“Bence Tito da bizi seviyordu, ülkenin en büyük açıkhava sinemalarından birini, tiyatroları ve kütüphaneleri bir Müslüman şehrine yapacak kadar…”
“Yugoslavya yok artık. Benim için en güzel ülkeydi. Bolluk yoktu ama eşitlik vardı. Okul, spor, doktor, ilaç, her şey bedavaydı. İstediğin yerde yat, uyu kimse sana dokunmazdı. En büyük zenginlik budur. Bunu şimdiki kuşaklara anlatamazsın. Dünyada artık böyle bir özgürlük kalmadı. Küba’da belki vardır.” (Cevad Prekazi – Galatasaray’ın eski futbolcusu)
20 kg’lık bagaj hakkı almanın biletten daha fazla tuttuğu, seyahat etmenin sadece sırt çantalılar için mantıklı olduğu düşük bütçeli bir havayolu şirketiyle Hannover’den Makedonya’nın başkenti Üsküp’e gidiyorum.
Balkanlar’a ilk defa yolum düşmüyor. O yüzden biliyorum ki kat edeceğim mesafe bin küsur kilometrenin ötesinde bir anlam ifade ediyor. Bunu Türkiyeli turistler arasında popülerleşmiş “Ay ne güzel herkes Türkçe biliyor” ya da “ham, hamam, çeşme” edebiyatıyla ilişkilendirmeyeceğim.
Kuzey Makedonya’dan doğup Ege Denizi’ne dökülen Vardar Nehri, Üsküp’ü ikiye böler. Bir tarafta Hristiyanlar, öbür tarafta ise Müslümanlar yaşar. Tıpkı birçok Anadolu kentinde Aleviler ve Sünnilerin bir nehrin farklı kıyılarında yaşamaları gibi. Şehrin bölümlerinde boy gösteren homojenlik bir yandan kutuplaşmanın sembolü olsa da diğer yandan bir gezgin için bulunmaz bir fırsattır. Birkaç dakika arayla iki farklı “ülke” tanıyabilir, 20 metrelik bir köprüden geçerek dünyaya çok daha farklı bakan insanlarla karşılaşabilirsiniz. Üsküp’te de böyle oldu.
Daha muhafazakar bir hayat tarzına sahip olan insanların yaşadığı Müslüman tarafı sevimli ve klasik bir Anadolu kenti; daha modern görünümlü insanların yaşadığı Hristiyan tarafı ise batı tarzı mimarinin hakim olduğu bir Ortodoks başkenti. Ama bu farklılıkların son bulduğu konular da yok değil. Bunu özellikle Memduh Abi ile karşılaştıktan sonra anlamaya başladım.
Müslüman bölgesindeki antikacıları gezerken Tito rozetlerine göz gezdiriyorum. Başında fesi, geleneksel giyim tarzıyla yanıma geliyor Memduh abi. Benimle önce dili döndüğünce İngilizce, daha sonra Türkiye’den geldiğimi öğrenince Türkçe konuşuyor. Tabii “Başımdaki fesi görirsın, niçın Türkçe konuşmazsın be oğlan” diye sitem ederek “Tito çok büyük insandı; keşke geri dönebilsek, o gittiğinden beri her şey çok kötü” diyor.
Oradan ayrılıp ismi hoşuma gittiği için oturduğum Kosmos Köftecisi’nde bir şeyler yiyorum. Önünden geçtiğim kafeler, hediyelik eşya dükkanları ve nargilecilerin ortak özelliği, Tito resimleri. Tıpkı Hristiyan bölgesinde gezdiğim sahafların vitrinlerinde ya da Makedonların meşhur kuru erikli Rakija’sını tattığım meyhanede olduğu gibi.
Ertesi gün dökük, kendini zar zor taşıyan bir otobüsle Kosova’nın ikinci büyük şehri Prizren’e doğru hareket ediyorum. Kosova, nüfusun büyük çoğunluğunu Arnavutların ve Türklerin oluşturduğu, 2008’de Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Avrupa’nın en yeni ülkesi. Otobüs terminalinden merkeze yürürken dikkatimi eski bir bina çekiyor. Üzerinde siyah bir spreyle yazılmış “Communism revival” yani komünizm canlanıyor yazısı. Sonra eski Türk mimarisiyle yapılmış Taşköprü ve şirin Anadolu evlerini görüyorum. Tabelalar hep birkaç dilli, içlerinde Türkçe de var. Kalacağım hostelin sahibinin Türk olması da beni şaşırtmıyor bu nedenle. İsmail beni karşılayarak şehre hakim olan bir tepeden nereleri gezebileceğimi anlatıyor.
Gözümün o eski binaya takıldığını fark etmiş olacak ki birden, Lumbardhi Sineması o, diyor. “Hangisi” diye sorduğumda gülerek, “Deminden beri baktığın bina” diyor, “Yugoslavya’nın en büyük ikinci açıkhava sinemasıydı. Savaşta yıkıldı ve şimdi restore edildi” diyor ve ekliyor, “Filmler yine var ama giden insan az, çok muhafazakarlaştık son zamanlarda.” Benim bu konudan konuşmak istediğimi fark edip devam ediyor; “Buraya gelen turistler bizim Yugoslavya’yı kötülememiz beklentisi içindeler. Bazı insanlar sırf bu beklentiyi karşılamak için sanki o güzel zamanları hiç yaşamamışız, hiç mutlu olmamışız gibi yapıyorlar. Ben öyle yapmayacağım. Hep birlikteydik ve mutluyduk, birbirimizi seviyorduk. Bence Tito da bizi seviyordu, ülkenin en büyük açıkhava sinemalarından birini, tiyatroları ve kütüphaneleri bir Müslüman şehrine yapacak kadar…”
Şehre indiğimde sokaktaki herkesle konuşasım geliyor. O kadar ilgililer ve kibarlar ki… Sonunda bir teyzeyi durdurup “Burada ne yiyebilirim?” diye soruyorum. “Şadırvan’da var birsürı çüfteci, yersin üstüna bir kaymaçina, bir de çay limon. Islah olur işte kopil oglim.” Öyle de yapıyorum. Hayatımda yediğim en güzel köftelerden birini orada yiyorum.
Balkanlar’a gittiğimde herkesin bahsettiği o “Osmanlı şehirleri”ni sadece ben mi göremiyorum, hissedemiyorum diye merak ediyorum. Azınlık olmak gerçeği değiştirmiyor. Bence yanılıyorlar çünkü her Balkan şehrinde Memduh Abi aklıma geliyor. Sonra Lumbardhi Sineması’nda 1986 yılının sıcak bir akşamında Prizren’in Zambakları müzikalini izleyen insanlar ve en çok da Cevad Prekazi’nin açıklamaları. Çünkü “şehir” fikrinde yalnızca yollar ve köprüler yoktur. “Şehir” fikrinde sabah 8’de işe giden ve her gün aynı saatte evine dönen insanlar vardır ve mekanlar bu insanların hayatlarına dokunabildikleri sürece ölümsüz kalabilirler.
İşte tam da bu yüzden kupalar kaldırmış dünya çapında ünlü bir futbolcu, sokakta satıcılık yapan bir emekçi veya o dönemleri sadece annesinden dinlemiş bir genç, avlusu yıkık o sinemayı gördüğünde aynı duyguyu paylaşıyor.
Şehirlerin insanlarını değil insanların şehirlerini tanımanız dileğiyle…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.