Ne Cumhuriyet’teki ne soldaki ne de ülke genelindeki siyasi saflaşmalar ulusalcı-liberal kavgası ile izah edilebilir artık
Ne Cumhuriyet’teki ne soldaki ne de ülke genelindeki siyasi saflaşmalar ulusalcı-liberal kavgası ile izah edilebilir artık
Cumhuriyet yazar ve yöneticilerine yönelik operasyonun ardından çeşitli kentlerde toplumsal muhalefet bileşenleri dayanışma için sokak satışları düzenlemişti.
AKP’nin en büyük başarılarından biri de kendi iktidarını pekiştirmek için yürüttüğü operasyonlarda karşı tarafı parçalara bölebilme yeteneği oldu. Birilerine saldırırken birilerini işbirlikçileştirdi, birilerini de tarafsızlaştırıp etkisizleştirdi. Zaman zaman roller değişti. Ama düşenin kusurlarını gerekçe göstererek iktidar operasyonlarını aktif ya da pasif bir biçimde desteklemek sol içinde dahi hep kolay ve popüler oldu. Aslında her biri egemenlerin çıkarları doğrultusunda yürütülen AKP operasyonlarına karşı çıkanlar ise dün ulusalcılıkla suçlanıyordu, bugün liberallikle. Ne önemi var. Zaman ve mekân ihmal edilmeden yanıtlanması gereken basit soru şudur: AKP iktidarının ve işbirlikçilerinin karşısında mısın, değil misin? Başından bu yana bu faşist iktidarın kapısından asla geçmemiş ve hiçbir iktidar operasyonuna sessiz kalmamış olanlara ne mutlu.
Ergenekon ve Balyoz operasyonları sürecinde yaşadık, hatırlayalım. AKP kendi iktidarını kurmak için devlet içindeki eski iktidar odağının kalıntılarını tasfiye ederken, liberaller, yeni bir faşist iktidarın şekillendiği bu süreci bir demokratikleşme süreci olarak tanımlayıp iktidar lehine ve muhalefet aleyhine çeşitli kampanyalarla AKP’nin yanında durmuştu. “Yetmez Ama Evet” sloganı bu aktif desteğin ifadesiydi.
Bunun sol muhalefet içinde de yansımaları oldu. Bir kesim, yeni iktidarın yürüttüğü operasyonun “ilerici” potansiyeline, bir kesim de operasyona maruz kalan eski iktidar sahibinin “ilerici” potansiyeline işaret ederek, “liberal sol”-“ulusalcı sol” dediğimiz saflaşmanın taraflarını oluşturdu. Ancak bu saflaşmanın dışında kalanlar da oldu ve onlar da homojen değildi.
Operasyon yapanı da operasyon yapılanı da aynı şekilde eleştirip tarafsız kalmayı savunanlar oldu. Bu tavrın simge sözü de “Yiyin birbirinizi” idi. İktidarda olan ile iktidarı yitirmiş olanı eşitleyen bu tavır, egemen sınıf çıkarları doğrultusunda yeni bir gerici iktidarın inşasına karşı çıkmak gibi bir görevi de ihmal ediyordu.
Bu tavrı doğru bulmayan bir başka eğilim de eleştiri oklarının asıl olarak operasyonu yürütmekte olan iktidar sahibine ve onun işbirlikçilerine yöneltilmesi gerektiğini savunuyor, operasyona maruz kalanın öncelikli ya da eşit biçimde hedef alınmasının iktidar operasyonuna meşruiyet kazandırdığını ve asıl tehdidi gözden uzaklaştırdığını savunuyordu.
Sendika.Org o dönemde bu son eğilimin temsil edildiği az sayıda mecradan biriydi. Hatta AKP’yi hedef aldığı kadar TSK’yi hedef almadığı, aktif bir şekilde desteklemese bile Cumhuriyet Mitingleri’ne katılanları anlamak gerektiğini savunduğu, Türkan Saylan gibi figürlere yönelik saldırıları eleştirdiği için “ulusalcı” diye de yaftalanabiliyordu. Ulusalcı değiliz ama bu yaftalamaya hedef olma pahasına benimsediğimiz tutumdan pişman da değiliz.
Dönem değişti, AKP’nin iktidar yürüyüşünde aşılması gereken engeller ve buna bağlı olarak hedefler ve işbirlikçiler değişti. “Demokratikleşme” maskesi ile yürütülen iktidar operasyonları, yerini “vatan savaşı” maskesi ile yürütülen iktidar operasyonlarına bıraktı. Maskenin altında hep aynı öze sahip faşist iktidar vardı ya maskelere aldananlar eksik olmadı. AKP bu yeni süreçte liberalleri karşısına, Perinçek ve türevi ulusalcı artıklarını yanına yerleştirdi.
İktidardan bütünüyle düştüğü 15 Temmuz sonrası öcüleştirilen “FETÖ” ve elbette Kürtler karşısında AKP’nin yanına geçilmesi için “yerli ve milli” güçlere çağrı yapıldı. MHP, vaktiyle AKP’nin Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında hedef aldığı kontrgerilla klikleri ve bu kliklerin Vatan Partisi gibi uzantıları (ve her zaman olmasa bile kritik dönemlerde CHP) AKP’nin eksenine girdi. Ergenekon ve Balyoz deneyimine rağmen ideolojik körlükleri ve iktidar sevdaları nedeniyle AKP’nin tarif ettiği yeni eksene girenler bir kez daha operasyonun hedefinin sınırlı olmadığını, bütün muhalefeti (ve aslında Türkiye’yi) hedef aldığını gördü. Slogan “FETÖ ve PKK”ye karşı mücadele, hedef tüm Türkiye’ydi.
Saray’ın 15 Temmuz 2016 darbe girişimini “Allah’ın bir lütfu” sayarak başlattığı bu karşı-darbe sürecinin önemli dönüm noktalarından biri de, 31 Ekim 2016’da Cumhuriyet yönetici ve yazarlarının ev baskınları ile gözaltına alınmasıyla başlayan Cumhuriyet operasyonuydu.
AKP’nin savcıları gazetenin sahibi olan Cumhuriyet Vakfı yönetimini ve gazete emekçilerini “FETÖ ve PKK propagandası” ile suçladığında, kısa sürede açığa çıktı ki, bu operasyon Cumhuriyet’teki koltuklarını yitiren bazı isimlerin Cumhurbaşkanlığı’na yazdığı isimsiz ihbar mektupları, savcılıklara yaptıkları suç duyuruları ve Hüseyin Gülerce, Cem Küçük gibi tetikçilerle yan yana verdikleri tanık ifadeleri sayesinde yapılmıştı.[1]
Mesela 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında AKP ve MHP’nin CHP’yi çağırıp HDP’yi dışlayarak düzenlediği “Demokrasi Mitingi” için atılan “Eksik Demokrasi” manşeti “PKK propagandası” sayılmıştı ve bunu söyleyen de savcı değil “içeriden” tanıklardı. Vakıf yöneticileri, avukatlar, yazı işleri kadrosu, muhasebeci, çaycı, çizer, muhabir, köşe yazarı, onca gazeteci uyduruk bir iddianame ile 8 aydan 1,5 yıla uzanan sürelerde hapiste tutuldu.
“İçeriden” gelen ihanete ve AKP iktidarının OHAL koşullarında tırmandırdığı baskılara rağmen Cumhuriyet ayakta durmayı başardı. Çünkü tutuklu gazetecilerin yerleri, bir maddi çıkar beklemeden, onlarla birlikte hapse girmeyi göze alan dostları tarafından dolduruldu. Cumhuriyet terk edilmedi. İlerici toplumsal muhalefet güçleri günler, haftalarca gazete önünde nöbet tuttu, sokaklara çıkıp Cumhuriyet sattı, meydanlarda oturup Cumhuriyet okudu. Cumhuriyet Davası, gazetecilerden siyasi partilere, sendikalardan kitle örgütlerine geniş bir yelpazenin oluşturduğu Cumhuriyet Davası Koordinasyonu tarafından takip edildi, tutuklular yanız bırakılmadı, duruşmalarda adliye önleri eylem alanına dönüştürüldü.
Operasyon ve dava zorlu bir sürecin ardından püskürtüldü, tutuklular serbest bırakıldı ve Cumhuriyet yoluna devam etti.
Derken, “dışarıdan müdahalelerle Cumhuriyet’i yıkamayanlar, bu kez ‘Her ağacın kurdu özünde olur’ dediler ve ‘Ne olursa olsun, küçük olsun, benim olsun’ diyenlerle yola devam ettiler.”[2]
Mahkeme kararı sonucu 7 Eylül’de yenilenen Cumhuriyet Vakfı seçiminde, isimsiz ihbar mektubunu kaleme alan Aydınlık yazarı Alev Coşkun başkan olmak üzere, kendi yazmadığı dönemde Cumhuriyet’i “FETÖ’cülere ve PKK’lilere” yazdırılan bir gazete ilan eden Mustafa Balbay, “Erdoğan’la aynı gemideyiz” diyen Doğu Perinçek’in partisinin milletvekili adayı olan, aynı zamanda Hrant Dink davası sanıklarından istihbaratçı Ahmet İlhan Güler’in avukatlığını yapan Turan Karakaş ve Koç ailesinin damadı İnan Kıraç’ın da içinde olduğu bir ekip yönetime geldi ve “gazetenin çizgisini/yayın politikasını düzeltme” iddiasıyla hızlı bir tasfiye-istifa süreci başladı.
Yönetim değişikliği olur olmaz, aynı zamanda DİSK Basın İş Genel Başkanı olan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Faruk Eren ve sendika üyesi Yazı İşleri Müdürü Bülent Özdoğan görevden alındı. “Yetmez Ama Evetçi liberallerin tasfiye edildiğini” iddia eden yeni yönetim, liberallikle alakası olmayan, dün de bugün de AKP’nin kapısında geçmemiş iki solcuyu, DİSK’liyi hedef alarak işe koyuldu.
Birinci sayfa değiştirilerek “Atatürk’ün Cumhuriyet’i” başlıklı bir açıklama ile yayın çizgisinin “aslına” geri döndüğü ilan edildi. AKP’ye verdiği desteği Atatürkçülükle izah eden Perinçek’i anımsatan bu hile, okuryazarlığı olanların aldanmayacağı bayağılıktaydı.
AKP’nin yolsuzluk ve talan politikalarını etkin bir şekilde teşhir eden özgün gazeteciliği ile kendi başına bir ekol haline gelen Çiğdem Toker ayrılma kararını açıklarken, yeni yönetimin yayımladığı açıklamanın Cumhuriyet davası iddianamesindeki suçlamaları hatırlattığını ve bu durumun da gitme vaktini haber verdiğini belirtti:
“Tartışmalı bir dava süreci sonunda gerçekleşen yönetim değişikliğinin ardından ‘Atatürk’ün Cumhuriyet’i’ başlığını taşıyan açıklamanın, her duruşmasını izlemeye çalıştığım ağır ceza yargılamasında, Cumhuriyet davası iddianamesindeki çizgi değişikliği suçlamasını hatırlatması üzüntümün nedenlerinden biri.”
Murat Sabuncu, Faruk Eren, Bülent Özdoğan, Güray Öz, Çiğdem Toker, Erdem Gül, Aydın Engin, Ayşe Sayın, Hakan Kara, Tayfun Atay, Kemal Can, Özgür Mumcu, Kemal Göktaş, Ceyda Karan, Ahmet İnsel, Aslı Aydıntaşbaş, Melis Alphan, Bağış Erten, Musa Kart, Bülent Mumay, Kadri Gürsel, Zeynep Miraç, Binnaz Saktanber, Barbaros Şansal, Ahmet Tulgar, Mahir Ünsal Eriş ve Mirgün Cabas da gazete ile yollarını ayırdı.
Sözcü ile Aydınlık arasında, yani laik ama AKP’nin ekmeğine yağ süren, şoven, dışlayıcı, sağcı bir çizgiyi savunanlar yönetime geldi. Gidenler arasında on yılların Cumhuriyetçilerinin, tavizsiz AKP karşıtlarının yanı sıra vaktiyle “Yetmez Ama Evet” diyerek AKP’ye katkı sunmuş bazı isimler var, yönetim Ahmet Altan’ın yazısına yer vermek gibi Cumhuriyet okurunu kızdıran bazı hatalar da yaptı. Ancak ortada ulusalcı-liberal kavgası diye nitelenebilecek bir durum yok. Alnındaki ihanet damgasını asla çıkaramayacak olan, en kötüsü bundan da utanmayan, Saray’la ortak noktalar yakalayıp yeri geldiğinde işbirliği yapabilen bugünün “Yetmez Ama Evet”çisi ulusalcı bir ekibin yönetime gelişi var. Dava sürecinde işbirlikçi ekipten ayrışan sağlam bir duruş sergileyen Şükran Soner’in ve Ali Sirmen’in adlarının da yeni yönetimde yer alıyor oluşu kaideyi bozmuyor.
Fazla söze gerek yok… AKP’nin yeni kullanışlı aptalları ulusalcıların yansıtmaya çalıştığı gibi bir ideolojik kamplaşma yok ortada. Ne Cumhuriyet’teki ne soldaki ne de ülke genelindeki siyasi saflaşmalar ulusalcı-liberal kavgası ile izah edilebilir artık. AKP iktidarı kesintisiz biçimde saldırıyor ve bazı ulusalcı artıkları bu saldırılarda AKP’nin işini kolaylaştırıyor. Cumhuriyet özelinde de toplumsal muhalefetin omuz omuza püskürttüğü operasyon savcıdan devralınıp içerdeki muhbirler ve yalancı tanıklar eliyle sürdürülüyor.
Cumhuriyet’ten ayrılanların bir kısmı için eski Yetmez Ama Evetçi vs denilebilir. Ama gelenlerin Saray ile paslaşan yeni Yetmez Ama Evetçiler olduğu inkâr edilemez. Biri muhalefete, diğeri iktidar ile dirsek temasına geçmiş iki kesim eşitlenemez.
AKP ile 15 Temmuz sonrası ortak noktalar yakalayan ve “ulusal” çıkarlar bahanesiyle kritik zamanlarda omuz omuza veren bir kliğin operasyonuyla tasfiye edilen tavizsiz muhaliflere ve solculara, vaktiyle Ahmet Altan’ın Türkan Saylan’a yaptığı gibi “kıymık” muamelesi yapılamaz.
Gidenlerden bazılarının sicilleri nedeniyle, bugün iktidarı sevindiren bir operasyon karşısında sessiz kalınamaz. Cumhuriyet asla idealimizdeki bir gazete olmamış, sosyalistler olarak “bizim” olmamış olabilir. Ama kayıp bütün ilerici toplumsal muhalefet güçlerinin kaybı olacak.
Dipnotlar:
[1] ‘Cumhuriyet’le savaşanlar: ‘Saray’a ihbar savcıya ‘delil’ http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/yazi_dizileri/961753/_Cumhuriyet_le_savasanlar___Saray_a_ihbar_savciya__delil_.html
[2] Yeni yönetimin ilk hedefi DİSK’liler oldu, DİSK Basın İş, http://www.diskbasinis.org/index.php/tr/basin-aciklamalari/1070-yeni-cumhuriyet-yoenetiminin-ilk-hedefi-disk-liler-oldu
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.