Özgür Gündem’le dayanışmak için Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği kampanyasına katılan ve ceza alarak hapse giren Ayşe Düzkan’la tutukluluğu sonrasında söyleştik
Feminist gazeteci-yazar Ayşe Düzkan, Özgür Gündem’le dayanışmak için düzenlenen Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği kampanyasına katıldığı için 1 yıl 6 ay hapis cezası aldı ve cezanın infazı için 29 Ocak’ta Bakırköy Cezaevi’ne gönderildi. Düzkan, Bakırköy Cezaevi’nde 4 ay kaldıktan sonra Eskişehir Çifteler Kadın Açık Ceza İnfaz Kurumu’na gönderildi ve 11 Haziran’da buradan tahliye oldu.
Düzkan’la hapishane sürecini, aldığı cezanın politik anlamını, “suç” kavramını konuştuk. Üçüncü defa hapishaneye giren Düzkan, “İnsanlar bana ‘Bu son olsun’ diyor, ‘Söz veremem’ diyorum. Çünkü olay bende değil” diyor.
Özgür Gündem’le dayanışma amacıyla düzenlenen Nöbetçi Genel Yayın Yönetmenliği kampanyasına katıldığınız için tutuklandınız. Aldığınız cezanın ve bu tutuklamanın politik anlamı nedir sizce?
Ben gazeteciyim ama cezaevine girme sebebim bir gazetecilik faaliyeti değil, bir gazeteye destek vermek. Yargılananlar arasında gazeteci olmayan insanlar da var. Bir dayanışma, “sorumluluğu biz üstleniyoruz” kampanyasıydı. Benim için de sadece gazeteci dayanışması değildi, barışı savunma meselesiydi aynı zamanda. Hep Kürt basın geleneği deniyor ama Kürtçe değil Türkçe yayımlanan bir gazeteydi Özgür Gündem. Kürtlerin gerçekliğinden bahseden bu gelenek biz okuyalım, bilelim, anlayalım diye de yayımlanıyor.
Bu davadan toplamda beş kişi cezaevine girdik. Beşimiz de Kürt değiliz. Bunun tesadüf olmadığını düşünüyorum. Ben 2000’lerden beri zaman zaman Kürt basınında yazdım. Şimdi de Yeni Yaşam’da yazıyorum. Bunların da payı var bu “hediyede” diye düşünüyorum.
Cezanız kesinleşince hapishaneye girme sürecinde de, çıkışta da bir tarafta mütevazı, yaptığını yüceltmeyen bir şekilde içeri girdiğinize dikkat çekerken bir tarafta da kahramanlaştırma, yüceltme söz konusuydu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, insanlar neden bu kampanyaya katılmanızı, hapse girmenizi, duruşunuzu bir kahramanlık öyküsü gibi görmek istiyor?
Birilerini biraz yüksek bir yere koyup ona destek vermek çok kolay, çok pratik bir politik faaliyet ve insanlar bunu tercih ediyor. Birisi var, senin yerine bir şeyler yapıyor sen de onu destekliyorsun. Çok kullanışlı, konforlu bir pozisyon. Halbuki duvarlarda da dendiği gibi, “beklediğimiz kahramanlar biziz.” İkinci nokta şu: Benim gibi insanları “demokrat-aydın parantezine almak” gibi bir durum söz konusu. Sanki aydın olunca demokrasi yanlısı olmak gerekiyormuş gibi… Tabii demokrasi yanlısı olanları kırmak istemem ama ben demokrasi yanlısı değilim. Kendi politik çizgimi, politik hedeflerimi, politik perspektifimi hiçbir şekilde demokrasi ile tanımlamam.
Mesela Selçuk Kozağaçlı’nın yargı reformu ile ilgili bir yazısı var, gerçek bir entelektüelin yazısı ve adam demokrat değil devrimci. Ama “demokrat-aydın” parantezi sevildiği için bunlar hiç görünmüyor.
Direnmek, bazı bedeller ödemek sanki sadece örgütlü insanların yapacağı şeylermiş gibi bir algı var. Örgütlü derken bir parantez açayım; ben de bazı alanlarda örgütlü faaliyet yürütüyorum, BDS Türkiye faaliyetinde çalışıyorum, DİSK Basın-İş’te çalıştım, referandum dönemimde “hayır” faaliyetlerine katıldım vs. Yani tek başıma sadece yazı yazan bir insan da değilim. Ancak herhangi bir siyasal topluluğa angaje olmayan insanların bunu yapması sanki olağanüstü bir durum. Bu sahte bir gerçeklik. Gezi dediğimiz şey benim gibi herhangi bir siyasal aidiyeti olmayan insanların sokağa çıkmasıydı. Bir sürü kampanyada, mesela Selahattin Demirtaş’ın aday olduğu dönemde onun etrafında yürütülen kampanyada benim gibi HDP üyesi olmayan birçok insan çalıştı ve aralarında bedel ödeyen, hapse girenler var.
Söyleşimiz sırasında Düzkan’ı cezaevinde tanıştığı arkadaşları ararken.
Beni en çok rahatsız eden şeylerden birisi “Bu sizin için bir onur madalyasıdır” sözü. Yoo, bu onur madalyası değil benim için. Politik varlığımın tek değerli noktası, en değerli noktası şu dört buçuk ay değil. Yıllardır siyasetle ilgileniyorum, bir şeyler kurmaya çalışıyorum. İnsanların politik varlığını da “Dik durdu” vs. diye indirgemek iyi değil. Yapılan faaliyet anlamlı değilse, bir karşılığı yoksa zaten yatmayalım hapis, o kadar marifet değil hapis yatmak. Marifet olan ona sebep olacak faaliyetin işe yaramış olması. Bu konuda içim rahat, ben Özgür Gündem kampanyasının çok fazla insana ulaştığını, derdimizi anlatabildiğimizi düşünüyorum.
Bu süreçte kafamda olan üç temel şey vardı. Bir tanesi, gazeteci olarak kendimi diğer siyasal mahkumlardan ayrıcalıklı görmemek. İkincisi siyasal bir mahkûm olarak bütün mahkûmlardan ayrıcalıklı görmemek. Yani bize üst araması yapamazsınız biz siyasiyiz değil. Bir siyasal mahkûm olduğum için değil bütün mahkûmlar için talepler üretmek. Üçüncüsü de herhangi bir Avrupalı devlet kurumundan destek kabul etmemek. Suriye’de tekfircilere silah satanlar destek olmasın. Bu ikiyüzlülük, meşrulaştırma çabası. Başıma gelen şeyde sadece buradaki devletin değil emperyalizmle bağlantısını kurmak gerektiğini düşünüyorum. Bir de tabii ki bir temsiliyet durumu oluyor. Ben de gazeteyi ve feministleri temsil eden bir durumdaydım. Ben orada tanıştığım herkeste bu iki şey hakkında olumlu bir intiba bırakmak istedim. Solcular, feministler iyi insanlardır, onlara güvenilir, doğruyu söylerler… İster istemez gazeteyi (Özgür Gündem) de temsil ettiğim için onları mahcup edecek bir şey yapmamak… Böyle üç şeyim oldu. Ama ilki, ben gazeteci ya da hasbelkader tanınmış birisi olduğum için diğer mahkûmlardan daha ayrıcalıklı bir konumda olmamalıyım, benim için temel şeylerden biri buydu.
Cezanız kesinleştiği süreçte hapishaneye girmeden önce yurtdışına da gidebilirdiniz, neden gitmemeyi tercih ettiniz?
Ben kendimi en rahat şekilde ifade etmeye değil, burayı değiştirmeye çalışıyorum. Kafamda şöyle bir şey yok; buradan kurtulayım gideyim başka bir yerde müreffeh bir hayat kurayım. Böyle bir ihtimal de yok zaten. Kıta Avrupası’nın dillerini bilmiyorum doğru düzgün, biraz Fransızcam var sadece. Kara kafalıyım ve orada ırkçı ayrımcılığa maruz kalacağım. Aksi hayal.
Bu ülkeyi değiştirmek için yola çıktım, kendime daha müreffeh bir hayat kurmak için değil. Şunu demiyorum; 4 sene, 5 sene, 20 sene ceza alsaydım bu elbette başka bir şey. Çünkü bunların hepsi benim belki de bundan sonraki ömrümün tamamı. Böyle bir şeyden söz etmiyorum. Giden insanlara da bir şey demiyorum ama ben buraya alışığım, burayı seviyorum, burayı biliyorum, yazı yazıyorum, anadilimde yazabiliyorum. Almanca öğreneceğime Arapça, Kürtçe öğrenmeyi tercih ederim.
Türkiye’de siyasal baskı denince akla esas olarak gazeteciler ve Barış Akademisyenleri’nin geldiği ve bu insanlar, çok değerli, eğitimli ve meslek sahibi oldukları için bu baskıyı hak etmiyorlar gibi bir anlayış oluştu. Bu düşünce bizim dünya görüşümüzde hiç yeri olmaması gereken bir elitizmdir. Çünkü benim bildiğim solculuk içinde halkçılık da barındıran bir şey. Ben bunu kabul edilmez buluyorum. Ayrıca şunu da kabul edilmez buluyorum, “Ben gazeteciyim hiç öyle bir suç işler miyim!” Dünyanın en tanınmış şiddete dayanan siyasi faaliyet yürütmüş önderlerinden biri olan Ulrike Meinhof, RAF’a katılana kadar tanınmış bir gazeteciydi. Bu insanların “Üzgün olacağıma öfkeli olmayı tercih ederim” gibi aforizmalarını öğrendiğimiz kadar hayat hikâyelerini, siyasal faaliyetlerini de öğrensek aslında böyle şeyler olmaz. Bu başlı başına bir sorun. Türkiye hapishanelerinde binlerce siyasi mahkum var ve mürekkep yalamış olanların da “suç” işleme hakkı var. İnsanlar bana “Bu son olsun” diyor, “Söz veremem” diyorum. Çünkü olay bende değil. Üçüncü defa cezaevine giriyorum, tabii ki bir daha girmek istemem ama bu başıma gelmiş bir doğal afet değil.
Daha önce de mesela neden ihraç edilen binlerce öğretmenden söz edilmiyor diye yazmıştınız…
Evet. O meseleyi Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, Yüksel Direnişi’nde dillendirdi en çok. KHK’ler ile ihraç edilip intihar edenler var. İşin bu ekmek parası yanından hiç bahsedilmiyor. Sanki ortada bir ekmek davası meselesi yokmuş da insanların kendilerini gerçekleştirebilecekleri şey ellerinden alınmış gibi söz ediliyor. Oysaki asıl mesele ekmeğinin elinden alınması. Ekmeği için mücadele etmek küçük bir şey, özgürlükten, bilimden söz etmek büyük büyük davalar gibi. Halbuki sol hareketin omurgasını ekmek davası oluşturur.
Hem adli mahkûmlarla hem de siyasi tutuklularla kaldınız.Cezaevindeyken bir gazeteci olarak gözlemleriniz neydi? İçerinin gerçekliği ne?
Şu var bir kere; bir feministin orada, adli olarak ceza yatan kadınların gerçekliğine mesafeli olması mümkün değil. Ağırlaştırılmış müebbetler arasında bir erkeği öldürmek zorunda kaldığı için orada olan çok fazla kadın var. Kocasını öldürenin de, hırsızlık yapanın da, suç örgütünde çalışmak zorunda kalmış olanın da, hepsinin gerçekliği bir feministin muhakkak üzerine düşünmesi gereken bir şey. Siyasi kadınlar bunlardan daha farklı, dışarıda da tanıdığımız kadınlar. Tabii şöyle bir şey de var; dışarıda daha farklı bir siyasal gerçeklik konuşulurken orada olan kadınların önemli bir kısmı daha büyük bedeller ödemek zorunda kalmış, daha ağır suçlarla yargılanmış, zaman zaman silahlı mücadelenin parçası olmuş kadınların gerçekliği dışarıda sol adına bilinen yaygın gerçeklikten daha farklı.
“Suç” muhalif siyasetin üzerine düşünmesi gereken bir mesele. Sadece siyasal “suç” değil, adli “suç” da. Muhalefetin cezaevleri üzerine düşünmesi gerekiyor. Angela Davis’in “Özgürlük kesintisiz mücadeledir” kitabını çevirirken de fark ettiğim cezaevlerinin ortadan kaldırılmasından bahsediyor. O zaman da bunun üzerine düşünmüştüm ama çok fazla gözlem imkanı buldum içeride. Ceza ne anlama geliyor, bunun kadınlar için nasıl bir anlamı, sonuçları var, bunlar bizim uzak duramayacağımız meseleler.
Söyleşi: Aylin Kaplan
Fotoğraflar: Vecih Cuzdan