Yeni rejim altında enflasyonlu büyüme stratejisine devam edilecek. Zaten iktidar blokunun şu ana kadar izlediği teşviklerle, bol ve göreli olarak ucuz kredilerle, yüzlerce milyar dolarlık altyapı ve üstyapı inşaat projeleriyle kaçınılmaz olarak enflasyonist olan sermaye ve servet biriktirmeyi hedefleyen büyüme modelinden vazgeçmesini beklemek ülkeyi yönetenlerin sınıfsal çıkarlarıyla ve siyasal gelecekleriyle uyumlu olmaz Gün Merkez Bankası’nın […]
Yeni rejim altında enflasyonlu büyüme stratejisine devam edilecek. Zaten iktidar blokunun şu ana kadar izlediği teşviklerle, bol ve göreli olarak ucuz kredilerle, yüzlerce milyar dolarlık altyapı ve üstyapı inşaat projeleriyle kaçınılmaz olarak enflasyonist olan sermaye ve servet biriktirmeyi hedefleyen büyüme modelinden vazgeçmesini beklemek ülkeyi yönetenlerin sınıfsal çıkarlarıyla ve siyasal gelecekleriyle uyumlu olmaz
Gün Merkez Bankası’nın (MB) faiz oranları konusunda karar vereceği gün olunca, piyasa ekonomistleri başta olmak üzere, herkes birkaç gün öncesinden beri faizlerin ne kadar artırılacağı konusunda tahminde bulunuyordu. Hatta sosyal medyada iş bir tür iddiaya dönüşmüştü. Hemen hepsi MB’nin faiz oranlarını artıracağına kesin gözüyle bakıyordu. Tahminler ise 75 ila 150 baz puan arasında bir artış olacağı yönündeydi.
Konuyu ekonominin pratikte acil ihtiyacı olarak ele alanlar bu artışı üç nedenle öngörüyordu:
Bu artışın ana akım iktisat ideolojisindeki teorik arka planı ise yukarıdaki ihtiyaçların özeti gibi. Teorik olarak faiz artışı, ana akım iktisadın para teorisinin ve onun esas aldığı “enflasyon hedeflemesi” kavramının bir gerekliliği olarak görülüyor.
Bu teoriye göre, enflasyon öncelikli olarak halledilmesi gereken bir makroekonomik istikrarsızlıktır. Para politikalarının (dolayısıyla da MB’nin) hedefi enflasyonu aşağıya çekmek ve fiyat istikrarını sağlamaktır.
Adına “enflasyon hedeflemesi” de (Taylor Kuralı) denilen bu politikaya göre MB hedeflediği enflasyon oranının üzerinde bir faiz oranı belirlerse, reel faiz pozitif olacağından tüketime gidecek para tasarrufa yönelir. Böylece de toplam talep kontrol altına alınarak fiyat artışları önlenmiş, dahası fiyatlar baskılanmış, enflasyon dizginlenmiş olur.
Bu operasyonun yapılabilmesi için de MB’nin siyasal otoriteden bağımsız olması şarttır. Yani bağımsız bir MB enflasyon hedeflemesi için şarttır. Çünkü özgürce faiz oranlarını artırabilmek gereklidir.
Özetle, bu bakış açısı altında enflasyonu dizginlemek için yüksek reel faiz politikası ya da MB bağımsızlığı savunulur.
Ama fena yanıldılar. MB faiz oranlarını değiştirmedi. Bu gelişme sonucunda döviz fırladı. Öyle ki sabah 4,73’ten 1.000.000 lira karşılığı dolar alan birisi, karar sonrası dolar 4,90’ın üzerine çıkınca elindeki doları bozdurduğunda birkaç saat içinde 36 bin lira kazanmış oldu. Ne hoş bir kazanç değil mi?
Bunu açıklamada “yatarak para kazanmak” ifadesi bile yetersiz kalır. Bütün mesele “kurnazca” MB’nin faiz artırımına gitmeyeceği bilgisine sahip olmaktı. Bu bilgiye sahip olan kazandı.
Yanıldılar çünkü meseleyi “ekonominin ihtiyacı” gibi “toptancı” bir bakış açısıyla ele alıyorlar. Oysa uzunca bir süredir faiz politikası sermayenin değişik kesimleri arasındaki çıkar kavgasının bir sonucu olarak belirleniyor.
Siyasal iktidar özellikle de son 10 yıldır bu kavgada taraf oldu. Böylece uygulanan genişleyici para ve maliye politikalarıyla sağlanan ekonomik büyüme sayesinde ciddi bir servet ve sermaye birikiminin sağlanmasına yardımcı oldu.
24 Haziran ile birlikte artık durum iyice netleşti. Bundan böyle sadece para politikaları değil, maliye politikaları da sermayenin değişik grupları arasındaki çıkar çatışmasının tekelden yönetilmesine hizmet edecek. Tercih ise belli: Devasa alt yapı ve üst yapı inşaatları, emlak, konut gibi ranta dayalı büyümeyi ne pahasına olursa olsun sürdürmek!
Meseleye ana akım para ve faiz teorileri ya da “MB bağımsızlığı” gibi sınıf ve güç çatışmasını görmeyen teorilerden değil, tam tersine sınıfsal çıkarların çatışması ve “yeni rejim”in bu kavgadaki pozisyonu açısından bakmak gerekiyor.
Çünkü sırasıyla:
(i) Siyasal iktidar hazırladığı Orta Vadeli Program’da para politikasının hedefini (enflasyon hedeflemesi çerçevesinde), enflasyonu yıllık yüzde 5’te tutmak olarak belirlemişti. Ama sonuç çok farklı oldu. Bu yüzde 5’lik hedef 3 kattan fazla aşıldı ve TÜFE şu ana kadar yıllık yüzde 15,39; ÜFE ise yüzde 23,71 oldu.
Yani enflasyon hedeflemesi tutmadı. Hükümetin bu yıl sonu TÜFE beklentisi olan yüzde 13,88 ise çok iyimser. Çünkü ÜFE ile TÜFE arasındaki 8 puandan fazla fark yıl sonunda bu hedefin çok üzerinde bir gerçekleşme olacağını gösteriyor. Bu hedeflerin tutmamasının ise çok fazla dert edinilmediği MB’nin faiz artırımına gitmemesinden belli oluyor.
Eğer modern para teorisi fiyatlardaki ve ekonomik faaliyetlerdeki dalgalanmaları açıklamakta yetersiz kalıyorsa, bu teorinin bir çıkarımı olarak makroekonomi politikaları neden enflasyon hedeflemesine hizmet eder bir biçimde tasarlansın ki? Böylece pratik hayatı açıklamakta yetersiz kalan bir teorinin çıkarımı olan Merkez Bankasının bağımsızlığı neden savunulsun ki? Teori açıklayamıyorsa onun bu çıkarımı da hükümsüz kalmaz mı?
(ii) Mahfi Eğilmez’in blog sayfasında açıkladığı gibi[1] halihazırda uygulanan yüksek faiz politikası sonucunda reel faiz yüzde 1’e yaklaştı. Yani para sahibine enflasyonun üzerinde bir reel faiz uygulanıyor (teknik olarak Taylor Kuralı devrede).
Yani teoriye uygun olarak reel faiz uygulansa da enflasyon düşmüyor. Bunu gören siyasal iktidar bu nedenle de en azından dereyi geçene kadar enflasyon hedeflemesi takıntısı yapmıyor. Üstelik bunu “Faizleri daha da yükseltmek rantiyeye daha fazla kazandırıyor” açıklamasıyla halkın gözünde kolayca meşrulaştırıyor.
(iii) Faiz artırımının mevcut büyüme stratejisi ile çatışmasının ötesinde, kamu borçlanmasının yükünü de artırarak kamu kesimi dengesini de bozacak olması[2], büyümeyi maliye politikalarına yüklemiş bir siyasal iktidar için faiz artırımı ve sıkı para politikası seçeneğini ortadan kaldırıyor.
Kısaca, 24 Haziran ile bazı şeyler tamamen netleşiyor: Yeni rejim altında enflasyonlu büyüme stratejisine devam edilecek.
Zaten iktidar blokunun şu ana kadar izlediği teşviklerle, bol ve göreli olarak ucuz kredilerle, yüzlerce milyar dolarlık altyapı ve üstyapı inşaat projeleriyle kaçınılmaz olarak enflasyonist olan sermaye ve servet biriktirmeyi hedefleyen büyüme modelinden (en azından yerel seçimlere kadar) vazgeçmesini beklemek ülkeyi yönetenlerin sınıfsal çıkarlarıyla ve siyasal gelecekleriyle uyumlu olmaz.
Bu bağlamda ana akım para teorileri, MB bağımsızlığı gibi kavramların rafa kaldırılacağı bir döneme giriyoruz. Hatta bir süre sonra ana akımın tam tersine “Yüksek faiz enflasyonun nedenidir” görüşü, ders kitaplarında işlenip, üniversitelerde resmi doktrin olarak okutulursa şaşırmamak gerekir.
Bu tür yönetimlerin ağzından çıkanların nasıl doktrin haline getirildiğini merak edenler 1933-1945 dönemi Almanya’sına bakabilirler.
Ancak tüm bu gelişmeler giderek derinleşerek bir depresyona dönüşebilecek olan ekonomik durgunluğu ve dış borç stoklarının yönetilemez hale gelmesiyle her an patlamaya hazır olan yeni bir finansal krizi önlemeye yetmeyecektir.
Böyle bir ekonomik çöküş kaçınılmaz olarak rejimin meşruiyetini sorgulatırken, toplumsal huzursuzlukların artmasına bu kez emek-sermaye çatışmasının gün ışığına çıkmasına neden olacaktır.
Yeni rejim altında, başta yeni Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile yapılan düzenlemeler olmak üzere, siyasal alanda yapılan radikal değişikliklerin nedenlerini biraz da buradan anlamaya çalışmalıyız.
Dipnotlar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.