TÜSİAD’ın 1979 yılında Gerçekçi Çıkış Yolu başlığıyla verdiği ilanın ardından Ecevit hükümeti iktidardan düşmüş, TÜSİAD “hükümet düşüren dernek” olarak nitelenir hale gelmiştir. Tabii zaman içinde ülke burjuvazisi zafer üstüne zafer kazanınca Eczacıbaşı, “İş dünyası ile kamu görevlileri ve hükümet yetkilileri arasındaki ilişkilerin, her iki tarafın birbirine büyük kuşkuyla baktığı dönemlere göre çok daha olumlu noktalara ulaşmış olduğunu da görmemiz gerekir” der
Yukardakiler durabiliyorlar orada,
Sırf ötekiler durduğundan aşağıda
-Bertolt Brecht-[1]
Bülent Eczacıbaşı geçtiğimiz aylarda İşim Gücüm Budur Benim[2] isimli bir kitap yayınladı. Kitapla ilgili kimi yorum ve değerlendirmelere çeşitli mahfillerde rastlamak mümkün oldu. Esasen kitapta ele alınan tartışmalar, Türkiye’nin ahbap-çavuş kapitalizmi ülkesi olmaktan çıkıp “derli-toplu bir kapitalist ülke olması” (Eczacıbaşı, s. 115) özlemini duyan burjuva sınıf fraksiyonlarının güncel taleplerini merkezine alan bir tartışma platformu niteliği taşıyor: “ayrıcalıklı kişi ve kurumların ortaya çıkmasını zorlaştıran şeffaflık ortamının korunması, kayıt dışı ekonominin küçültülmesi, sağlıklı rekabet koşullarının sürdürülmesi” (Eczacıbaşı, s. 339). Aile şirketleri, ülkede ve dünyada ekonomi politikaları, sürdürülebilirlik ve çevre politikaları, sivil toplum ve kültür politikaları çerçevesinde beş bölümden oluşan kitapta Eczacıbaşı’nın bu başlıklarda kendi fikirlerinin yanı sıra ilgili alanlarda uzman akademisyenlerle yaptığı söyleşiler yer alıyor.
Kitapta çerçevesi oluşturulmaya çalışılan tartışma eksenlerinin bir serimi, Bülent Eczacıbaşı gibi ülke burjuvazisinin simge isimlerinin zihnindeki soruları ve tartışmaları anlamak bakımından faydalı. Eczacıbaşı’na göre küreselleşme süreciyle başta Çin olmak üzere çok sayıda ülkenin küresel kapitalist sisteme entegre olması “dünyada işgücü maliyetlerinin baskı altında tutulması”nı (Eczacıbaşı, 166) beraberinde getirirken gelir ve servet eşitsizliği artmış (Eczacıbaşı, 398), “küresel nüfusun en varlıklı yüzde birinin dünyadaki tüm varlıkların yüzde 50’sinden fazlasına sahip olduğu bir noktaya” (Eczacıbaşı, 392) gelinmiştir.
Eczacıbaşı’nın tarihçi Walter Scheidel’e dayandırarak ifade ettiği üzere, geçmişte eşitsizliğin bu denli yoğunlaştığı dönemler bu eşitsizliği törpülemek üzere “eşitlemenin dört atlısı” olarak adlandırılan olaylarla son bulmuştur: kitlesel savaşlar, şiddet içeren devrimler, öldürücü salgın hastalıklar ve devletlerin çöküşü (Eczacıbaşı, 391-392). Elde bu veriler olunca, Eczacıbaşı da ‘haklı olarak’ kaygılanmaktadır:
“Bu, ‘gelir dağılımındaki bozulma’ demeyeyim ama dengelerin değişmesinin ve üst gelir gruplarının daha da zenginleşmesinin hem kapitalist düzenin hem de demokrasinin işleyişini zora sokan ve belki de günün birinde imkânsız hale getirecek bir gelişme olup olmadığı çok önemli bir sorun gibi geliyor bana. Yani güç yoğunlaşmasının, servet konsantrasyonunun demokrasilerin işleyişini bozması ve toplumun yararına çalışan bir sistemi rayından çıkarması olgusu giderek güçleniyor diye düşünüyorum” (Eczacıbaşı, 155).
Başka bir yerde ekliyor Eczacıbaşı: “gelir ve servet eşitsizliğini artıran bu korkunç döngü hiç kuşkusuz kapitalizmin de, demokrasinin de sonunu getirecek potansiyele sahiptir” (Eczacıbaşı, 398). Geçmişte böylesi durumlarda ortaya çıkan “bu düzen değişmelidir” çığlığı, sosyalizmi işaret ederken bugün Eczacıbaşı’na göre dünyada yine benzer bir çığlık yükselmekte ancak bir çözümsüzlük ağır basmaktadır (Eczacıbaşı, 149). Nitekim, Eczacıbaşı’na göre doğayı ve insanlığı korumaya yönelecek temel paradigma değişiklikleri “felsefi anlamda” haklı olmakla birlikte “dünyada gerçekleşmesi gerçekçi olmayan” çok zor şeylerdir. Ayrıca bunlara “vakit de yok”tur, “ayaklarımız ıslanmaya başlamıştır” ve “temel, dünyanın bütün ekonomilerinin işleyişini değiştirecek paradigma değişiklikleri bizi yolumuzdan saptırır gibi bir” endişesi vardır (Eczacıbaşı, 195). Bu noktada da tek çıkış yolu olarak “kapitalizmin reformu” mümkün görünmektedir (Eczacıbaşı, 233).
Bunun da ötesinde, burjuvazinin toplumsal olarak gösterdiği etkinliğin maliyetlerinin, sonuçlarının ve taşıdıkları vebalin son derece farkında olduğu Eczacıbaşı’nın çalışmasında gayet açıktır. “Sayıca küçük ama ‘Türkiye’nin en zenginleri’ olarak bilinen bir grubu” temsil ettiğinin bilincindedir. “Özel kesim”in “bir bütün olarak [yukarıda sıralanan] sorunların zaten yaratıcısı olarak” görüldüğünün bilincindedir (Eczacıbaşı, 208). Eczacıbaşı’nın bu kitapla oluşturmaya çalıştığı tartışma çerçevesi, sadece kendisinin taşıdığı sınıf bilincinin ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda burjuvazinin devletle kurduğu ilişkinin kanalları hakkında da çeşitli veriler sunuyor. Kitabın Başkan Mao’ya atıfla “Bin Çiçek Açsın…” başlığı verilen bölümü, 1992 yılında Musa Kart tarafından çizilen aşağıdaki karikatürü[3] anarak başlıyor. Dönemin TOBB Başkanı Yalım Erez’le dönemin TÜSİAD başkanı olan Bülent Eczacıbaşı bu karikatürde devletten beslenirken tekmeleşen ikizler olarak resmedilmiş arada olan halka olmuştu. Eczacıbaşı bu bölümde sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimlere dair net ifadeler kullanmasa da arada bir rekabet olduğunu kabul etmekte, yine de burjuvazinin geçmişte “kendisini bir sınıfa ait hissetme, başka sınıflar karşısında ekonomik ve siyasi çıkarlarını tanımlama ve sınıfsal amaçlar tarafından belirlenmiş rollerle davranma”[4] eğiliminin somut ifadeleri olan TÜSİAD ve Hür Teşebbüs Konseyi gibi deneyimleri anımsatmaktadır.
Buna göre, iş insanları, “ekonominin dünya pazarlarında savaşan askerleridir” ve “Ankara’da alınan ve ekonomiyi etkileyen her karar, onlar açısından büyük önem taşır” (Eczacıbaşı, s. 291). “İş insanlarının Ankara’ya bağımlı olmaları, alışılmış ve kabul edilmiş bir gerçektir. İlişkiler siyasetçiler tarafından çizilen sınırlar içinde yürütülür, eleştirilerde çizmenin aşılmamasına dikkat edilir” (Eczacıbaşı, s. 291). Nitekim Ankara’daki yetkililer de “Bizim size her zaman kapımız açık, derdinizi bize anlatın, kamuoyu önünde konuşmayın” der; ki bu tepki “temelde haksız değildir” (Eczacıbaşı, s. 290). Yine de TÜSİAD’ın 1979 yılında Gerçekçi Çıkış Yolu başlığıyla verdiği ilanın ardından Ecevit hükümeti iktidardan düşmüş, TÜSİAD “hükümet düşüren dernek” olarak nitelenir hale gelmiştir. Tabii zaman içinde ülke burjuvazisi zafer üstüne zafer kazanınca Eczacıbaşı, “İş dünyası ile kamu görevlileri ve hükümet yetkilileri arasındaki ilişkilerin, her iki tarafın birbirine büyük kuşkuyla baktığı dönemlere göre çok daha olumlu noktalara ulaşmış olduğunu da görmemiz gerekir” der: “Özel kesim temsilcilerinin seslerini duyurmak için medyadan başka yol bulamadıkları dönemlerin artık geride kalmakta olduğunu görmek sevindiricidir” (Eczacıbaşı, 292).
Hakeza, Erol Bilecik’in yönetim kurulu başkanı olarak göreve gelmesinin ardından sarayda bir TÜSİAD heyetini ağırlayan Erdoğan da oldukça benzer temalardan bahsediyordu: “TÜSİAD’ın zayıflamasını istemeyiz. İlanla hükümet değiştirme dönemleri artık tarihte kaldı. Geçmişte, TÜSİAD’la ilişkilerimizdeki sorunlar, kamuoyu önünde ve medya aracılığıyla mesaj vermelerinden kaynaklandı. Benimle bu şekilde doğrudan konuşun!”[5] Bütün bunlar sermaye ve devlet arasındaki hiç de rastlantısal olmayan ilişkinin kanalları ve biçimleri hakkında fikir vericidir.
Bülent Eczacıbaşı, kitabında Türkiye’nin batıya veya yatırımcılara anlatacağı hikâyenin aşındığından dem vuruyor, kendisiyle kitap üzerine yapılan bir söyleşideyse bunu aşağıdaki ifadelerle açıklıyordu;
“Bir zamanlar Türkiye’nin hikayesi, ‘hür dünyanın ve NATO’nun Doğu’daki kalesi olmak’tı. Özal’lı yıllarda ‘küreselleşmenin parçası, dinamik liberal Türkiye’ hikayesi geçerliydi. Üçüncü hikâye AK Parti’nin iktidara gelmesiyle ortaya çıktı. Demokratik reformlar yapan, bir Müslüman toplumda demokrasinin gelişebileceğini, AB’ye katılım sürecinin başlayabileceğini kanıtlayan, bir yandan da hızlı büyümeye devam eden Türkiye son derece ilginç bir hikâye ortaya koydu. Şimdi hikayesiz kaldık derken bunu anlatmaya çalışıyorum.”[6]
Eczacıbaşı’nın bu ifadeleri yer yer hayal kırıklığına neden olmuş ki Hasan Cemal durumu “büyük iş alemi[nin] çıkardığı bildirilerle hükümetleri sarsabildiği, hatta devirebildiği” günlerle karşılaştırıp bugün büyük iş aleminin “’Tek Adam’ın önünde el pençe divan” durduğunu yazıp “yeni bir hikâye için her şeyden önce yürek gerektiğini, cesaret lazım” geldiğini söylemiş[7]. Eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın bile “Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı”[8] dediği bir momentte kuşkusuz bunların büyük bir bölümü en hafif ifadeyle “hüsnüniyet”. Eczacıbaşı’nın yanıtı da zaten hazır; olup bitenlere “kim karşı çıkabildi de girişimciler karşı çıkmamakla suçlanıyor?” [9]
Eczacıbaşı, “küreselleşme toplumlardaki gelir dengesizliklerini artıran etkiler getiriyor” deyip “kapitalizmin aşırılıklarını başarıyla törpüleyen hareketlere” özlemini ifade ederken küreselleşmenin sunduğu bütün nimetleri afiyetle topladı. Hasan Cemal’in beklediği bedelleri ödemeyi de aklından bile geçirmedi. Osman Ulagay’ın dediği gibi “Bülent Bey’in yazdıkları ve söyledikleri aslında bir çaresizliğin itirafı”. Türkiye’nin, Ulagay’ın iddia ettiği gibi “Başkanlık sistemiyle tanımlanmış, kurumsal yapısı oluşturulmuş, ideolojik temelleri de olan bir hikayesi”nin[10] gerçekte var olduğu şüphelidir. Ancak kesin olan, demokrasi talebinin son derece sınıfsal bir talep olduğu gerçeğidir.
Eczacıbaşı’na göre hikâyenin aşınmasının nedenleri; 2007-2008 krizinden sonra AB’nin Türkiye’ye karşı soğuyan tutumu, bölgemizdeki savaşlar, bir ara kabaran terör dalgası, iktidar partisinin kapatılması için açılan dava, korkunç bir darbe teşebbüsü, Ergenekon, Balyoz davaları gibi gelişmelerdir… Bunların büyük bir bölümü emperyalizmin ve Türkiye sermayesinin Ortadoğu politikasının sonucu olarak gelişti. Ali Koç kadar[11] olmasa da romantik bir batılılaşma anlatısı sunan Eczacıbaşı’na Ulagay’ın yaptığı hatırlatma bu değişen duruma dikkat çekiyor. Zaten Eczacıbaşı da meselenin farkına varmaya başlamış ki “düşünüyorum, acaba anahtarı yanlış yerde arayan asıl bizler miydik?” diye soruyor.
Buna benzer soruların tartışıldığı mülakatlardan birinde laf iş ahlakına gelince Eczacıbaşı bir karikatürden bahsediyor: “Bu karikatürde yönetim kurulu başkanı masanın başına oturmuş, masanın etrafında da üyeler var. Başkan, ‘İş ahlakına uymak son derece önemlidir’ diyor; ‘ama tabii mantıklı ölçüler içinde kalmak şartıyla’” (Eczacıbaşı, 78). Eczacıbaşı, iş dünyasında “Ahlaklı davranırsan hiçbir şey yapamazsın” yönünde yaygın bir inanış olduğu kanaatinde. Aslında kendi çıkmazı da bütünüyle bu satırlarda gizli… Belki de Tocqueville’in benzer bağlamda bundan uzun zaman önce dediği gibi Eczacıbaşı’nın “zihni demokratik kurumların çekimine kapılıyordur; ama içgüdüsel olarak aristokrattır, çünkü ayaktakımından iğreniyor ve onlardan korkuyordur”, “esasında özgürlüğe, yasallığa, haklara, saygıya tutkuyla âşıktır, ama demokrasiye değil”, “demagoglardan, yığınların başıbozuk hareketlerinden, kamu işlerine zorbaca ve cahilce müdahalelerinden nefret ediyordur”, devrimci partiyle muhafazakâr partiden ikisine de ait değilse bile “son tahlilde ilkine değil, ikincisine yakındır, çünkü muhafazakârlardan amaçlardan çok araçlarda ayrılırken, devrimcilerden hem amaçlarda, hem de araçlarda ayrılıyordur.”
Bu maksadından uzun özetin ardından gelelim başlıkta sorduğumuz soruya. Bolu’nun çiçeği burnunda CHP’li belediye başkanı Tanju Özcan ayağının tozuyla belediye bütçesinden Suriyelilere yapılacak yardımların kesileceğini ifade etti. “Yatağa aç giren vatandaşlarımız varken Bolu’da Türk halkının vergilerinden oluşan bütçemizden, Suriyelilere bir tek kuruş yardım yapılmayacaktır” dedi. Seçimden 8 gün önce yaptığı açıklamada da hiçbir Suriyeliye işyeri açma ruhsatı vermeyeceğini ifade etmişti. Çünkü “Yukarısokulu yaşlı teyzem -10 derecede kaldırımın üzerinde yağ yoğurt satıp evine 10 lira götürme derdindeyken onun karşısındaki bankada sağlıklı, güçlü-kuvvetli Suriyeliler gelip maaş çekiyorlar”dı, bunu hazmedemiyor, kabullenemiyordu.
Zamanın ruhuna oldukça uygun olan bu çıkış, belli ki önemli bir toplumsal karşılık da buldu. Tanju Özcan seçildi, paylaşımları büyük ilgi gördü. Bir süredir “Batı demokrasilerinde” gözlemlenen bir olgu olarak tartışılan, bizde de çeşitli biçimlerde kendini açığa vuran göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı bu eşikle beraber çok daha cüretli bir biçimde sesini yükseltti. Üstelik bu kez, farklı milletlerden emekçiler arasında bir boğazlaşmanın habercisi niteliğinde. Karşı karşıya getirilen Yukarısokulu yaşlı teyzeyle, yerinden yurdundan edilip ucuz iş gücü haline getirilmiş Suriyeli emekçiler. Son 20 yılda memlekette yapılan yardımlardan, vergi ve imar aflarından aslan payını alan, Ankara’da alınan her kararı can kulağıyla takip edip mevcudiyetini ve istikbalini buna bağlayan ülke burjuvazisine yapılan yardımlarda ise herhangi bir kesinti yok. Oysa Yukarısokulu yaşlı teyzeyi -10 derecede kaldırım üzerinde oturmak zorunda bırakan da Suriyelileri yerinden yurdundan eden de aynı kâr hırsı. Horkheimer’ın son zamanlarda sık atıf yapılan bir sözünde “kapitalizmden bahsetmek istemeyenler, faşizm hakkında konuşmazsa daha iyidir”[12] diyordu. Şayet bir demokrasi, tartışması yapılacaksa tartışmaya önce karşı karşıya getirilenlerin hangi sınıfa mensup olduklarına ve/veya hangi sınıfın programını savunduklarına bakarak başlamakta fayda var. Bu sorgulama, demokrasi tartışmasının anlamlı bir zemine oturtulmasında -yeterli olmadığı durumlarda dahi- gerekli bir koşul olma özelliğini koruyor.
Tanju Özcan’ın yaklaşımına cevaben Suriyelilere yapılan yardımların muhtevası, kaynakları ve biçimleriyle ilgili çok sayıda karşı argüman öne sürüldü; muhtemeldir ki bunların büyük kısmının haklılık payı vardır. Ancak dile getirilmeyen şu ki, Tanju Özcan’ın programı, bizden çalınanları kimin çaldığını gizliyor; farklı milletlerden emekçiler arasındaki boğazlaşmanın burjuvazi açısından anlamını gizliyor. Eczacıbaşı, “iş insanları tarihte hiç olmadıkları kadar güçlü” diyor (Eczacıbaşı, 307). Şimdi soru basit, servetini devrimcilerin ve işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin12 Eylül zindanlarında katledilmesine, postallar altında ezilmesine borçlu olan Eczacıbaşı’nın, ne yatağa aç giren vatandaşlar ne de yerinden yurdundan edilmesine sebep oldukları Suriyeliler adına kaygılanması için –bu düzenin sosyal politikalarla sürdürülmesi dışında- tek bir sebep var mıdır? Cevap hayırsa, lafa TÜSİAD muhtıralarına bağlılık yeminiyle başlayan siyasal programlarla mücadelenin çetinleşeceği zorlu bir “bahar” bizleri bekliyor.
Zira yatağa aç giren vatandaşların rızkını Suriyelilere yapıldığı ifade edilen yardımlardan değil de sermayeye verilen yardımlardan, teşviklerden, vergi aflarından veya hiç vergilendirilmeyen kazançlardan sağlamak çok daha anlamlı, sağlıklı ve hakkaniyetli bir politika olacaktır.
Dipnot:
[1] Brecht’in Tahterevalli şiirini hatırlattığı için Otonom Piyade’ye teşekkürler.
[2] Bülent Eczacıbaşı, İşim Gücüm Budur Benim. Bundan sonra (Eczacıbaşı) biçiminde atıf yapılacaktır.
[3] Kaynak: https://www.isimgucumbudurbenim.com/mskrt/
[4] Galip Yalman, (2009). Transition to Neoliberalism-The Case of Turkey in the 1980s, s. 306. Tabi bu bilinç, “sınıf mücadeleleri içinde oluşmuş, burjuvazinin kendi egemenliğini sürdürmek için bütüncül bir toplum vizyonu geliştirerek stratejik bir kapasite elde etmesi biçiminde ‘keşfedilmiştir’”.
[5] Okan Müderrisoğlu, Cumhurbaşkanı’ndan TÜSİAD’a mesajlar… 4 Mart 2017, Sabah.
[6] Bülent Eczacıbaşı’ndan iş hayatı önerileri. 22 Eylül 2018, Hürriyet
[7] Hasan Cemal, Türkiye hikâyesiz kalmaz ama yeni bir hikâye için de yürek lazım!, 27 Eylül 2018 T24
[8] Durmuş Yılmaz: Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı., 29 Haziran 2018 Gazete Duvar
[9] Bülent Eczacıbaşı’ndan iş hayatı önerileri. 22 Eylül 2018, Hürriyet
[10] Osman Ulagay’dan Bülent Eczacıbaşı’na: Acaba anahtarı yanlış yerde arayan asıl bizler miydik?, 26 Eylül 2018 T24
[11] Bkz. Yok aslında birbirinizden farkınız, 11 Aralık 2018, sendika.org
[12] Çevirinin daha sahih hale getirilmesine yardımcı olan Max Zirngast’a teşekkürler.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.