Erdoğan AKP grubunda yaptığı konuşmanın uzunca bir bölümünü Haziran İsyanı’na ayırdı. Şaşırtıcı değil çünkü Erdoğan’ın korkulu rüyası bu politikleşmiş halk kesimleri ve onların daha büyük bir isyanı tetikleme ihtimalidir. Gezi’nin tekrarı olmayacak ama eskisinden daha sarsıcısı bu topraklarda mutlak yaşanacak
Gezi Davası beraatle sonuçlandı. Savcılığın, karara itiraz hakkının saklı tutulmasını talep etmiş olması ve Erdoğan’ın söyledikleri AKP’nin Gezi’yle hesabının kapanmadığını gösterse de beraat kararı Gezi’nin kir tutmayan yapısını bir kez daha hatırlattı. Müebbet hapis beklerken beraat almak herkesin içini şaşkın bir sevinç ve neden diye soran bir öfkeyle doldurdu. Gezi Davası siyasi bir dava ve karar da egemen siyasetteki dalgalanmalarla doğrudan bağlantılı. Saray rejiminin, ekonomide, dış politikada, temsili siyaset alanında, yargıda ve kontrgerilla yapısında çeşitli krizlerinin açığa çıktığı bir dönemde verilen bu kararı mahkeme heyetinin kararı olarak görmek saflık olur. En ufak olumlu kararda yeniden başlayan “AB ile yakınlaşma”, “demokratikleşme”, “yumuşama” yorumlarının ömrü de Kavala’ya gözaltı kararına kadar sürdü. Ertesi gün HSK, mahkeme heyeti hakkında soruşturma izni verdi. Ardından Kavala yeniden tutuklandı. İmamoğlu kararın yargıya güveni tazelediğini söylüyor. Bu yorumu iyimserlikle açıklamak mümkün değil. Yargıtay Başkanı’nın bile “yargı bu kadar tezat olabilir mi” diye eleştirdiği adalet mekanizmalarına kimsenin güveni kalmamışken, düzen içinde düzelme, yumuşama beklentilerine artık herkesin karnı tok. Özgürlük ve demokrasiden yana tutum alan herkesin haksız tutuklamaların, hükümlerin, soruşturmaların hesabını sorması gerekir.
Erdoğan’ın meclis grubunda yaptığı konuşmada Gezi’yi 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’a bağlamaya çalışması boşuna değil. FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmalarına Gezi katılmasa şaşardık zaten. ABD’de yayınlanan Rand Raporu’nda bir cümle ile geçen darbe ihtimali birden ülkenin gündemi oldu. Ardından da FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmaları başladı. İlker Başbuğ’un yaptığı hatırlatma ve Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’nün siyasi ayağının Erdoğan olduğunu söylemesi eski defterleri yeniden açtı. Uzun süredir AKP’nin kan kaybettiği resmi istatistiklere de yansıyor. Henüz etki güçlerini bilmediğimiz iki yeni oluşum AKP’den koptu. Erdoğan bu koşullarda askeri vesayet ve Fethullah öcülerini hortlatarak toplumu yönetmeye çalışıyor. Ancak FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmasının düşman yaratma taktiğinin ötesinde bir gerçeği işaret ettiğini de unutmamalı. FETÖ’nün siyasi ayağı AKP’nin kendisidir ve o dönem kazındıkça altından çıkacak olan Cemaat’le AKP’nin kurduğu ortaklık olacaktır. Bu gerçek bilindiği halde iktidar ortağı Bahçeli tarafından bile sık sık açılan siyasi ayak tartışması gerilimin kaynağının içerde olduğunu gösteriyor. Saray rejiminin dayandığı siyasi koalisyon içindeki çatışma sürekli farklı biçimlerde açığa çıkıyor. Bahçeli-Perinçek atışması bu gerilimin kamuoyuna yansımış küçük bir parçası sadece. Özellikle Suriye’de gelinen nokta ve Rusya’yla girilen gerilimli süreç AKP’nin bir arada tuttuğu güçler arasında farklılıkları görünür hale getiriyor.
Suriye’de gelinen durumun hangi mantıkla yapıldığını açıklamak eskisinden daha zor. “Sahada olan masada kuvvetlidir” kabulü Rusya’nın ve Suriye rejiminin “Artık çekil” dediği bu anda ne anlam ifade ediyor? Erdoğan, Trump’la görüşmesine ve BM’nin İdlip’te ateşkes çağrısı yapmasına dayanarak “İdlip’i bırakmayacağız” diyor ve bildik “Bir gece ansızın gelebiliriz” sözünü tekrarlıyor. Bu açıklama üzerine başlayan saldırılar, Rusya ve Suriye orduları tarafından hem hava bombardımanıyla hem de topçu atışlarıyla karşılandı. Rusya ateşkes talebini reddetti ve Türkiye’yle anlaşma sağlanamadığını üstüne basa basa dile getirdi. Bu koşullar altında, bölgede 15 bin TSK personeli bulunuyor. Kuvvetle muhtemel ki “Suriye’de ne işimiz var?” sorusu şu aşamadan itibaren asker cenazelerinin gölgesinde sorulacak. Erdoğan çatışma istiyor. Bu çatışmanın bedelinin ne olacağını çok iyi bildiği halde bunu zorluyor. Bahçeli’nin Şam’a girelim zorlaması tepki aldı. Oysa Bahçeli bu açıklamada “Şam’a girelim diyorsak Ankara’yı tehdit altında gördüğümüzden dolayıdır” diyor. Suriye meselesi geldiği şu noktada yayılmacılık heveslerinden çok iç politikada, rejimin kendi iç krizinde birlik yaratma ve toplumun ilgisini emekçiler aleyhindeki ekonomik gidişattan buraya çevirme işlevi görecektir diyebiliriz. Erdoğan bunu ABD’ye de yaslanıp savaşa girerek, askerin ölmesini göze alarak yapmaya niyetli görünüyor.
Darbe söylentileri, FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmaları, Rusya ile ilişkilerin gerilmesi, yargı içinde zikzaklara yol açan gerilimler, emekçiler aleyhine işleyen ekonominin yarattığı toplumsal hoşnutsuzluğun tırmanması derken Erdoğan’ın ilk seçimde yenileceği beklentisi ve bu beklentiye bağlı olarak senaryolar çoktan yapılamaya başlandı. Sanki bir erken seçim gelecekmiş gibi. Ki seçim kararı almak Erdoğan’ın elinde ve hala üç yılı varken kazanamama riski olan bir seçime neden girsin sorusunun yanıtı yok. Üstelik bütün güç elinde olan Erdoğan’ın “Seçimde kaybettim, bırakayım” diyeceği varsayımı da safdillik olur. Yine de ülkenin geleceğine dair iddiası olanların her olasılığa hazırlıklı olması gerekiyor.
Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan bu duruma hazırlananların başında geliyor. Önce Davutoğlu’nun sonra da Abdullah Gül’ün verdiği röportajlar günah çıkarmadan çok kendilerini aklama mülakatları olarak okunmalı. AKP politikalarının bir numaralı üretici ve uygulayıcıları değillermiş gibi verdikleri masumluk beyanları kimseye inandırıcı gelmemeli.
Bu dönem röportaj veren bir diğer isim Selahattin Demirtaş ve AKP karşıtlığı üzerinden değil demokrasi için kurulacak bir ittifaktan söz ediyor. Atatürkçüler, muhafazakârlar, Kürtler, Aleviler, solcular ve liberallerin yan yana gelip oluşturacağı bir ittifakın ortak keseninin demokrasi değil olsa olsa Erdoğan karşılığı olacağı çok açık değil mi? Üstelik Demirtaş bunu demese de siyaset çevrelerinde kulaktan kulağa bir ittifak unsuru olarak konuşulan Gül, Babacan, Davutoğlu gibi Erdoğan’ın suç ortaklarının demokrasiyle ne alakası var!
Bütün bunlar cereyan ederken toplumsal açıdan ağır bir dönem yaşanıyor. Ekonomide sermaye için gerekli önemlerin alınmasıyla pozitif göstergeler açığa çıkıyor belki. Ama emekçinin ekonomisine, Türkiye’de neredeyse her gün bir işçinin ya da öğrencinin hayatına son vermesi ayna tutuyor. Bu yazı kaleme alınırken gelen son intihar haberi Gebze Dilovası’ndandı. Bayram Kömürcü, sanayi kirliliğinden nefes alınamayan işçi bölgesinde Corazon Ambalaj fabrikasında çalıştığı depoda yaşamına son verdi. Çalışma arkadaşlarının beyanını buraya aynen yapıştırmak, unutmamak gerek: “Bugün, geçici çalıştığımız yerde arkadaşımız kendini asarak hayatına son verdi. Bu sabah iş başı yaptıktan sonra, depoda bulundu. En kötüsü savcılık gelene kadar biz arkadaşımızın cansız bedeni orada dururken çalıştık. Artık dayanacak gücümüz kalmadı. Biz çalışmaya devam ettik. Psikolojimizi bozdular.”
Kapitalizm, öldürdüklerinin üzerine gazete kâğıdı örterek işçiyi işe koşup hakikat perdelemeye çalışıyor. Rejimle gerçek bir çatışmaya girmeyen düzen içi figürlerin halkta yarattığı ümitler, icraatlarıyla bir bir sönüyor. Meydan düzen siyasetinin sağlı sollu aktörlerine bırakılamaz. Devrimciler bu koşullar altında mücadele ettiklerini ve bu ülke halkının gerçek bir kurtuluş mücadelesine ihtiyaç duyduğunu akıldan çıkarmamalı.
Ülkede toplumsal çatışma şiddetleniyor. İşçiyle patron arasında, halkla yönetenler arasında, kadınlarla erkek egemenliği arasında… Çelişki çırılçıplak hale geliyor. Bu çelişkiler birbirinin içine geçiyor kendine politik ifade biçimleri, etkili eylem biçimleri buluyor. Sol bu çatışmaların içinde kendini yenileyebilir ve egemen siyaset içindeki alternatif arayışlarını bir kenara itip Türkiye halklarına inandırıcı bir mücadele çağrısı yapabilir. Bu noktada eldeki birikim de yenilenerek değerlendirilebilir.
Örneğin son genel kuruluyla sendikaların katılımı açısından güçlenmiş DİSK’in yeni yönetiminin sorumluluğu arttı. DİSK üye sendikalarının toplamından fazlasını ifade eden potansiyelini, işçi sınıfının bugünkü sorunlarıyla hemhal olan, bugün farklı niteliklere bürünmüş işçi yığınlarının ve büyük bir heyula olan işsizlerin kavga aracı ve sesi olmak için seferber edebilir.
Kadın hareketi son yıllarda yarattığı muazzam mücadele birikimini muhalefetin içine doğru genişletebilir. CHP Ankara İl Kongresi’nde kürsüden gelen kadın düşmanı söylemlere anında müdahale eden, başarılı avukat sıfatıyla bugüne kadar kendini koruyan tacizci avukatı ifşa eylemiyle tutuklatan, Gezi Davası’ndan çeşitli hak ve adalet mücadelelerine simge haline gelen kadınların, sadece 8 Mart’ta en güçlü gösterileri yapma değil hayatı yeniden kurma hedeflerini kim engelleyebilir?
Madem Gezi’yle başladık onunla bitirelim. Erdoğan’ın Gezi’ye özel hazırladığı videolu konuşmaya bakılırsa davanın sonucundan memnun olduğu söylenemez. Bu dava üzerine elbette daha çok konuşulacak, kararın arka planı zamanla açığa çıkacaktır. Ancak biz kararda etkili olan ana neden olmasa da bildiğimiz nedene odaklanalım. 18 Şubat günü görülecek duruşmanın karar duruşması olma ihtimali üzerine harekete geçen Gezi dinamiği mahkeme salonunu ve Silivri Cezaevi’nin önünü doldurdu. Bu ülkede 6 yıldan fazladır bitmeyen, dinmeyen, direnmeye çağrıldığında bazen seçim süreçlerinde, bazen adalet arayışında, bazen kadın isyanında harekete geçen ve ne olursa olsun Saray rejimi karşısında biat etmemekte kararlı halk kesimleri var. Gezi dinamiği öyle Erdoğangillerin her fırsatta yaftaladığı gibi kökü dışarda bir proje değildir. Haziran 2013’te bütün ülkeye yayılan isyan, onuruna ve yaşamına sahip çıkan halkın Erdoğan faşizmine en güçlü karşı çıkışıydı. Kökü bu topraklardaki nice mücadelelere dayanır. Tepkisi AKP döneminde yaşanan yağmacılığa, baskıya, yok sayılmayadır. Haziran İsyanı hem ağaçlar içindir hem de insanca yaşanılan bir ülke için. Gezi mücadele edenlerin o güne kadarki birikimini aşan halkın bilinçli eylemidir. Erdoğan AKP grubunda yaptığı konuşmanın uzunca bir bölümünü Haziran İsyanı’na ayırdı. Şaşırtıcı değil çünkü Erdoğan’ın korkulu rüyası bu politikleşmiş halk kesimleri ve onların daha büyük bir isyanı tetikleme ihtimalidir. Gezi’nin tekrarı olmayacak ama eskisinden daha sarsıcısı bu topraklarda mutlak yaşanacak.
Bahar geliyor ilk cemre havaya düştü. Grup Yorum’u yaşatmak için türkülerle direnenler, dayanışanlar, yeniden eylemleriyle buradayız diyen üniversiteliler, hakikati meydanlarda halk kürsülerinde haykıranlar ve her yıl olduğu gibi bu yıl da bir öncekinden daha büyük, daha cüretli, daha güçlü bir 8 Mart’a hazırlanan kadınlar baharı müjdeliyor.
Memleketimizde 68’den bu yana her zaman eşitlik, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin yolunu açanlar oldu. Bugün de olacak. Eksiklerimiz, hatalarımız ders alınması gerekeni, ürettiklerimiz, kazandıklarımız geliştirilmesi gerekeni gösterir. Sol bugün de kendi bağımsız politikası ve eylemiyle ön açacaktır. Politik cesaret, kolektif irade, devrimci eylem… Gerçek bir kavgaya birlikte girenler bu yolu yapacaktır. Mahir’le Ulaş’ın mahkeme salonunda sarılışındaki özlem ve samimiyetle…