa yaşandı o dönemde de: Özal suikaste uğradı, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay istifa etti, sonunda Özal şaibeli şekilde öldü vs. Ardından Özal döneminin bazı yıldızları (Çağlar gibi) kollanmakla birlikte, yükselen Kürt hareketini bastırmak için deyim uygunsa devletin mafyalaştığı dönem geldi. Demirel’in koordinatörlüğünde Ağar, Çiller, Çatlı gibi isimlerle anılan bu dönemin karakterini, lafı hiç dolandırmadan bir devlet bakanı tanımladı: “100 milyar dolarlık eroin Hakkari’den girer, Edirne’den çıkar, asker, polis de bu konvoylara eskortluk eder.” (bkz. Dönemin MHP’li Devlet Bakanı Şevket Yahnici’nin gazetelere verdiği demeç.) Askeri panzerlerin, helikopterlerin eroin taşımakta kullanıldığı mahkemelere taşındı o günlerde. (bkz. Yüksekova Davası.) Zindaşti adlı uyuşturucu kaçakçısına aracılık eden Erdoğan’ın danışmanı dini bütün Burhan Kuzu’nun kulakları çınlasın, ne de olsa devlette süreklilik esastır!
Uzun siyasi analizlere gerek yok. Ne zaman ki, “Vatan-Millet-Sakarya” edebiyatı ayyuka çıkarsa, halkımız arkasını sağlama almanın yollarını aramalıdır. Bilinmelidir ki, bu feryatlarla havalanan toz duman durulduğunda, halk biraz daha yoksullaşmış, biraz daha düşürülmüş bulacaktır kendini: Türkiye’nin “ekonomi-politiğinin” temel yasası budur. Bahadır Özgür, Duvar’da çıkan yazısında (İnşaat Depremi – 14 Nisan 2020) inanılmaz bir çarpıcılıkla resmetti bu ekonomi-politiği. Aralarında Kolin, Cengiz, Kalyon gibi isimlerin bulunduğu (“hamili kart yakınım olur” holdingleri de diyebiliriz) 7 büyük inşaat firmasının aldıkları ihaleler, 2016-2018 yılları arasında istatistik çubuklarını patlatacak kadar zirve yapmış! Biz en çok ne duyduk bu yıllarda? Sözü mü olur, elbette Vatan-Millet-Sakarya! Hah, işte o toz duman arasında malı götürmüşler! Mehmet Cengiz o meşhur küfründe bu günlerin sinyalini veriyormuş meğer.
Her dönemin yükselen-alçalan vurguncu burjuva klikleri olduğu doğru, peki bütün hikâye onlar etrafında mı dönüyor? Hayır. TÜSİAD’da kümelenen güzide büyük burjuvazimiz, karlarını artırdığı sürece sütre gerisinden izler olan biteni, ara sıra demokrasi falan ister, ama en sevdiği türkü “gelen ağam giden paşam”dır. Onlar hancıdır; türedi vurguncular, tepişip duran kontrgerilla klikleri ise yolcu, bu simbiyoz ilişki böylece sürer gider.
Elbette Erdoğan iktidarı ile epey bir değişiklik, sarsıntı oldu, burada ele alınamayacak kadar geniş bir konu bu. Ama bazı geleneksel çizgiler, temel bazı refleksler “devlette süreklilik” gereği berdevam.
“Hükümet bizim programımızı uyguluyor”
Bu uzun girizgâh Süleyman Soylu’nun istifasına gelebilmek içindi. Bunca hafızasızlığın ya da Erdoğan öncesi “güllük gülistanlık yurdumuzun” hatırlanması için az bile bu türden girizgahlar.
Bilindiği üzere Erdoğan’ın Fethullahçılar ile ittifakı kanlı bir şekilde bozuldu. Üstelik bu kanlı iç çatışma, rejimi krize iten ve yanı sıra yayılmacı ihtiraslarını kamçılayan çok önemli iç ve dış gelişmelerle çakıştı. Suriye savaşının başlamasıyla Amerika, Türkiye devletinin koordinatörlüğünde cihatçıları Suriye’ye taşıdı, MİT ve CIA Libya’dan taşıdıkları silahlarla eğitip-donattılar bunları. Emperyalistlerle ortaklaşa girişilen bu kanlı işte Türkiye egemenleri kendi neo-Osmanlıcı planlarıyla yol almak istediler. Bu arada Kürt hareketinin tasfiyesiyle sonuçlanmayacağı anlaşılınca barış süreci sonlandırıldı, Kürt savaşı yeniden hız aldı. Erdoğan rejimi, Suriye yangın yerine dönüşmüşken Kürtleri de “aradan çıkarmayı” umdu, fakat evdeki hesap çarşıya uymadı.
Gezi tam da bu süreçte patlak verdi. Şiddeti ve sürekliliği sınırlı olsa da Gezi, Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olaydır; egemenlerde yarattığı ürküntü de o oranda büyük oldu. Ve Gezi’nin siyasi tezahürlerinden biri 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin barajı aşması oldu. Bu da çok sarsıcı bir gelişmeydi, “bölücüler” (ve “yıkıcı” sol) üçüncü parti olmakla kalmıyor, AKP’yi tek başına iktidardan düşürüyor, üstelik Selo, “Seni başkan yaptırmayacağız!” diye deklare ediyordu tutumunu. Bunların üzerine Haziran seçimlerinden bir yıl önce Kobanê’deki Kürt kazanımını, Kobanê ile dayanışmak için 6-8 Ekim 2014’te Kürt illerindeki yerel ayaklanmaları ekleyin. Yetmezse “FETÖ” darbesiyle tüy dikin! Bu manzaranın toplamı devlet kriziyle içi içe geçmiş ağır bir siyasi kriz demektir ve rejimin karşılığı da krizin ağırlığı oranında oldu: Neredeyse ortalığı dümdüz eden karşıdevrimci devlet terörünün (örtülü bir darbe süreci de denebilir buna) zembereği bu “manzara-yı umumiyeye” yanıt olarak boşaldı.
Elbette bu faşist terör rejimi plansız programsız yapılandırılmadı. 2014 Ekim’inde yapılan MGK toplantısında kararlaştırılan “Çöktürme Planı” ile karar altına alındı ve süreçte adım adım uygulandı. Haziran 2015 seçimlerinden bir ay sonra gerçekleşen Suruç katliamının ardından Doğu Perinçek’in yaptığı açıklama moda tabirle “manidardır”: “Hükümet bizim programımızı uyguluyor”. “Programın” devamı 10 Ekim Ankara Katliamı, Sur’un, Cizre’nin yerle bir edilmesi, HDP’li eş başkan ve vekillerin tutuklanması, kayyumlar, gazete-TV kapatmalar, hapishanelerin dolması, KHK tasfiyeleriyle vb. geldi.
Bu süreç devlet ve kontrgerilla katında yeni ittifakların, yeni bir dizilişin de işaretiydi aslında. Ergenekon-Balyoz davaları apar topar sonlandırıldı ve Silivri’den daha dün çıkan Perinçek yukarıdaki açıklamayı yaptı: Bu demeç yeni ittifakın ilk sinyallerinden biriydi. Ardından Bahçeli, Erdoğan’a başkanlığın yolunu açan öneriyle ortaya çıktı ve tablo tamamlandı.
Erdoğan, SADAT adlı paramiliter aparatın başındaki emekli general Adnan Tanrıverdi ile kendi kontrgerilla ekibini inşaya girişti. MİT üzerinden Suriye’deki cihatçı yapılarla geliştirilen ilişkiler, Osmanlı Ocakları vb. yapılar da bu alandaki rezervler olarak el altında tutuluyor. Emekli askerleri partisine dolduran Perinçek’in sözcülüğüne soyunduğu Avrasyacı yapı da yeni kontrgerilla koalisyonunda yerini aldı. Eh, konrtgerillanın geleneksel damarı Türk ırkçıları ve sözcüleri Bahçeli olmazsa eksik kalırdı bu zehirli bileşim: Son beş yılı cehenneme çeviren yapının unsurları bunlardır. Ağar ekibinin adamı olarak 2012’de AKP’ye giren Süleyman Soylu bu faşist ittifakın/sentezin adamı olarak Polis ve Jandarma teşkilatının başına getirilen cevval İçişleri Bakanı’dır! Bu yüzden onun “istifası” Ulaştırma Bakanı’nın görevden alınmasına benzemez; rejimin omurgası olan kontrgerilla ittifakındaki çatırdamaya, sancıya vs. işaret eder, her halükârda önemli bir olaydır.
Kırılgan ittifak
İttifak, tek adamlığa/şefliğe soyunan bir lider için ister istemez güç ve yetki paylaşımıdır; ittifakın diğer bileşenleri açısından ise hızla yeni mevziler kazanma iştahıdır: Çatışmanın dinamiği budur. Biz bunun somut biçimlerini bilemeyiz, fakat alttaki kaynamayı gösteren ve suyun yüzüne vuran “kabarcıkları” iyi okumakla mükellefiz. Fethullah ile ittifaktan ağzı yanan Erdoğan, “mecburen” iş tutmak zorunda kaldığı yeni müttefiklerinin, örneğin İçişleri Bakanlığı gibi kilit bir mevzide aşırı güçlenmesini muhakkak ki “tehlike sinyali” olarak okumaktadır: Soylu meselesi bu (vb.) bağlamda önemlidir.
Erdoğan, tek adamlığa doğru ilerledikçe paradoksal olarak güçsüzleşti, müttefiklerine mecbur, hatta mahkûm hale geldi. Artık Bahçeli’nin desteği olmaksızın iktidarını koruması mümkün değildir ve Bahçeli bu durumu tepe tepe kullanıyor. Bu dengeler içinde çaplarını aşan bir rol oynayan Avrasyacılar, Ağar ekibi, Süleyman Soylu’lar tabloyu daha da ağırlaştırıyor Erdoğan açısından; adeta birbirine çatılmış bir mızrak kümesinin üzerinde oturarak hükmetmeye çalışıyor. Altındaki mızrak kümesi Erdoğan’ın ağırlığı sayesinde bir arada duruyor; fakat üzerinde oturan için pek konforlu bir koltuk sayılmaz bu “taht”. İstanbul seçiminin kaybedilmesi, Suriye’deki ağır tablo, mülteci meselesi, ekonomik kriz derken Korona salgını rejimin menteşelerini yerinden oynatıyor; hem aşağıdan, halktan gelen şimdilik sessiz memnuniyetsizlik hem de devlet katındaki kırılgan ittifakların yarattığı gerilim Türkiye’yi hızla tarihsel bir kırılma anına yaklaştırıyor. Soylu “sayın Cumhurbaşkanım” dedi, yok Pelikancılar böyle dedi, öbürü feşmekan söyledi vs; bunların hepsi alıklar oyalansın diye ortalığa atılan yemlerdir ya da tersine, bu yemlerle uğraşmak hakikatten alıklaştırabilir insanı.
Tepedeki tepişme bakımından Korona salgınının da pek bir önemi yoktur ya da birbirlerine karşı kullanabilecekleri kozlar sağladığı sürece önemlidir “salgın”, halk sağlığı bakımından değil. “Yeni Türkiye” korona-morona dinlemiyor tam gaz “yola devam” ediyor. Kanal İstanbul ihalesinin ayaklarından biri tamamlandı bile -bir memur/bakanın başını yese de. İki milyar dolarlık Aydın-Denizli otoyol ihalesi de öyle. Salda Gölü’ne kepçeler, dozerler “medeniyet” taşıyor. Atatürk Havalimanı Terminal Binası hemen ve ucuza hastane olarak kullanılabilecekken, üç yüz milyon dolarlık kullanılır haldeki pist kırılarak hastane inşaatına başlandı! Ne güzel değil mi? Durmak yok, yola devam! Eskişehir’de belediyenin aşevi hesapları bloke edildi, garibanın kursağına giren lokmaya göz dikildi; tıpkı belediyelerin yapacağı yardımların engellenmesi gibi. Uyuşturucu kaçakçılarına, katillere, tecavüzcülere hapishane kapıları açıldı. Diyarbakır’da kayyum belediyesi halka sahte dezenfektan dağıttı. “Medeniyetimizin” misafiri göçmenler Meriç kıyılarından toplanıp, alt alta üst üste toplama merkezlerine dolduruldu. Korona kargaşasında Suriye ve Libya’ya askeri, paramiliter, devlet destekli cihatçı yığınağı tam gaz devam ediyor. Ve sonunda, bir Kürt anaya evladının cenazesi postayla gönderildi… Durmak yok yola devam! Böylesi tabloda S. Soylu’nun Korona meselesi vs. yüzünden istifa ettiğini hala düşünen varsa, Allah selamet versin! Korona kaynaklı sorunlar, ancak birbirlerine karşı koz sağladığı oranda “işlevlidir” onlar için; iktidarlarını ve iktidardaki pozisyonlarını zora sokmadığı sürece halkın kırılıp gitmesi zerrece umurlarında olmaz.
Sürdürülemez bir gerilimin karşısında
Süleyman Soylu hamle üstünlüğünü ele alarak, istifa üzerinden bir güç yoklamasına girişti ve şimdilik kazandı. Pazarlığa giriştiği odak Pelikancılar değil, düpedüz Erdoğan’dır. Erdoğan iki saatlik bekleme süresinde koalisyon ortaklarıyla ne gibi pazarlıklar yaptı bilemeyiz, Bahçeli’nin Erdoğan’ı aradığını iktidara yakın bazı yazarlar yazdı. Soylu’nun geri dönmesinin ardından Bahçeli ve Perinçek kutlama mesajları yayımlayarak pozisyonlarını açık ettiler. Fakat belki de asıl önemli hesaplaşma sosyal medya savaşında yaşandı. Soylu’yu destekleyen bir milyona yakın tweet’e karşılık Pelikancıların (yani Erdoğancıların) kampanyası nal toplayarak yüzbin civarında kaldı; iki saatlik düşünme süresinin sonunda Erdoğan’ı “ikna eden” temel etkenlerden biri bu olsa gerek.
Bu tablodan üç temel sonuç çıkarabiliriz.
- İstifa olayının merkezi siyasi önemi Soylu’nun “güç kazanması” değil, Erdoğan’ın güç kaybettiğinin aşikâr hale gelmesidir. Soylu, Erdoğan ile aşık atacak çapta bir siyasi figür değildir; ama yaptığı test edici hamle Erdoğan’ın güç kaybettiğini, gerilim ve çekişme içinde olduğu müttefiklerine hem muhtaç hem de onlar karşısında eskisine göre daha güçsüz olduğunu açığa çıkardı. Peki bunun rejimin bütünü açısından anlamı ne? Şu: Hep birlikte düşüyorlar! Hep birlikte güç kaybediyorlar. Biz mutlu aile fotoğrafı görüyoruz, gülümseyen suretlerin arkasında ise birbirlerinin sırtına dayadıkları silahlar var! Gırtlak gırtlağa “birlik-beraberlik halindeler” ve birbirlerine sımsıkı sarılarak beraberce düşüyorlar.
- 1996 Nisan veya Mayıs’ında Mehmet Ağar, Adalet Bakanı atandığında, devrimciler bunun “rejim içi dengeler vs.” bakımından anlamı üzerine pek fazla düşünmediler; bu atamanın devrimci hareket ve halklarımız açısından ne anlama geldiğine odaklandılar. Bunun ilk elden hapishanelere saldırı demek olduğu apaçıktı ve içerde-dışarda refleksler buna göre şekillendi. Şimdi “Soylu’nun güçlenerek gelmesi” üzerine epeyce yorum okuyoruz ama bunun işçiler, ezilenler ve devrimciler bakımından ne anlama geldiği, reflekslerimizin nasıl şekillenmesi gerektiği üzerine neredeyse tek satır yok ortalıkta. Keza Soylu kazandı, Erdoğan kaybetti vs. yorumlarının ötesine geçmek neredeyse “siyasi yorumculuğa” halel getiren bir iş haline geldi. Halbuki devrimciler ve halk bakımından asıl önemli mevzu, tepede kim kazanırsa kazansın halkın kaybettikleridir! Sokağa çıkma rezaletinin sonucunda belki de binlerce yoksulun hayatını kaybedeceğidir. Kim kazandı-kim kaybetti yorumculuğuna hapsolmuş bir tarz-ı siyaset, asıl meseleyi, halkın sağlığı ve özgürlüğünü ıskaladığının farkında değil mi? Bunlar iyi işaretler değil… Süleyman Soylu; Topal Osman, Sakallı Nurettin, Çatlı, Ağar, Yeşil geleneğinin 2020 Türkiye’sinde tecessüm etmiş halidir! Bizim açımızdan asıl önemli olan budur, reflekslerimiz de buna göre şekillenmek zorundadır. Ne yazık ki tecessüm eden münferit bir şahıs değil, aynı zamanda Türkiye’nin yüz yıllık tarihinde olduğu gibi, bu şahısların arkasında duran, bir bakıma devletle hemhal olmuş vaziyette bu şahısları var eden bir kitle/kütledir de: Soylu için iki saatte atılan bir milyona yakın tweet’i, bazı mahallelerde yapılan silahlı kutlamaları vb. yabana atamayız. Tweet olayı bağlamında Soylu’nun arkasında duran örgütlü kontrgerilla yapılarını tepeden yuvarlanan kaya parçaları kabul edersek, o kayaların uçurumun sonuna bir heyelanla vardığı açıktır: Dün olduğu gibi bugün de karşımızda duran karşıdevrimci, kıyıcı dinamik budur.
- Türkiye’nin her karış toprağında, her gözeneğinde bozbulanık bir öfke birikiyor! Suskunluğun kalbinde, sessizliğin uğultusunda, en koyu umutsuzluğun derininde bile isyan mayalanıyor. Bu suskun yanardağ ağzı ne zaman patlar bilinmez. Fakat o patladığında, “birlik beraberlik halinde olan” bir düzen ol(a)mayacak karşısında; bilakis, o kargaşada rakip düzen klikleri birbirleriyle de hesabını görmeye çalışacak. O yanardağın karşısına dikilecek olanlar, “haklı bir dava”nın sahibi olmadıklarını iliklerine kadar hissedecekler ki, bu ahlaki düşkünlükten daha ağır bir güç kaybı yoktur büyük altüst oluşlarda; öyle ki, bugün tepeden yuvarladıkları kayaların sürüklediği heyelanlar asla eski gücünde olmayacak, hatta bugün o heyelana kapılanların bir kısmı da halkın öfkesinin yarattığı “devrimci heyelana” kapılacak.
Elbette bu düzen kendi kendine çatırdayıp çökmeyecek; ama bugünkü durumun sürdürülemezliğini apaçık hale getiren esaslı kırılmanın çatırtıları her yerden duyuluyor: Aşağıdan da yukarıdan da!
İşçilerin, ezilenlerin, halkların zincirlerini kırmak için muazzam bir imkandır bu; ve imkanlar yalnızca onu değerlendirebilenler için vardır, değerlendiremeyenler için yoktur!