Borçlandırma emperyalizmin tarihsel sömürgeleştirme yöntemlerinden biridir
Borçlandırma emperyalizmin tarihsel sömürgeleştirme yöntemlerinden biridir
Kreditörler (alacaklılar) açısından Türkiye’nin McKinsey ile yaptığı ancak gelen yoğun tepkiler üzerine dün Cumhurbaşkanı’nın müdahalesi sonucunda tek taraflı olarak iptal edildiği açıklanan anlaşmanın öneminin altını çizmek gerekir. Çünkü faizi hariç 457 milyar dolarlık bir kredi alacağından söz ediyoruz. Batılı bankalar ve diğer uluslararası kreditörler doğal olarak, bu kredilerin (borçların) geri ödenmesini garantilemek istiyorlar.
Tarihe baktığımızda emperyalist finans kapitalin, borçlu ülkeler ödeme zorluğuna girip borçlarını ödeyemediklerinde, değişik yollarla bu alacaklarını tahsil edebildiğini görürüz.
19. Yüzyıl’da bu tahsilat üç yöntemle yapılırdı: Yüksek faiz oranlarından ödeme yapılabilmesini sağlayacak “Mali Kontrol Komisyonları” gibi araçları devreye sokmak, borçlu ülkeyi fiilen işgal etmek ve borçlu ülkenin denizlerine savaş gemilerini göndererek onu anlaşmaya zorlamak.[1]
Bunlardan ilk yöntemin en somut örneği Osmanlı’da kurulan Düyûn-u Umûmiye Ofisi’dir. Bu uygulama ile toplanan vergi gelirlerinin en az üçte birine Osmanlı’nın dış borçlarına karşılık olarak imtiyaz sahibi alacaklı ülkelerin memurlarınca el konuluyordu. (Rosa Lüksemburg, Sermaye Birikimi adlı eserinde bu duruma değinir.)
20.Yüzyıl’daki mali kontrol yönteminin en güzel örneği ise Versay Anlaşması’dır.[2] 1919 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gündeme getirilen Versay Anlaşması ile Almanya’nın, savaş tazminatı olarak 32 milyar dolar (bugünün parasıyla 442 milyar dolar) borç ödemesi kararlaştırılmıştı. 1921-1922 yıllarında bu borçları ödeyebilmek için Almanya para basmaya başlayınca hiperenflasyon ortaya çıktı, ulusal parası ciddi olarak değersizleşti. 1924’te ABD, İngiltere ve diğer Avrupalı devletler Almanya’ya yeni bir para birimi oluşturabilmesi için borç vermeyi kabul ettiler ama bunun karşılığında Alman Merkez Bankası’nda ciddi bir kontrol sağladılar. 1953’te ise ABD ve İngiltere hükümetleri Almanya’nın borçlarının yarısını sildiklerini, kalanının ise Almanya’nın dış ticaret fazlasıyla tahsil edileceğini açıkladılar.
İkinci yöntemde borcunu ödemeyen ülkenin ya ekonomisine el konulurdu (1869 yılında Fransa’nın, sömürgesi Tunus’a yaptığı gibi) ya da ülke fiilen işgal edilirdi (1882’de Mısır’ın İngiltere tarafından işgal edilmesi gibi). Üçüncü yöntem ise 1900’lerin hemen başlarında dış borçlarını ödeyemeyen Venezüella açıklarına Batılı devletlerin savaş gemilerini göndermek biçimindeki gibi bir tehditti.[3]
20. Yüzyıl’da yavaş yavaş bu yöntemlerden vazgeçildi. Bu borçların tahsili için IMF gibi kuruluşlar görevlendirildi. Buna rağmen fiili işgal bir kez daha yaşandı. Borçlarını hammadde ile ödemek zorunda bırakılan Almanya birkaç kez bu borcu ödemede güçlüğe düşünce 1923 yılında alacaklarına karşılık olarak kömüre el koymak için Fransız ve Belçika devletleri Ruhr Bölgesi’ne asker göndererek bölgeyi işgal ettiler.[4]
IMF’li süreç asıl olarak 1982 yılında Meksika’nın, sonrasında 1989’a kadar onlarca diğer geri bıraktırılmış ülkenin borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesinin ardından başladı. Bu ülkelerin bir kısım borçları sözde silinirken, yüksek faiz oranlarıyla borçları yeniden yapılandırılırdı. Dahası bu ülkelere Washington Uzlaşması’nın koşulları olan “mali disiplin”, “özelleştirmeler”, “deregülasyon” ve “uluslararası sermayenin serbestçe dolaşımı” gibi düzenlemeler dayatılarak neo-liberal program hayata geçirildi.
Böylece neo-liberal dönemde bu yöntemler daha yumuşak gibi gözüken, ama özünde eski yöntemlerden sömürgeci, yoksullaştırıcı, mülksüzleştirici yanlarıyla temelde bir farklılığı bulunmayan ‘uluslararası kriz yönetimi’ adı altında gerçekleştirilmeye başladı.[5]
İşte Türkiye son günlerde, bir yandan tarihte alacak tahsilinde ilk yöntem olarak karşımıza çıkan adeta yeni bir Düyûn-u Umûmiye koşullarını yaşarken, diğer yandan IMF uvertürü olarak McKinsey’in sahne alışı gerçeğiyle karşı karşıya bırakıldı.
2015 yılında Yunanistan’a borçlarını yeni kredilerle ödeyebilmesi için dayatılan programın ardında Troyka olarak adlandırılan ve IMF, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası’ndan oluşan bir üçlü çete vardı. Türkiye’deki programın yürütücüsü ise bütünüyle özel sektöre, uluslararası sermayeye ait bir şirket olan McKinsey olacaktı.
Kısaca emperyalist sermaye açısından McKinsey bir yönüyle, alacaklarının tahsilinde kullandığı bir aracıdır. Bu yüzden de bu şirketin işlevini sıradan bir yönetim danışmanlığına indirgemek büyük hata olur.
Nitekim şirketin işlevinin bunun ötesine gittiği de görülüyor. Öyle ki dünyadaki en şiddetli borç krizi yaşayan ülkelerin başında gelen Porto Riko’nun borç krizini atlatmak, mali disiplin sağlamak ve devlet tahvilleriyle yeni borçlanma yapmak konusunda 50 milyon dolar karşılığında anlaşma yaptığı McKinsey’in grup şirketlerinden birinin (CSS) bu ülkenin borçlanma tahvillerinin önemli bir kısmına sahip olduğu ortaya çıkmıştır.[6]
Özetle, Türkiye’yi yöneten iktidar blokunun acil ihtiyacı dış borçları çevirerek bir finansal krizin patlamasını önlemek, emperyalist sermayenin hedefi ise verdiği borçları yüksek faiz oranlarıyla uzun vadeye yayarak geri tahsil etmek. McKinsey tam da bu ikili ihtiyacı karşılayan bir model olarak, IMF’nin sahne almasından önce sahneye çıkartıldı.
Diğer yandan böylesi bir anlaşmanın Türkiye açısından işe yarayıp yaramayacağı tartışmalıdır. Çünkü öncelikle Türkiye’nin krizi sadece iktisadi değil. Türkiye’de politik, sosyal ve ekolojik krizler anlamında çoklu krizler yaşanıyor. Bu önlem olsa olsa ekonomik krizin öncülü olan finansal krize çare olabilir.
Yani ülkede sadece bir borç krizi anlamında finansal kriz riski yok. Aynı zamanda ülke ekonomisi bu yılın ikinci yarısından itibaren resesyona girdi, yani ekonomi küçülmeye, işsizlik artmaya başladı.
McKinsey’in IMF’ye vekâleten uygulatacağı politikalar ise kemer sıkma politikalarıydı. Bu politikalar tarihte tüm örneklerinde görüldüğü gibi belki kur, dış borçların çevrilmesi gibi sorunları hafifletse de ekonomiyi resesyondan çıkartamıyor. Tam tersine resesyonu daha da derinleştirip, işsizliği ve yoksulluğu daha da artırıyor.
Bunun en son iki örneği Arjantin ve Yunanistan’ın son 15 yılda uyguladıkları kemer sıkma politikaları. İlki onca yıldan sonra tekrar bir finansal krize girerken, 2060 yılına kadar borç ödemek zorunda olan Yunanistan hala ekonomik daralma, işsizlik gibi sorunları yaşamaya devam ediyor.
Fenerbahçe’ye büyük ümitlerle getirilen Hollandalı teknik direktör P. Cocu nasıl 7 haftada 5 maç kaybettirip takımı neredeyse tarihindeki en kötü durumuna düşürdüyse (15. sıraya), politbüronun lideri konumundaki McKinsey gibi kuruluşlar da ülke ekonomisinde benzer sonuçlara yol açabilir.
Çünkü Cocu’nun Fenerbahçe takımının yapısal sorunlarını görmezden gelerek ithal ettiği ve nasıl oynatacağını da tam olarak bilemediği üç-beş futbolcu ile sonuç almaya çalışması gibi, McKinsey de konumu gereği ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlarını görmek ve bunları çözmeyi hedeflemek gibi bir vizyona ve amaca sahip değil. Bildiği şey kemer sıkma politikaları tasarlamak.
Yani tıpkı IMF gibi, McKinsey’in önerdiği strateji ya da çıkış yolları kapitalizmin yapısal sorunlarını görmezden geliyor. Doğası gereği kapitalizm karşıtı değiller. Oysa sorunlu olan kapitalist sistemin kendisi.
Yani ülkenin sorunları sistemik. Alınan önlemlerle, yapılan düzenlemeler ve iyileştirmelerle ekonomi kısmen toparlanabilse de, söz konusu yapısal sorunlar devam ettiğinden, ekonomi bir süre sonra yeniden krize giriyor. 2001 krizinden 16 yıl sonra Türkiye’nin yeniden daha derin bir krizin içine girmesi bu durumun en somut örneğidir.
Bu yapısal sorunlardan kurtuluşumuzu sağlayabilecek nitelikte radikal ekonomik ve demokratik çözümlere yönelmedikçe ne Türkiye ekonomisinin, halkının ve emekçilerinin sorunları çözülebilecek ne de insanımız özgürleşebilecektir.
Doğru tedavi öncelikle doğru tanıyı gerektirir. Konulan tanı yanlış olduğu için ne McKinsey ne de IMF de doğru tedavi yolu değildir.
Dipnotlar:
[1] Jerome Roos, “The New Debt Colonies”, https://www.viewpointmag.com/2018/02/01/new-debt-colonies (30 September 2018).
[2] https://jubileedebt.org.uk/history-of-debt (30 September 2018).
[3] Roos, Agm.
[4] Jubileedebt, Agm.
[5] Ross, agm.
[6] Mary Williams Walsh, “McKinsey Advises Puerto Rico on Debt. It May Profit on the Outcome”, https://www.nytimes.com (26 September 2018).
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.