Desteksiz hırsları, Erdoğan-Davutoğlu yönetimini Türkiye’nin gücünü olduğundan fazla görmeye, alt emperyalist olmadan alt emperyalist dış politika izlemeye yöneltmiştir. Yeni Osmanlıcılığın iflasından çıkış yeniden emperyalist hegemonlara dönmekte aranmıştır. Bazen Putin’in bazen Trump’ın peşinden koşturan Erdoğan, her ikisi tarafından ayara tabi tutulmaya razı olmak zorunda kalacaktır
Demirel’in Turgut Özal için söylediği “uçağı kaldırır ama indiremez” sözü, Erdoğan-Davutoğlu ikilisine uyar. Yeni Osmanlıcıların yaşadığı böyle bir hikayedir.
Ahmet Davutoğlu dışişlerinin başına gelirken Batı’ya yapışarak bölge ülkeleri üzerinde kurulacak egemenlikten pay kapmaya razı görünüyordu. 2008 krizi Türkiye’nin Batı’ya ihracatını daraltınca, Ortadoğu pazarına yönelik yoğun bir diplomasiyle Asya, Ortadoğu ve Afrika ülkelerine yapılan ihracatın AB ülkelerini aşmasını sağladı. Bu Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin iştahını öyle kabarttı ki iş Suriye ile ortak askeri tatbikat düzenlemeye, iki ülke Bakanlar Kurulunun katılımıyla Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısı yapmaya, Suriye, Lübnan ve Ürdün’le serbest ticaret bölgesi kurma planı hazırlamaya kadar vardırıldı. Şubat 2011’de Asi Nehri üzerine inşa edilmesi düşünülen “Türkiye-Suriye Dostluk Barajı”nın temel atma töreninde Recep Tayyip Erdoğan şöyle konuştu: “Bizler tarihin bizi birbirimize kardeş kıldığı ve eylediği milletleriz. Tarih boyunca bizim kaderimiz hep ortak oldu, yüreğimiz hep birlikte attı.”[1] Öyle ki, Erdoğan-Esad muhabbeti aileleriyle birlikte ortak tatil yapmaya kadar vardı. Hedef Suriye’yi tramplen tahtası olarak kullanıp öteki Arap ülkelerine sıçramaktı.
Davos’taki “one minute” şovunun Arap aleminde büyük prim yaptığını gören Tayyip Erdoğan giderek bölge lideri, dış basının deyişiyle “halife” olmaya heveslendi. Davutoğlu’nun dışişleri bakanı olmasından bir süre sonra, özellikle 2011’deki Arap Baharıyla birlikte bu daha da güçlendi. 2011 Mart’ında iç savaş başladıktan sonra Türkiye’nin muhalefeti desteklemesi üzerine Esad yönetimiyle ara açıldı. Arap Baharı’nın rüzgarıyla Tunus, Mısır ve Libya’da yıkılan rejimlerin yerini Müslüman Kardeşler iktidarlarının alması, Obama’nın “Irak’ta savaş bitti, çekiliyoruz” demesi üzerine, Erdoğan ve Davutoğlu bunu bölgede görülmemiş bir güç boşluğu doğduğuna yordular. Hazır ABD geri çekilir, laik yönetimler de art arda yıkılmış iken, Arap dünyasında Erdoğan’a duyulan sempatinin fırsata çevirebileceği sanıldı. Yeni rejim inşasında üst üste kazanılan başarıların verdiği özgüvenle, Türkiye kendi inisiyatifinde Sünni blok kurmaya soyundu.
Türkiye, Batı’ya verdiği sözden çark edip, kendi tahayyülüne odaklanınca, sadece bölge ülkeleri ile değil ardındaki güçlerle de arasını bozdu. Suriye ile gerilen ilişkiler 2011 Eylül’ünde kopma noktasına geldi. Sebep önceki yıllarda diplomatik üslup düzeyinde kalmış Yeni Osmanlıcılığın de facto devreye sokulmasıydı. Davutoğlu, Ortadoğu’da yüzyıllık parantezin kapandığını, bölgenin Osmanlı’nın mirasçısına geri döndüğünü ilan etti:
“Geçen yüzyıl, 1911’i Trablusgarp için alın 2011, 1912’yi Bulgar, Balkan muhacereti alın 2012, 1917’yi Kudüs’ten ayrılışımızı esas alın 2017 veya Ortadoğu’dan ayrılışımızı esas alın 2018’e, yüzyıl sonra bu parantezi kapatıyoruz. Geçen yüzyıl bizim için bir parantezdi. Bu parantezi kapatacağız. Hiç kimseyle savaşmadan, hiç kimseyi düşman ilan etmeden, hiçbir sınıra saygısızlık yapmadan, tekrar Saraybosna’yı Şam’a, Bingazi’yi Erzurum’a, Batum’a bağlayacağız. Bizim gücümüzün kaynağı bu. Size şimdi apayrı ülkeler gibi gelebilir ama, bundan 110 yıl önce Yemen ile Üsküp aynı ülkenin parçalarıydılar. Ya da Erzurum ile Bingazi. Bunu dediğimizde, bize ‘yeni Osmanlıcı’ diyorlar. Bütün Avrupa’yı birleştirenler, yeni Romacı olmuyor, Ortadoğu coğrafyasını birleştirenler yeni Osmanlıcı oluyor.”[2]
Hesapta Ortadoğu halklarının doğasına aykırı “laik otoriter yönetimler” devrilecek, yerlerine halkla barışık İslamcı yönetimler gelecek, Tunus’tan başlayarak Libya, Mısır, Gazze, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi Türkiye’nin şemsiyesi altında bir araya geleceklerdi.
Pilot ülke olarak yanı başındaki Suriye’yi seçen AKP iktidarı arkasına Suudi Arabistan ve Katar’ı da alarak Esad rejiminin devrilmesi için elindeki bütün yasal ve yasadışı enstrümanları harekete geçirdi. Esad karşıtı cihatçıları ve Türkmenleri eğitip donatarak emperyalist merkezlerin kışkırttığı iç savaşa açıktan müdahil oldu. Esad rejimini devirmek amacıyla Hatay’da üstlenen cihatçı ÖSO çeteleri ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan tarafından finanse ediliyordu.[3] Erdoğan zafer kazanacağından o kadar emindi ki, Eylül 2012’de “Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız” diye demeç verdi. Bir yandan Kürt açılımı yaparak, bir yandan da Mursi yönetimine yanaşarak, “Alevi Esed” etrafındaki Sünni çemberi daraltmaya çalıştı.[4] AKP bu amaçla IŞİD ve diğer cihatçı örgütlerle el altından ilişkiler geliştirdi; bunların Türkiye’yi yolgeçen hanına çevirip, dört bir köşesinde örgütlenmelerine, sınır bölgelerini lojistik üs olarak kullanmalarına izin verdi.
Kâğıt üzerinde her şey iyi gidiyordu. Barzani liderliğindeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi yakın, Mısır ve Tunus uzak vassallar olacak, Müslüman Kardeşler başa geçer geçmez Suriye Türkiye’nin himayesi altına alınacak, Ürdün ve Lübnan’ın desteği sağlanacaktı. Böylece, ABD icazetli yeni Osmanlıcılıktan icazetsiz yeni Osmanlıcılığa sessiz bir geçiş yapılacaktı. Batı’ya alternatif Türk-İslam projesini fiiliyata dökmenin zamanı gelmişti. Bunun farkında olan Esad, Erdoğan’ı suçladı: “Kendisini Osmanlı’nın yeni sultanı olarak görüyor ve Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki gibi, tüm bölgeyi kontrol edebileceğini düşünüyor. Halife olduğunu sanıyor.”[5]
Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Birkaç haftalık ömrü kaldı denilen Esad yerinde kaldı. Tunus’ta Nahda’nın iktidardan düşmesi, Mısır’da büyük umutlar bağlanan Mursi’nin Türkiye’nin dostları ABD ve Suudi Arabistan’ın arkasında olduğu bir darbeyle devrilmesi Arap Baharı’nın sonunu getirdi. “Düştü düşecek” denilen Rojava’da PYD, IŞİD’i alt etti; üstelik Türkiye tarafından “terörist” ilan edilmesine rağmen ABD ile dostluk ilişkileri geliştirdi. ABD ve Rusya aralarında anlaşınca ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilen Türkiye tek başına ortada kaldı. Rus savaş uçağının düşürüldüğü 26 Kasım 2015 tarihinde durum daha da kötüleşti: Yeni Osmanlı hayalleri düşürülen Rus uçağıyla birlikte yere çakıldı. Türkiye, Suriye sınırından burnunu uzatamaz hale geldi.
Bu gelişmeler Türkiye’nin elinden tutulmaya muhtaç olarak gördüğü Arap ülkelerine hamiliğe soyunmasının beyhudeliğini ve ikiyüzlülüğünü gösterdi. Kardeşlik, dostluk nutuklarının kuzu postuna bürünmüş kurt taktiği olduğu anlaşıldı. Eski dost Kaddafi emperyalizmin uşakları tarafından vahşice öldürülürken Türkiye Batı’yla birlikte hareket etti. Irak’ta iki milyon Müslümana uygulanan soykırımın da edilgen ortağıydı. 1 Eylül 2004 tarihli tebliğle altı havaalanı, yedi deniz limanını işgalci ABD askerlerinin hizmetine açılmıştı. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül meclisteki bir soru önergesine verdiği cevapta şu itirafta bulundu: “Meclis 1 Mart’ta tezkereyi reddetti ama biz o hatayı Adana İncirlik Hava Üssü’nden 4990 Amerikan sortisine müsaade etmek suretiyle telafi ettik.”[6]
Kısa süreli Ortadoğu macerası fiyaskoyla sonuçlanan Türkiye vasat bir aktör bile olamadı.[7] Üstelik ağır bir faturayla karşı karşıya kaldı: Sıkışınca Türkiye’ye kaçan IŞİD militanlarını ve üç buçuk milyon Suriyeli mülteciyi başına dert aldı. Suriye’yle sınırların kaldırılması hesaplanırken, araya boydan boya duvar çekildi. IŞİD intihar bombacılarını Türkiye’nin üzerine saldı. PYD fiili olarak Suriye Kürt coğrafyasını kontrol edecek hale geldi.
Türkiye, emperyalist merkezlerle arasındaki makasın gittikçe açılacağı bir sürece girmekten kaçınamadı. Hamasetle Ortadoğu’yu fethedebileceğini sanan Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin gerçekçi bir vizyonları ve uygulanabilir bir dış politika stratejileri olmadığı bütün çıplaklığıyla açığa çıktı.
Orta derecede gelişmişlik düzeyindeki Türkiye 2000’lere gelirken yıldızı parlayan ülkeler arasındaydı ve dünyanın güçlü orduları arasında sayılan askeri gücüyle birlikte herkesin hesaba katmak zorunda kaldığı önemli bir bölgesel güçtü. Bunun farkında olarak güç artışını dış politikaya yansıtmak isteyen ilk dışişleri bakanı Davutoğlu değil, Ecevit koalisyon hükümetinde görev olan İsmail Cem’dir. Soğuk Savaş sonrasında geleneksel dış politikayı eleştiren Cem, Türkiye’nin kabuğunu kırmasını, kendini ABD ve NATO ile sınırlamayarak mümkün olduğunca özerk bir dış politika izlemesini savundu. Yalnız Davutoğlu ile arasında fark vardı: İsmail Cem’in dış politika anlayışı “realist”, Ahmet Davutoğlu’nunkiyse “ütopik” idi.[8] Cem, tarih, kültür, ekonomi, askeri güç, demokrasi gibi birçok etkeni dikkate alarak kendince kantarın topunu kaçırmamaya özen göstermekteydi. Emperyalist merkezleri ve eski Osmanlı hinterlandındaki ülkeleri yanlış analiz eden Davutoğlu’ysa, geçmişe (şanlı Osmanlı medeniyeti, “stratejik zihniyet”) ve geleceğe (Türkiye eksenli İslam medeniyeti inşası) salt ideolojik gözlüklerle baktığından gerçeklikten kopuyor, kopmak ne kelime kanatlanmış uçuyordu.
Sonuçta, dünyayı okumadaki cehaleti ve desteksiz hırsları Erdoğan-Davutoğlu yönetimini Türkiye’nin gücünü olduğundan fazla görmeye, alt emperyalist olmadan alt emperyalist dış politika izlemeye yöneltmiştir.[9] Yeni Osmanlıcılığın iflasından çıkış yeniden emperyalist hegemonlara dönmekte aranmıştır. Bazen Putin’in bazen Trump’ın peşinden koşturan Erdoğan, her ikisi tarafından ayara tabi tutulmaya razı olmak zorunda kalacaktır.
Osmanlı’dan beri köprülerin altından çok sular aktığı, “hedef ülke”lerin her birinin farklı emperyalist merkezlerle ilişkili oldukları, bu ülkelerin kendilerini yüzyıllarca boyunduruk altında tutan Osmanlı’yı sevmeleri için bir neden bulunmadığı, dünyaya yön veren emperyalist mihrakların Türkiye’nin bölge liderliğini kendi çizdikleri sınıra kadar kabul edecekleri, bu sınır aşıldığı anda tekerine çomak sokacakları idrak edilememiştir.
ABD’nin Ortadoğu’da kurmaya çalıştığı ılımlı-Sünni İslam projesiyle birlikte yükselişe geçen Yeni Osmanlıcılık, Ortadoğu’unun çöküş yaşadığı konjonktürde prim yapıyordu. AKP iktidarı bölgede kendi başına hegemonik güç olmaya kalkıp, eski müttefikleriyle ters düşmeye başlayınca tablo değişti. ABD, Türkiye’nin kendi güdümünde rol model olmasını isterken, Erdoğan Ortadoğu’da kendi başına Sünni İslam’ın lideri olmaya kalkışmıştı. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin hayallerinin çöküşü, ABD ve AB’nin Türkiye’den bekledikleri ılımlı İslam modeline verdikleri desteğin de çöküşü oldu.
Başlarda emperyalist diplomasi çevrelerinin el üstünde tuttukları Erdoğan, Suriye fiyaskosundan sonra şansını zorladıkça sorun üreten, yalpalayan, kiminle takışacağı kestirilemeyen bir lider olarak görülmeye başlandı. O zamana kadar kıblesi hep Beyaz Saray olagelmiş Türkiye Ortadoğu’da emperyalizmle eşgüdümlü hareket etmeyi bırakarak oyun kuruculuğa soyununca yalpalayacak, Suriye, PYD, Irak, Mısır, Suudi Arabistan ve Katar gündeme geldiğinde büyük patronun soluğunu ensesinde hissedecektir. Bölge lideri olmayı umarken attığı her adımda en yakın dostlarıyla (Suriye, S. Arabistan, Mısır) arasını bozmuştur. İyot gibi açıkta kalmayı “değerli yalnızlık” diye yutturmaya kalkan AKP yöneticileri, varlık sebebi dostları çoğaltmak düşmanları azaltmak olan diplomasinin ruhuyla taban tabana zıt sözler ettiklerinin dahi farkında olmamışlardır.
Sürecek…
Dipnotlar:
[1] Cumhuriyet, 06. 02. 2011
[2] Türkiye, 04.03.2013
[3] AKP, Şam’a karşı ÖSO’yu desteklerken kaldırdığı taşı ayağına düşüreceğinin farkında değildi. Esad ÖSO’yu Halep’ten çıkarmak için kuzeydeki sınır bölgelerinden askerlerini çektiğinde (Temmuz 2012) uzun bir şerit oluşturan Kürt yerleşim yerlerinde denetim PYD’ye geçti. Bu, Rojava’nın fiilen özerk bir bölgeye dönüşmesinin önünü açtı.
[4] 30 Aralık 2012’de Ankara’da toplanan AKP Kongresine gelen davetliler Sünni bloğun sınırlarına işaret etmektedir: Halid Meşaal (Hamas), Muhammed Mursi (Mısır), El Nucefi, El Haşimi (Irak), Mesud Barzani, (G. Kürdistan), İrşad Salih (Somali), El Gannuşi (Tunus), Mahmud Abbas (Filistin), Osman Taha (Sudan). Bu şahısların tümünün AKP Kongresinde bulunmuş olmaları Erdoğan’ın temel stratejisini ayan beyan ortaya koyuyor.
[5]Hürriyet, 09.11.2012
[6] Cumhuriyet.com.tr, 4.1.2015
[7] Yeni dış politika sadece Orta Doğu’da değil, Balkanlarda da emperyal gücün geri dönüşü olarak algılanmış ve tepkiyle karşılanmıştır.
[8] Mehmet Ali TUĞTAN, “Kültürel Değişkenlerin Dış Politikadaki Yeri: İsmail Cem ve Ahmet Davutoğlu” (http://www.uidergisi.com.tr/source/49-1.pdf )
[9] A. Davutoğlu “Sorumluluk ve Vizyon 2014 yılına girerken Türk Dış Politikası” adlı broşürde yeni süreçte güç dengelerinin değiştiği bir dünya düzeninden söz eder ve Türkiye’nin bu düzendeki yerinin “merkez ülke konumu” olduğunu söyler. Yani Türkiye’yi bağımlı ülke konumundan alır, emperyalist ülkeler hiyerarşisinin alt basamaklarına yerleştirir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.