Para karşılığı göçmenlerin seyahat hakkını ellerinden alıp onları ülkesine hapsetmeyi rahatlıkla kabul eden Erdoğan, şimdi de AB’yi mültecileri sınırlarına sokmaması sebebiyle eleştirip bunu bir insanlık suçu olarak nitelendiriyor. Peki Türkiye devleti Suriye sınırında İdlip’teki savaştan kaçanlara aynısını yapmıyor mu?
Suriye’de yıllardır, AB’den ABD’ye, Rusya’dan Türkiye’ye her devletin çıkarı doğrultusunda müdahil olduğu ve gerekirse cihatçı çeteleri de müdahil ettiği bir savaş sürüp gidiyor. Bu savaşta en çok acı çeken ise evini barkını kaybeden, geleceksizleşen, yakınlarından ayrı düşen Suriye halkı oldu. Suriyeli işçi, öğrenci, köylü, kadın, çocuk… Suriyeli mültecilerin savaştan kaçmak için sığındıkları ilk durak Türkiye olsa da maruz kaldıkları ayrımcılık, temel insani haklardan yoksunluk, güvencesizlik onları, iş ve yaşam koşulları açısından daha umutlu olabilecekleri kuzey Avrupa ülkelerine doğru gitmeye itiyor. Bu durum bir süre böyle devam etse de göçmenlerin sayısı arttıkça sınırlar da bir bir kapandı, duvarlar örüldü, geçişler zorlaştı.
2011’den bugüne kadar Türkiye’nin siyasi durumu, dış ilişkileri ve buna bağlı olarak da mülteci politikaları her sene değişti. Tayyip Erdoğan tek başına yönettiği ülkede, sahip olduğu baskıcı, zeminsiz, temelsiz, siyasi eğilimlerin ya da jeopolitik stratejilerinin yönelimine göre mültecileri bazen misafir, din kardeşi adı altında oy malzemesi bazen de Avrupa’yı tehdit aracı olarak kullandı. 2015 öncesinde yaptığı açıklamalarda: “Bize sığınan kardeşlerimize kapılarımızı kapatıp, Suriye’de ölün mü diyeceğiz, milletimizin yüzüne nasıl bakarız, kardeşlerimize kucak açmamızın şanı şerefi, torunlarımıza miras olarak kalacaktır” diyordu gururla. ‘Esed’ kötü, Türkiye iyiydi. Suriyeliler kardeşti, misafirdi. Kimseler bakmazdı onlara ama Türkiye yemez yedirirdi. Altını çiziyordu Erdoğan misafirperverliğinin: “Kim ne derse desin sizler bize asla yük değilsiniz.” Kardeş, misafir gibi içten görünümlü fakat içi boş lafların altında ise mülteciye mülteci dememekte diretmek yatıyordu. 2015’te mülteci sayısının da artmasıyla birlikte “kardeşlerimize kucak açtık ama, bu kalıcı bir durum değil, yakında şehirlerine, köylerine, evlerine geri dönecekler elbette” diyerek rotasını biraz kaydırmaya başladı. Güvenli bölge arzusu da bu dönemlerde yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyordu. Senenin sonuna gelindiğinde artık Erdoğan açık açık “bunları daha ne kadar besleyeceğiz” biz diyordu. 2016’ya gelindiğinde işler iyice sarpa sarmıştı. Kendi içindeki faşist yükselişleri kontrol altında tutmak ve sorumluluktan kaçmak için mültecileri para karşılığı Türkiye’ye hapseden AB’ye parayı vermezseniz açarız kapıları diye tehditlere başladı Erdoğan. Birazcık para akışıyla rahatlamış olacak ki temmuz ayına gelindi��inde Suriyeliler tekrar ‘kardeşimiz’ olmuştu, isteyen Suriyelilere vatandaşlık verileceğini bunun üzerinde çalışmalara başlandığını belirtiyordu bir konuşmasında. Fakat sonrasında 15 Temmuz yaşandı. Ülke genelinde Suriyelilere saldırılar yoğunlaştı. Sıkı güvenlik önlemleri, normalleşen OHAL hayatı derken vatandaşlık projesi unutulanlar listesinde yerini aldı.
Mülteciler-mülteci konusu bugüne kadar Esad yönetimine karşı nefret üretme malzemesi, AB’den tehdit yoluyla para alma aracı, işverenin kârına kar katan ucuz ve güvencesiz işgücü gibi çok çeşitli stratejilerde kullanıldı. Günlerdir Türkiye-Yunanistan sınırında yaşanan, bizi insanlığımızdan utandıran zulüm ise gerekirse devletin insan kaçakçılığı da yaptığını gösterdi hepimize. Zamanında bizim gönlümüzün hududu geniş, biz Osmanlı torunuyuz gibi anlamsız açıklamalarla Suriyeli misafir kardeşlerimize kol kanat germe işini başı sıkışınca Yunanistan’a paslamaya ve bunu bir koz olarak kullanmaya karar verdi Erdoğan. Adına güvenli bölge denen alanı kurma hevesi içinde İdlip’te sürdürdüğü savaşa AB’den destek alma beklentisiyle “açarım kapıları, salarım mültecileri” tehdidini tekrar gündeme getirdi. Fakat beklenen olmadı, sınırdakilerin çoğu Afganistanlı olunca Türkiye’nin elinde pek koz kalmadı tehdit meselesi yapabilmek için. Faşizmin hızla yükseldiği AB ülkeleri kendi huzurunu korumak amacıyla mültecilere sınır açmamakta diretiyor. Fakat hükümet yetkililerine göre ülkeden çıkıp sınırı geçenlerin sayısı biner biner artıyor. Süleyman Soylu küsuratıyla birlikte veriyor geçenlerin sayısını, 3 Mart itibariyle 130 bin 469 kişi geçmiş bile. Para karşılığı göçmenlerin seyahat hakkını ellerinden alıp onları ülkesine hapsetmeyi rahatlıkla kabul eden Erdoğan, şimdi de AB’yi mültecileri sınırlarına sokmaması sebebiyle eleştirip bunu bir insanlık suçu olarak nitelendiriyor. Peki Türkiye devleti Suriye sınırında İdlip’teki savaştan kaçanlara aynısını yapmıyor mu?
Sınıra ulaşanlar Türkiye’den çıkıyor fakat sonrası yok. Girebileceği bir ülke yok mültecinin. Arendt’in deyişiyle yurtsuzluk hali. Sınırdaki gazetecilerin aktardığına göre sınırdan geçip Avrupa’ya girmek için orada bulunanlar çoğunlukla Afganistan’dan Türkiye’ye gelmiş olanlar. Suriyelilere verilen geçici koruma statüsüne bile layık görülmeyen Afganistanlıların Türkiye’den gitmek istemesi şaşırtıcı değil. Fakat bazıları aynı fikirde değil. Sosyal medyada giden, gitmeye çalışan mülteciler için nankör deniyor. Ne yaşarlarsa hakettikleri onlara müstahak olduğu haykırılıyor.
Sınırın diğer yanında ise Yunanistan polisi gaz bombalarıyla uzaklaştırıyor mültecileri, gerekirse dövüyor daha da kritikse öldürüyor girmesinler vatanına diye. Şişme botla Midilli’ye yanaşan mültecilerin botu adada yaşayan halkın bir kısmı tarafından itiliyor. Denize geri dön diyorlar, ya açlıktan öl ya da botun alabora olsun boğul ama girme ülkeme. Peş peşe bu normalleşen ve doğallaşan kötülükler silsilesini görünce insanın aklına Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kitabı geliyor. Arendt, yargılanan Nazi subayı Eichmann’ın bir cani değil normal bir insan olduğunu anladığında, yaptıklarının kötülükten değil sorgulamamaktan kaynaklı olduğu analizini yapar. Arendt’e göre kimse salt iyi veya kötü değildir fakat totaliter rejimler sonucu kötülük ortaya çıkar çünkü insanlar onları yönlendiren dürtüleri akıl süzgecinden geçirmeyi ve ona göre davranmayı bırakırlar.
Son yaşanan hepimizi utandıran Suriyeli evlerine işyerlerine saldırı haberleri, sosyal medyada mültecilere uygulanan linç girişimi, adalara kadar ulaşan mültecilerin botlarının itilip karaya ayak basmalarına engel olunması, polis şiddeti gibi durumlar devletlerin ırkçı, çıkarcı, baskıcı politikaları ve söylemlerinin ne yazık ki tüm topluma sirayet ettiğini gösteriyor. Kötülük sıradanlaşıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.