Bir ailenin üç kuşak kadını… Anneanne, anne ve çocuk… Ayfer, Başak ve Melis… Birbirlerine anlatamadıkları, susmayan iç sesleri, didişmeleri, özlemleri, varlıklarının kendilerindeki yansıması, erkeklerin hayatlarındaki varlığı ve aslında yokluğu… Bir de hep orada duran armut ağacı…
Oyunu izlemeye salona girdiğimizde Dario Moreno karşılıyor bizleri “İstanbul’un kızları bilsen ne şeker/ insanı uzaklardan yanına çeker/ unutamam o İstanbullu kızları/ ah kızları…” Söyleşiyi şarkı eşliğinde okumayı da öneririm.
“Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin” Üç kadın, üç kuşak, çekip altlarına birer sandalye başlıyorlar anlatmaya… Sanki oturmuşuz da bir mutfakta dinliyoruz.
Bir ailenin üç kuşak kadını… Anneanne, anne ve çocuk… Ayfer, Başak ve Melis… Birbirlerine anlatamadıkları, susmayan iç sesleri, didişmeleri, özlemleri, varlıklarının kendilerindeki yansıması, erkeklerin hayatlarındaki varlığı ve aslında yokluğu… Bir de hep orada duran bir armut ağacı…
Üç kadın hikâyelerini aynı anda anlatmaya başlıyor. Kadınların 50 yıllık hikâyesinde İstanbul’un değişimine, dönüşümüne de tanık oluyoruz.
Oyuncular Ayfer Dönmez, Başak Kıvılcım Ertanoğlu ve Melis Öz kendi isimleriyle hayat verdikleri karakterleri muhteşem bir oyunculuk performansıyla anlatıyor. O sandalyelerden hiç kalkılmıyor. Üç ses aynı anda ama yalnız, dertleniyor seksen dakika boyunca.
Ayfer Dönmez’in “Mihrabım diyerek” şarkısını genç sesiyle başlayıp yaşlı sesiyle bitirmesi en çarpıcı sahnelerden biriydi. Başak Kıvılcım Ertanoğlu’nun, annesi, kızı ve Fehmi için endişesi, üzüntüsü, kızgınlığı, yalnızlığı ve sıkışmışlığını kadınlık hallerinin en sahiciliğiyle anlatması seyirciyi kendi iç dünyasında da muhteşem bir yolculuğa çıkarıyor. Ve Melis Öz, evin en küçüğü, en genç, en enerji dolusu. Melis’in yaş aldıkça karşısına çıkanlar, deneyimledikleri de hüzünlü bir tebessüm bırakıyor seyircide.
Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazdığı ve yönettiği oyun iki sezondur izleyici ile buluşuyor. Seyretmekte geç kalmış olsam da konuşalım istedim. Oyuncular Ayfer Dönmez, Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Melis Öz ve oyunun yazarı-yönetmeni Murat Mahmutyazıcıoğlu ile hem oyun hem de bugünün İstanbul’u ve bugünün İstanbul’unda kadın olmak üzerine söyleştik.
Murat Mahmutyazıcıoğlu
İlk olarak senle başlamak istiyorum Murat. Bir erkek olarak kadınların dünyasını, dertlerini, mutluluklarını, kaygılarını onların iç sesinden bu kadar iyi anlatmanı sağlayan şey neydi? Herkesin çevresinde kadınlar, tanık olduğu kadın hikâyeleri var ama böylesi anlatımlar da kolay çıkmıyor. Seni besleyen şeyler nelerdi yazarken?
Murat Mahmutyazıcıoğlu: Bir erkek olarak ben de benzer şeyleri yaşıyorum ama özellikle Melis karakteriyle özdeşleştirebilirim, yaş olarak daha yakın olduğu için. Ama tabii ki bir kadınla bir erkeğin yaşama biçimi, olayların ona tesir etmesi çok farklı. Kadınlar her zaman çok daha büyük baskı altındalar. Ben de bu durumla empati kurup, kendi arkadaşlarım, ailem, kadınlar üzerinden anlatmayı istedim. Kadınlar hayatı çok daha zor yaşıyorlar. Bunu anlamak için illa ki kadın olmaya gerek yok. Annem var, kız arkadaşlarım var… Biraz onların söyleyemediklerini ya da onların meselesini bana değen tarafıyla yazmak ve sahnelenmesini istedim.
Sizlere soracak olursam, metni ilk okuduğunuzdan iki sezon boyunca oynadığınız bugüne kadar nasıl hissettiniz? “Hayır bu bir kadın duygusu olamaz” dediğiniz yerler var mıydı ya da aksi, “Evet, tam da böyle hissediyorum”?
Ayfer Dönmez: Biz çok sevdik. Bizim de “Evet, tam da böyle” dediğimiz çok yer var. Hatta tüm karakterlerin, başka başka yerlerden haklı oldukları yönleri algılayıp onu aktarmak çok keyif verdi. Hepimizin iç dünyasında inanılmaz iniş çıkışlar oluyor. Onları sonuna kadar savunmak çok keyif verdi. İçlerine attıkları her şeyi aktarmak güzel geldi.
Ayfer Dönmez
Melis Öz: Seyirciyle göz göze bir oyun olduğu için söylemek, dertleşmek ve insanların gözünden onay almak bana da çok iyi geliyor. İlk okuduğun andan son oynadığım ana kadar her defasında çok iyi geldi. Çok gerçek ve yerinde hissettiriyor oynadıklarımızın hepsi.
Başak Kıvılcım Ertanoğlu: Oyunda, biçim de açık. Oyun sırasında insanların zaman zaman bize karşılık vermeleri, sözlü olarak ya da bedenleriyle onaylamaları, farklı şekilde bizden karşılık bulduklarını görmek aslında hepimizin söylemediği şeylerin ne kadar ortak olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla ben de anlattığımız taraftayım. Diyemediğimiz çok şey var…
80 dakika boyunca bir sandalyede oturarak oynamak zor olsa gerek. Bir anlatı oyun ve seyirci izlerken bir an bile kopmuyor. Hazırlık aşaması nasıl oldu sizler için?
Başak: Hazırlığı zordu. Ben anlatıda daha önce oynamadım. Bu biçimde ilk kez oynuyorum. Gerçekten çok zor ama aynı zamanda çok keyifli. Oynadıkça içinde daha çok kaybolabildiğimiz ve daha kendiliğinleşen şeylerin de geliştiği bir biçim. Çok özgün bir biçim aslında. Kapalı gibi görünüyor ama kendi içinde oyuncuyu çok özgürleştiriyor. İstediği her tarafa çekebileceği, istediği şeyi istediği yerden anlatabileceği bir biçim.
Prova sürecinde, anlamamız biraz zaman aldı. Çünkü oyuncuyuz ve hepimiz oynamak istiyoruz. Ama burada sadece anlatmamız için bir alan var. Onun ne kadar özgürleştiren bir durum olduğunu zaman içinde anladık sanırım. Kendi açımdan söyleyecek olursam, işin en güzel tarafı 177’nci oyundan da oyun çıkışı “Evet ya bu bu yüzden yazılmış, bu böyle oynanmış ve fiziksellik onu getirmiş” diyebiliyorum. Benim için çok müthiş bir süreç. Metni anlamak ve aktarmak için çok güzel bir alan.
Başak Kıvılcım Ertanoğlu
Melis Öz: Arkadaşlarımdan özel olarak aldığım yorumlara göre, benim tırmandığım, acı çektiğim ya da mutlu olduğun anlarda “Şimdi kesin beni arayacak”, “Beni arar herhalde şimdi” hissi olmuş. Bu o kadar mutlu etmişti ki beni…
Oyunda 50 yıllık bir dönemde üç kadının hikayesinin arka planında değişen İstanbul’u görüyoruz. Peki bugünün İstanbul’unda kadınlık halleri desek, nasıl bir tablo geliyor gözünüzün önüne?
Ayfer: Aslında 50 öncesinden bugüne geliyor hikâye. Melis’in son dönemlerinde biraz bugünün izlerini görüyoruz. Tabii ki şu anda acayip değişimler var ve bambaşka kadın hikâyeleri de yazılabilir, değil mi Murat? (Gülüyor.)
Murat: Bambaşka kadın hikâyeleri de yazmayı düşünüyorum tabii. Kent büyüdükçe hepimizin alanları daralıyor. Hikâyeler daha da trajikleşiyor bence. Mutluluk ve mutsuzluk anları büyüyor. Bir yanda gökdelenler yükselirken bir yanda altyapı sorunları vs, o kentle ilgili sorunlar da büyümeye başlıyor. Bu insanların psikolojisini de etkiliyor. Biz dünyanın en büyük şehirlerinden bir tanesinde yaşıyoruz. Dünyanın başka bir şehrine gittiğimiz zaman ya da Türkiye’de başka bir şehre gittiğimiz zaman hayatın daha yaşanılabilir olduğunu keşfediyoruz İstanbullular olarak. Bu tuhaf bir çelişki ama bir yandan başka bir yere uyum sağlamamız da çok zor oluyor. Bu kent bizi şekillendiriyor yıllar geçtikçe. Özellikle bizim kuşak için… Hala üreten, sokakta olan insanlar için… Bunları düşününce hikâyeler çoğalıyor. 30 katlı bir apartmana bakınca orada belki 120 hane var ve 120 tane hikâye var.
Armut ağacı desek… Oyun boyunca Ayfer, Başak ve Melis anlatılarında dönüp dolaşıp armut ağacına gidiyor. Nedir bu armut ağacının sırrı, neyi temsil ediyor?
Murat: İzlediğin kadar aslında… Değişmeyen bir şey var, o da armut ağacı. Ama onunla ilgili ilişkilerini de tam anlamıyoruz. Armut ağacını seviyorlar mı sevmiyorlar mı? O ağaç gerçek olarak orada duran tek şey. Evler değişiyor, hayatlar değişiyor, insanlar ölüyor ve bizde o ağaç toprak ve onun içine giriyoruz bir şekilde. O ağaç bizi bekliyor belki de… Şu an hayal ettiğim şeyi söylüyorum ama tam olarak hiçbir sihri hiçbir alt metni yok. Değişmeyen bir dayanak noktası. Her şeye tanıklık ediyor. Oyunda bir sürü şey oluyor, armut ağacına gidiyoruz. Ama seviyor muyuz sevmiyor muyuz hiçbir fikrimiz yok. Görmüyoruz bile belki, sadece fark ediyoruz ayrı ayrı.
Oyunda İstanbul şöyle anlatılıyor: “Her yeri deniz olup da bu kadar az yosun kokusu olan başka bir şehir var mı acaba? Bu kadar köprü olup da kimsenin birbirine ulaşamadığı başka bir şehir. Bu kadar çok insanın olup da her yerin bomboş olduğu… Bomboş.” Bir de o üç kadını kesen şey “yalnızlık” olarak karşımıza çıkıyor. Sizce insanların arasındaki o köprüyü kuramama, yalnızlığa sebep olan şey nedir?
Melis: Sanırım kalabalık ve buna bağlı olarak da güvensizlik gibi bir şey söz konusu. Sürekli bir yere yetişme çabası var. Dolayısıyla bu, yanındakinden bağımsızlaştırıyor ve bencilleştiriyor insanı. Güvensizlik kuruyor insanlar. Kendini ait hissettiğin herhangi bir yer de sürekli değişimde olduğu için, bir yandan ait hissedememe var, bir yandan da çok fazla ait hissetme var. Bir yandan yaşadığın ve çok sevdiğin bir şehir, bir yandan ait hissettiğin alanların değişmesi, dönüşmesi durumu söz konusu. Zannediyorum tamamı biraz şizofrenik yapıyor İstanbul’u.
Başak: Alanlar o kadar ufak ki; o ufak alanlarda kendimize bir yer açmaya, nefes almaya çalışıyoruz. İstanbul’da metrekareler o kadar ufak ki… O yüzölçümünün küçülmesi bizim içimizdeki özgürlük alanının da küçülmesini getiriyor. Onun sonrası bencillik oluyor. Rahatladığımız alanlar bulmaya çalışıyoruz. Meslektaşlarımızla dertleşmeye, buluşup, toplanıp bir şeyler içmeye çalışıyoruz. Ama günün sonunda aslında fazla bireyselliği getiriyor. Maalesef biraz da acelecilik, zamanımızın eksildiği hissi çok tedirgin hale getiriyor insanı. Sanki sürekli bir şey yapmamız gerekiyor ve yapmıyoruz. Bir şey değişiyor mesela “Aaa bina yıkılmış yenisi yapılmış ben duruyorum hala” gibi hissediyoruz. Halbuki durmakta bir sakınca yok. İşte armut ağacı, duruyor…
Ayfer: Aslında biraz mesafe ve yalnız olabilmemiz lazım. Yalnız olamıyoruz. O yüzden kalabalık içinde de ilişki kuramayarak başka türlü bir yalnızlık yaşıyoruz. Burada hiç mesafe yok, kendimize ait nefes alabileceğimiz alanlar yok, İstanbul’un olayı bu. Herkes o kadar burun buruna ki…
“Perdesi kapalı evlerde mutsuz insanlar, mutsuz kadınlar yaşar” diyor yine oyunda…
Başak: Güneşin doğduğunu anlamak için perdeyi açmamız gerekiyor ama etraf o kadar betonla çevrili iç içe ki…
Fehmi, Okan, Mehmet… Bunlar da oyundaki erkek karakterler; kadınları üzen, yalnız bırakan erkekler… Başka türlü ilişkiler nasıl kurulabilir sizce ve bunu kuramadığımız, aşamadığımız yerde neye takılıyoruz?
Melis: Öğrenilmiş çaresizlik gibi geliyor bana. Fehmi asla hiçbir şey söylememesine rağmen “Bir şey söylesene be adam” diyor kadın. Gamsız bir tane adam var ve biz yine de onu erk ve bir figür olarak oraya koyup, ondan cevap bekliyoruz. Bu da muhtemelen öğrenilmiş çaresizlik gibi geliyor bana.
Melis Öz
Başak: Süreç hiç değişmiyor. O kadar geçen zaman sonra şu an farklı bir şey oluyor mu diye düşünüyorum, farklı bir şey olmuyor. Evet bize öğretilmiş bir şey. Ama biz de bunu kabulleniyoruz. Şu bile var; diyoruz ya “Kadın hikayeleri az”, aslında az değil, belki de biz az olduğunu düşünüyoruz. Yazılıyor, yazan var, yapılıyor sahneleniyor… Zaman içerisinde o mağdur olma hali belki de kanıksadığımız bir şey haline geliyor ve hep kendimizi savunan bir yerden aynı adamları bularak, aynı o basiretsizlik içerisinde debelenmeye başlıyoruz. Bunu aşmak da yine önce bireysel özgürleşmeden geçiyor. Erkeklerin olmaması da güzel bir politik söylem sanırım. Çünkü yoklar gerçekten. O fallus her neyse aslında yok. Ama sürekli bahsediyoruz bundan, olmayan bir şeyden.
Murat: Bu oyunda yazar, yönetmen erkek evet ama bizim oyun serüvenimizde hiyerarşik bir durum olmadı hiç. Çünkü zaten buna küçük de olsa bir taş koymak üzere yapılmış bir oyun bu. Çok kişisel hikâyelerden yola çıkarak benim yazdığım ve onlara teslim ettiğim bir oyun.
Toplumun her alanında kadınların temsil oranı düşük. Bunun kırılması için bence bu tip oluşumların, bu tip hikayelerin artması gerekiyor. Kadınların bu anlamda birbirlerini “gaza” getirmesi gerekiyor. Özellikle bizim gibi daha özgür alanlar için. Çünkü burada yapılamazsa bizim şikayet ettiğimiz şeye hiçbir zaman taş atamıyor olacağız. Sinema için de bütün sanat dalları için de böyle. Kadın hikâyelerinin, kadın temsilinin deşilmesi ve o hikâyelerin ortaya çıkartılması gerekiyor. Kadın oyunu; kadınların olduğu oyun değil kadınların hikâyelerinin doğru bir şekilde anlatıldığı oyunlar… Feminist dramaturji ya da onun adı her neyse öyle yapılması gerekiyor. Tiyatronun da bu anlamda kendi özeleştirisini yapması lazım.
Bu oyun da feminist bir arka plana sahip…
Ayfer: Evet ve bunu bastıra bastıra o cümleleri kurmadan aktarabilmesi de çok kıymetli. O kadar derinlikli ki başka bir cümleye ihtiyacı yok. Sen o kadının zayıflığının en dibine kadar inip oradan ne hissettiğini anlattığın zaman bambaşka bir şeye dönüşüyor. Çok daha güçlü bir şeye dönüşüyor ve onu alıp oradan çıkarıyor.
Söyleşi: Aylin Kaplan
Fotoğraflar: Hakan Bintepe