Hayatı paylaşıyorduk. Gerçek ya da sahte her şeyi ama her şeyi paylaşıyorduk sevdiklerimizle ve sevmediklerimizle. Yüreğimiz dâhil… Bedenlerimiz dâhil… Lakin bize, içimize, içimizdekine dair bir dokunulmamış orman bırakıyorduk yine de. Dokunulmasına izin vermediğimiz bakir topraklar. Tam da o içimizde, bir sığınak, bir mağara, kilitli bir oda, -kötü benzetme olacak ama hadi yazayım- bir kasa vardı kem gözlerden sakınıp sakladığımız. Özgürlük adamız oradaydı. İnziva adamız! Oraya çekiliyor ve kimseyi sokmuyor, aslında alamıyorduk kimseyi
Kitap okuma oranı ülkede düşük. Biliniyor. Kimse akşam yemekten sonra eline kitabı alıp beş on sayfa okuyayım modunda değil. Ama ne tuhaf ki insanların hareket halindeyken okuma oranında bir artış peydah oluyor. Yola koyulan her Allah’ın kulunda, okuma temayülü aramıyoruz elbette. Ayrıca yürürken kitap okumayı becerebilen tür de alâkamızın haricinde. Konumuz, taşıtlarda yolculuk edenler.
İddiam o ki ülkede okuma oranı en yüksek taşıt türü metro. Bi dakka şimdi! Öyle cümle kurduk ki “metrolarla ördük anayurdu dört baştan” sanacak akılsız okuyucu. Hepi topu üç şehir, ya var ya yok! Hâli hazırda hikâyeye konu olan da İzmir’de sefer eyliyor. Dedik ya elde kitap en çok yolcusu olan araç metrodur diye. Aslında şehirlerarası otobüsler de listeye girer. Lakin ilk sıradan değil. Taş çatlasa kırk dakikada metroyla menzile erişirken ötekinde en az beş saat bir koltukta pineklemek zaruridir… Burada kilit nokta yolculuk süresi. Kitabı açmadan kapama temayülündeki memleketimin mümtaz okuru, bu kadar süre kitap mı okuyacak? Telefonda sevgilisinin sosyal medya maceralarını takip etmek, olur olmaz layklamak, sanki Katmandu’ya gidiyormuş gibi namütenâhi seyahat enstantanelerini fotoğraflamak, ihtimal çok daha heyecan verici. Ne yalan söyleyeyim: Denedim, sahiden öyle!
“Stiletto ayakta enfes duruyor ya o eldeki, Emma Goldman’a ayıp olmuyor mu şimdi?”
Metroda kitap okuyanların, ki bundan sonra metrokur olarak adlandırılacaktır, bir numaralı özelliği, vagondaki öteki okurları dikizlemektir. “Ellerinde ne var?” sorusuna duyulan merak, bu röntgenin sebebidir. Bir nev’i masonik ekalliyetin azası olarak, en tabii hakkınızdan söz ediyoruz burada: “Acaba ne okuyor? Okuduğu ile kıyafeti arasında ilişki ne? Kilosu ile kitap uyumlu mu? O sima, bu kitabı hak ediyor mu? Makyaj, kitaba gitmiş mi? Lacileri çekmiş, bir de utanmadan eline almış Kafka. Stiletto ayakta enfes duruyor ya o eldeki, Emma Goldman’a ayıp olmuyor mu şimdi?”
Tüm bu titiz rasathane faaliyetinin nihayetinde, metrokur; hasmını ya gömer ya karşısına geçip önünü ilikler ya da ezilir gider. James Joyce’un o muhteşem ve anlaşılmaz kitabını –cahiller için yazayım buraya hadi: Ulysses efendim- yarılamış biriyle göz göze gelseniz, soruyorum size ne hissedersiniz? Kalkıp yerinizi vermez hatta treni terk edip gitmez misiniz James Joyce aşkına? Ama Canan Tan’ı taşıyan –bakın okuyan diyemiyorum- biri, sizin için herhalde yok hükmündedir. Açık söyleyeyim şu sıralarda her vagonda en az bir tane Stefan Zweig ile selamlaşıyorum ki bana “Canan Tan” tadı veriyor artık. Bu kadar çok okunan “şey”le aramıza mesafe koymak şanındadır kıraatin! Sistem, “Oku!” diye “baskı” üstüne “baskı” yapıyorsa bir durup düşünmeli. Hoş, bunda maliyetin çevirmene verilecek üç kuruştan ibaret olduğu gerçeği de etkili. Üstüne peynir ekmek gibi satıyor kitap. Üstelik zararsız metinler. Devlet katında muteber yani. Daha ne istesin yayıncı, Gutenberg aşkına. Durun yahu, sahi ne anlatıyorduk nereye gelmişiz. Dönelim mevzuumuza.
Bizim kulüp üyeleri için bir başka sıkıntılı durum ise koca vagonda kitap okuyası tutmuş dört metrokurun karşılıklı iki sırayı işgal etmesidir ki buna literatürde “sıralı pişti” deniyor. Hele bir kadın üç erkek, -vice versa- tek adam üç kadın oldu mu kim tek kalıyorsa durumu fecaattir. Kondüktörün gelip –neyse ki artık yok- çevrenize şerit çekmesi an meselesidir. Çünkü bu halinizle müzede sergilenen tarihi eserlere dönersiniz. Herkes size bakar. Elinizdekilere göz diker. Bıyık altından güleni de vardır, hayran hayran seyre dalanı da. Dokunmak isteyeni bile çıkar. Azınlık olmak işte tam böyle bir şeydir. Berbat bir sahnedir. Anlatırken içime fenalık geldi inanın.
Pişti vaziyetleri bitmedi henüz! Aynı vagonda sizin kitabınızı okuyan bir metrokur daha düşünün. Nasıl fena bir vaziyettir. İşte buna da literatürde “vagonda pişti” deniyor. Normal şartlar altında, böyle bir kişiyle duygudaş, fikirdaş, hadi abartmayım, en azından kitaptaş olmanız, yakın hissetmek için vesile teşkil etmez mi? Etmez efendim! Okumak faaliyetinin temelinde, kendini biricik hissetme arzusu yatar. O sebepten bu pişti halinde, özel olmaktan çıkarsınız. Bizim gibi metr-elitistler için –metro kullanan seçkinler manasında-, iki kişinin aynı kitabı aynı vagonda okuyor olması bir seviyesizlik işaretidir. Kaide şudur: Kim sonradan teşrif etmişse derhal kitabını kapatıp koyar çantasına. Çok mu okuması gelmiş; o halde geçer diğer vagona. Mesele böylece bağlanır tatlıya. Bilmem anlatabiliyor muyum efendim?
İtiraf etmeliyim ki böyle bir olay geçti başımdan. Ve ikinci kez itiraf etmeliyim ki kulübe yakışmayacak bir tavır sergileyerek pişti olduğum gence karşı içimde bir yakınlık hissettim. Hatta ötesine geçip bir sohbet, bir muhabbet ki sormayın gitsin. Hatırladıkça utanıyorum. Kitabımız Cemil Meriç’in Jurnal’iydi ve değil metroda, elli kilometre çapında başka bir meraklısını bulmak sahiden imkânsız gibi bir şeydi. Ama olmuştu işte. Delikanlı talebeydi ve anladığım kadarıyla sağ temayüllü bir gençti. Lakin okumak insanı son tahlilde yonttuğu ve dahi bir benzerini görmek iyi geldiği için temas sıkıntısız olmuştu. Güzel olmuştu.
Şimdi efendim tevazunun lüzumu yok, bendeniz çok okuyan biriyim. Ayda bir kitap bitirmeden rahat edemem. Evdeki kitaplığım hızıma yetişemiyor. O derece yani! Latife ediyorum efendim. Bu mümkün mü? Elbette iki ayda bir!
İşte bu ışıktan hallice hızım sayesinde nihayet şu meşhur İngiliz’e de sıra geldi. Shakespeare’den bahsediyorum efendim. Okumuşluğum yoktu önceleri bu asilzadeyi. Tamam, Macbeth’i okuduk. Eh onu da okumayanı dövüyorlar mirim -Böylece henüz Macbeth’le temas etmemiş cahil okur, ezilmiş, ufalanmış ve aşağılanmış oldu. İsabet oldu.- Ama seviyordum, laf değil. Adam ciltlerce yazmış ve insanın her halini anlatmış. Yetmemiş, üstüne sahnelerde oynatmış. Ama nasıl da ince ince yazmış. Nasıl da kürek kürek kazmış. Yani bizim Dostoyevski’nin kumpanyacısı mübarek. Lakin üç yüz yıl önce teşrif edeni!
Bu adam deli yazıyordu. Neredeyse her replikte insanı tepetaklak eden bir söz, bir nida, bir dize, bir şiir, bir nesir, bir bilinçdışı, bir dilaltı, bir bıçak yarası, bir yara bandı, bir sancı, bir sevinç, bir üzünç, bir çıkış, bir çöküş, bir insan, bir hayat ve milyon ve milyon tane ruhun usaresi saklıydı. Shakespeare okumak istiyordum sahiden. Lakin bunu “Konuşurken alıntı yapayım da dinleyenler mest olsun! Bir havam, bir ağırlığım olsun. Bir iki yazıma da ettim mi iktibas, tepelerim o küstah okuru!” diye yapmak istemiyordum. Juliette’imle tanışmak nasip olmasın ki niyetim bu değildi. Tamam, itiraf ediyorum, son madde hariç.
Okumalara en bilinmedik -en azından benim için-, dolayısıyla en az popüler -yani bana göre-, eserinden başlamayı tercih ettim. Bunda, sayfa sayısının azlığı da etkili oldu, ne yalan söyleyeyim! Şöyle kırk elli sayfalık bir şey. “Yeter ki Sonu İyi Bitsin”. Oyunun adı bu idi. Hikâye basitti basit olmasına ya –bir kadının zavallı bir erkeği ağına düşürüp evlenmesi- okuru -yani beni- çarpan o kadar satır arası vardı ki metinde, üç “metrogünde” bitirdim oyunu. Ki yolculuk süresi, vagon devrilse gün başına yirmi dakika. Hamlet’in tadı vardı desem; Etmiş olurum haksızlık; O Danimarkalı talihsize; Lakin her yolculukta; kitabı açıp okuduğuma göre heyecanla; Bu eserde olmalı bir keramet. –Yeminle dilim değişti. Ben kim! Böyle cümle kurmak kim! Hoşuma da gitmiyor değil! Sen çok yaşa Baba Shakespeare!-
Shakespeare okuyan henüz görmedim metroda. İki gün önce, tesadüf işte, elinde Mülksüzler, genç bir kadınla karşılaştım. Ne yalan söyleyeyim, heyecanlandım. Metro yoldaşlığı adına kutsamak isterdim kendisini, lakin yanlış anlaşılabilirdi entelektüel şehvetim. O yüzden uzak durmayı tercih ettim. Şurası hakikat ki hangi kitap olursa olsun William, hepsinden farklı, hepsinden saygıdeğer, hepsinden üç boy önde, hepsinden ağırbaşlı duruyordu onu tutan şanslı elde. Peki, bu kanaatin aslî sebebi neydi? Cevap veriyorum: “Meşhuriyet!” Yoksa kim okumuş Othello’yu, Hamlet’i, Lear aşkına! Ama herkes tanıyor işte. Hem tanıyor hem hayran. Çifte kavrulmuş yani! Mesela toprağı bol olsun, Ursula ablayı kaç kişi rahmetle yad eder şu ülkede? Lakin Shakespeare deyince akan suların kesilmemesi mümkün mü? Çünkü majestelerini bilmeyen, bilip de biat etmeyen, biat edip de üç kulhuvalla bir Elham okumayan fani var mı? Hele İzmir’de o metro hattında ihtimal hiç. Fatiha konusunda garanti veremem ama. Din eğitimi mi kaldı azizim memlekette?
Binaenaleyh ,-ah şu dilim- Shakespeare’i elinize aldığınızda size de havası bulaşır, konuşmanız, bakışınız, adabınız hatta endamınız bile değişir, metronun düşük çoğunluğu ile aranıza mesafe koyarsınız. “Dur yolcu! Bilmeden baktığın bu kitap, aklının yetmediği yerdir” diye bakışlar fırlatır. Elinizdekini ince ince süzen gözleri “Bakmayın öyle manidar! Okuyamazsanız! Okusanız da anlayamazsınız. Anlasanız da anlatamazsın.” diye güzellersiniz. Neyse ki iç sesiniz duyulmadığı için can güvenliğiniz tehlikeye girmez, böylece dayak yeme ihtimalinden de yırtarsınız.
Dün akşam yine Shakespeare’imi çıkardım -Kral Lear- , hararetle okumaya başladım. Her repliğe serpiştirilmiş insanlık halleri ve anlatımdaki o mükemmel incelik… Şaşırıyordum: Bilmem kaç yüzyıl önce -tamı tamına 410 yıl- yazılmış bir tiyatro oyununu, oyundaki lordların, leydilerin itiş kakışına böylesi bir merak, pek akıl kârı değildi çünkü. Öyle değilmiş. Okursanız siz de görürsünüz ki okuyacağınızı hiç sanmıyorum. Siz kim Willy’i okumak kim? Bakın yine sinirlendim. Dayanamıyorum efendim. Herkes haddini bilecek! Neyse ben dün akşama döneyim.
Akşam üzeri iş dönüşü metrodayım, ki hayat standardımı temsil ediyor bu koordinatlar. Elimde Lear, oturmuş okuyorum bir köşede. Karşı koltuk boşaldı. İhtiyarın biri ki ihtimal benden bir kaç yaş büyük olmalı -Belli bir yaştan sonra insan asla yaşlandığını kabul etmiyor. Hissedemiyor çünkü- boşluğa devrilerek oturdu. Elli beş belki de altmışına yakın. Güleç yüzlü. Ellerinde sayısız naylon torba. Kıyafeti Ödemişli patates üreticisi Çiftçi Mehmet Emmi ile belediyeden emekli Odacı Kazım Efendi arası bir kreasyon. -Odacılık kaldı mı artık?-Eskimiş ama ütülü pantolon, yakası aşınmış çizgili beyaz gömlek, üstüne gri ve o da eski bir ceket ve kafada kasket. Kemalettin Tuğcu romanlarında hep denir ya “Eski püskü, yamalı ama tertemiz esvap.” İşte bizim Mehmet Emmi’nin kombini tam da bu tanımı kucaklıyordu.-Bakın yine edebiyat. Ah Bill!-
Bizim ihtiyarın göbeği pantolondan taşıyordu ya yayılmacı değildi. Kasketinin kenarından uç veren seyrek tek tük beyaz saçlar, kelliğini ele veriyordu. Tuhaftı. Sanki kendi kendine eğleniyordu. Düpedüz mutluydu bu adam. Koltuğa yerleşirken, sayısız poşetiyle karşıdaki kadının üstüne düşer gibi oldu. Ama umuru değil: “Devriliyordum az kalsın!” derken hâlâ yüzünde geniş bir gülümseme. Lear’ın üzerinden bizim Emmi’ye göz attım. Derhal kaçırdım gözlerimi sonra. Bu mesut ihtiyarla muhatap olmaya gelmezdi. Zaten Ben ve William o vagonda ayrı bir kâinatın halkına mensuptuk ve galaksiler ötesinden seyrediyorduk âlemi.
Bu tür, anlık denk gelinen mekânlarda şunu teşhis ediyorum. Üzerinize yapışan ve ya da yapışmasını arzuladığınız rol neyse onu kuşanıyorsunuz. Bir tür Süpermen kıyafeti yani. Ama mesele kostüm değil. Düpedüz Süpermen gibi davranıyorsunuz. Natürel zeytinyağı kadar saf olamıyorsunuz yani, ki artık şişelenmiş hiçbir yağ natürel değil. Sanal âlemde inşa ettiğimiz kimlikler ne? Gerçek hayattaki varlıklarımız ne? Kimi oynuyoruz? Neyi oynuyoruz? Sahiden kimiz? Ah biz küçük burjuvalar ne fena şeyleriz. Böyle yazıp duruyorum ya herkes biliyor hikâyeyi ve rolünü oynuyor senaryodaki. O halde sıkıntı yok. Hikâyeye devam.
Son durağa yaklaşıyoruz artık. Vagon hızla boşaldı. Şimdi karşılıklı koltuklarda sadece ikimiz varız. Köşeleri tutmuşuz. Elime baktı. Demek ki çoktan beri kesiyormuş, belli. Kestiğini gördüğüme göre ben de onu kesiyorum demek ki! “Güzel mi?” dedi. Başımı kaldırdım ve “Yahu sen de kimsin babalık?” demeden; “Kılık kıyafetine sor önce!” diye çemkirmeden; “Bırak allasen! Shakespeare mi soruyorsun şimdi bana?” diye böbürlenmeden, küstahça bakışlara tevessül etmeden, üstümde ne kadar “ne oldum budalalılığı” varsa, hepsini çöp torbasına tıkarak efendi bir küçük burjuva gibi cevap verdim: “Harika. Sahiden harika!”
“İngilizcesi nasıl acaba? Türkçesi güzel diyorsun ya!” Efendilik yoluna bir kez çıktık ya ne sorarsa başımızı üstüne artık: “Türkçesi böyle güzelse İngilizcesi nasıldır kim bilir? Ama çeviri de çok iyi. Hakkını vermek gerek!” Kolu boş koltuğun arkasına sarkmış, rahat konuşuyor Emmi. Senli benli. Çekinmeden. Ben de rahatım. “Shakespeare” diyor. “Büyük adam. Nasıl yazmış nakış nakış! Hayret ediyor insan! Şunu dinle hele” diyerek ezberden birkaç cümle sıralıyor. Yok artık. Bu bir şaka olmalı demiyorum. Kamera filan aramıyor gözüm. Tenezzül etmiyorum aslında. Kapılmışım seyrine muhaverenin. Keyfini sürüyorum hafif. “Beş yüz yıl önce sanki o adada bütün bir insanlık yaşamış da adamın biri çıkmış hepsini yazmış” diye pasını alıyorum şık. Şimdi biz o anda iki Shakespeare güzellemecisiyiz.
Sen bir de şuna bak diye bir replik daha patlatıyor orta yere: “Ama çok geç gelen sevgi, Yavaş yavaş taşınan pişmanlık gibi, Sevilen için çok acı bir şeydir. Giden iyidir diye ağlamayı gerektirir.” Bir de şunu dinle: “Bir aslanla çiftleşmek isteyen dişi geyik, Sevgisi uğruna ölmek zorundadır.”[1] Her replik için benden onay istiyor.“Güzel değil mi? Söyle kim anlatabilir bu kadar iyi? Şuna bir bak!” Bizim Ödemişli patates üreticisi Mehmet Emmi bana hiç duymadığım pasajlar fısıldıyor beş asır öncesinden… Saçma, farkındayım. Murakami’nin 1Q84’üne mi düştüm yoksa. Ama saçma gelmiyor işte ve bu daha da saçma! Tıpkı Tengo’nun, gökyüzündeki iki ayı sükûnetle sindirmesi gibi. Demek böyle oluyor.
“Dünyada en çok basılmış kitap hangisi?” diye soruyor şimdi. Susmaya niyeti yok. Okumasını böldüm diye dert ettiği de… Aslında ikimizin de umuru değil. Şimdi düşünüyorum da sesinde ne reaya ezikliği var alttan alan ne tepeden bakan paşazade haşmeti. İlk aklıma geleni söylüyorum: “Marx?” Bizim Sakallı’nın manifestosu var ya! Yine de bir soru işareti takıyorum sonuna. “Yok!” diyor; “Şiiri kastediyorum.” Bilmiyorum. Yelkenlerim suda “Bilmiyorum” diyorum. Suya değen yelkenime bakmadan devam ediyor: “Halil Cibran! Duydun mu? İngilizce yazılmış en güzel şiirler. Amerikan başkanları hep ondan alıntı yaparmış.” “Ama o Arapça yazmıyor mu?” diye giriyorum araya. “Yok. Amerika’da yaşamış zaten. Bir kitabı var. Neydi adı yahu? O kadar iyi ki. Hah buldum: Prophet.”
Yok artık! O anda durdum mu, Emmi’nin yüzüne baktım mı, sustum mu, hatırlamıyorum. Bir alamete binmişiz ve gidiyoruz işte. Lakin, kıyafetine bakıp emmi ile efendi arası bir sosyal statüye çivilediğim o yolcunun Cibran’ı İngilizcesinden okuyabilme istidadını aklımın köşesine not etmeyi ihmal etmiyorum. Prophet? Peygamber değil mi o? “Bi dakka bende var yahu! Ermiş’ti Türkçesi. Ama okumadım!” der demez “Bak okumamışsın!” diye yiyorum fırçayı. “Mutlaka oku! Şöyle bir laf var orada dur söyleyeyim.” Derken vagon boşalıyor. Biz Shakespeare’in peşinde lokomotif olmuşken meğer yol bitmiş. Konuşmaya ara vermeden treni terk edip çıkışa doğru yürüyoruz.
“Bir insan ekmeğini paylaşır en yakınıyla. Ama çiğnediği lokmayı paylaşamaz ağzında.”[2] Böyle bir şeydi işte. Çarpıyor adamı değil mi? İki satıra nasıl da sığdırmışsın be mübarek her şeyi.
Söylerken kalp atışını hissediyorum Mehmet Emmi’nin. Oysa o anda kafamda hiçbir yankısı olmuyor o manzumenin. “Evet güzel!” diye yalana tevessül ediyorum ben de. Emmi’yi üzmek olmaz şimdi. Merdivenleri tırmanıyoruz ve tanıştığımız gibi teklifsizce ayrılıyoruz birbirimizden. Yok, efendim “Telefon numaranızı alayım!” aman efendim “Nerede oturuyorsunuz?” gibi boş lafla anı boğmadan. Ki alınan numaranın arandığı nerede görülmüş?
O çiğnenmiş lokma üzerine çok düşündüm sonra. Cibran’ı çıkarıp kitaplıktan, aradım lakin bulamadım o satırları.[3] Sahiden o dizeler öyleyse şimdi anlıyorum ki Mehmet Emmi sonuna kadar haklıydı ve o söz sahiden bizim büyük yalnızlığımızı anlatan muhteşem bir metafordu: Hayatı paylaşıyorduk. Gerçek ya da sahte her şeyi ama her şeyi paylaşıyorduk sevdiklerimizle ve sevmediklerimizle. Yüreğimiz dâhil… Bedenlerimiz dâhil… Lakin bize, içimize, içimizdekine dair bir dokunulmamış orman bırakıyorduk yine de. Dokunulmasına izin vermediğimiz bakir topraklar. Tam da o içimizde, bir sığınak, bir mağara, kilitli bir oda, -kötü benzetme olacak ama hadi yazayım- bir kasa vardı kem gözlerden sakınıp sakladığımız. Özgürlük adamız oradaydı. İnziva adamız! Oraya çekiliyor ve kimseyi sokmuyor, aslında alamıyorduk kimseyi.
Cibran söylemişti sebebini işte. Ağızdaki lokmayı bir başkası çiğneyemez çünkü. Askerdeyken bir arkadaşım tam da nöbet tutarken bunu bana Sivas dağlarında söylemiş ben de itiraz etmiştim. Ah ne yersiz ve zavallı bir itiraz! “Bak!” demişti postalıyla bir çember çizerken yere. “İşte ben bu çemberin içindeyim. Aurora gibi düşün. Sadece ben varım içinde. Oraya kimsenin girmesine izin vermem. Bana ait orası. Bana özel. Sadece benim hislerim, aklım, ruhum, inceliğim, hassasiyetim ya da kabalığım var orada. Yani ben varım işte. Ne annem ne babam ne çocuklarım ne sevgilim. Hatta sen bile giremezsin?” Son cümlesine gülmüştük. Bir Marksist olarak bencilce bulmuş ve ürkmüştüm sözlerinden. Belki o daire içinde yalnızlığımı yaşayacak kadar cesur ve yetişkin hissetmiyordum kendimi. Belki bu hürriyet bana çok geliyordu. Belki bu çember arkadaşımdan uzaklaştıracaktı beni. Bu da hoşuma gitmiyordu belki.
İşte şimdi o metroda, Mehmet Emmim tam da bunu söylüyordu bana. Kimsenin paylaşamayacağı bir mekândan, kimsenin giremeyeceği bir ağızdan, kimseyle yaşayamayacağımız bize ait bir küreden bahsediyordu. Ama bu bencillik değildi. Bu kolektif praksise ihanet de değildi. Cibran, muhteşem konuşmuştu. Cibran özünüzü sakınırsanız paylaştığınız hayatı hep canlı tutarsınız diyordu. Haklıydı. Bu bencillik değil kolektif hayatın sırrıydı. Mehmet Emmi sırrını çözmüştü şiirin. Ve ben otuz yıl sonra, bu kez ince gören bir Sakallıperver olarak o arkadaşımın sözlerini Cibran’ın feneriyle idrak ediyordum işte!
Gerçekte kimdi Shakespeare ile Cibran’ı dilinden okuyacak kadar İngilizce bilen bu ihtiyar? Kılık kıyafetle arası olmayan bu sempatik konuşkan “köylü” kimdi? Kim bilir? Bildiğim, Shakespeare büyük adamdı. Lear’ı yazdıktan 410 yıl sonra, bir yer altı treninde iki adamı satırlarıyla bağlayacak kadar başka, bambaşka bir dünyanın dilinden yazmıştı. İnsanın özünden çektiği mürekkeple yazdığı için, o iki adamın ruhundaki kelimeleri derleyip asırlar öncesine taşıyarak yazmıştı. İnsanın özü denen ve metafizik sanılan o ruhun, aslında nefes aldığımız sokak ve mekânlardaki ilişkilerin ta kendisi olduğunu bize anlattığı için de muhteşemdi.
Sadece güzel yazdığı için değil bizi bize yazdığı için ve dört asır sonra dahi şu basit ve zavallı ruhlarımızı güzel hissettirdiği için de…
2 Mayıs 2019 Perşembe
06.11
Mutfak, İzmir
Dipnot:
* Küstah okuyucu başlık için en hafif deyimle esinlenme, en rezil ifadeyle intihal diyecektir. Yazıda geçen Murakami’nin Sahilde Kafka romanından aşırma olduğunu da iddia edecektir. Değil efendim, değil. Bir kere “sahil” bir coğrafi terim iken metro bir taşıt. Nitelik farkı var. Yani şiddetle reddediyorum bu tezi. Haset ediliyor ki ben de olsam ederdim böyle muazzam bir nesir karşısında. Haklılar yani.
[1] “Mehmet Emmi”nin Shakespeare’den neler alıntıladığını hatırlamıyorum. Ben de hikâyenin akıcılığını bozmamak için “Yeter ki Sonu İyi Bitsin” adlı oyunundan iki bölüm alıp Emmi’nin diyaloguna ekledim. Hikâye gerçek bir olaya dayanıyorsa da her anlatı bir kurmacadır nihayetinde.
[2] “Mehmet Emmi” böyle söylememişti tabii ki. Söylemek istediğini edebi bir dille anlatmak için şiirselleştirdim.
[3] Sonradan Halil Cibran’ın kitabında buldum o bölümü. Ve hissettiklerimin doğru olduğunu heyecanla anladım. Otuz yıl önce o kışla tepesinde, elimizde tüfekler, konuşurken Muhammed o çemberin içinden tam da bunu söylüyordu bana: “Her ağaç kendi gölgesinde büyür. Ama ormanından ayrı değil.” Aşağıdaki manzumeyi okuduğumda kelimeler sanki binlerce eliyle gövdemi kucakladı. O akşam metroda, o adamla karşılaşmasaydım bu dizeleri asla bulamayacak, bulsam da bu derinlikte okuyamayacak ve hissedemeyecektim. Sen çok yaşa Mehmet Emmi. Teşekkürler Cibran.
“…
Siz birlikte doğduğunuz ve birlikte olacaksınız sonsuza dek,
Ölümün beyaz kanatları günlerinizi savurduğunda beraber olacaksınız
Ancak mesafeler olsun birlikteliğinizde,
Ve göğün rüzgarları dans etsin aranızda.
Birbirinizi sevin ama zincirlemeyin,
Bir deniz olsun ruhlarınızın kıyıları arasında dalgalanan.
Birbirinizin kasesini doldurun ama aynı kaseden içmeyin.
Birbirinize ekmeğinizden verin ama aynı somundan yemeyin.
Şarkı söyleyin ve dans edin birlikte, neşeli olun
Fakatı bırakın her biriniz tek başına olsun.
Aynı nağmelerle titremelerine rağmen ayrı ayrı duran telleri gibi udun
Kalplerinizi verin ama birbirinizin himayesine değil.
Çünkü kalplerinizi sadece Hayat elinde tutabilir.
Ve birlikte durun ama dip dibe değil.
Çünkü mabedin sütunları ayrı ayrı durur.
Ve meşe ağacı ile selvi birbirinin gölgesinde serpilemez.”
Halil Cibran, Ermiş, (Prophet), Öteki Yayınevi, Çeviren Özlem Menemencioğlu Boğahan, Sayfa 19-20
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.