Görev tüm çıplaklığıyla ortada duruyor; kurulmuş ve kurulmaya çalışılan tezgaha karşı en önde en kararlı şekilde durmak ve bunun ortak mücadelesini ve ortak örgütünü kurmak
Görev tüm çıplaklığıyla ortada duruyor; kurulmuş ve kurulmaya çalışılan tezgaha karşı en önde en kararlı şekilde durmak ve bu tezgaha karşı “bir şeyler” yapanların ve “bir şeyler” yapma amacı taşıyanların ortak mücadelesini ve ortak örgütünü kurmak
Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmeli, başka yolu yok. Gücü tekelleştirirken, güçsüzlüğünü de ortaya seren tabloyu bu hedef belirliyor. Bu hedefin tutturulması için ne yapmalı? Anlık olarak hangi taktikleri gütmeli, hangi ittifakları kurmalı, hangi mecburiyetlere “seferber” olunmalı? İşte tüm adımlar buna göre atılıyor.
16 Nisan referandumu sürecin ilk fazıydı. Elindeki tüm güce rağmen halkın “hayır”ı karşısındaki güçsüzlüğü de görüldü. YSK marifeti ile sonucu belirledi. 16 Nisan’dan sonra artık ikinci faza geçildi: Hedef 2019. Toplumsal meşruiyeti giderek azalırken hala sandığı kazanmak zorunda: Hedefini tutturduğuna emin olana kadar da elinden geleni de ardına koymamak…
OHAL’i süreklileştirdi. Yetmedi. Ülkedeki her tür muhalif sesi bastırmak üzere polisi, yargıyı, medyayı, her tür manipülasyonu kullandı. Yetmedi. Afrin savaşı ve “milli dava” söylemi ile sağın en geniş birliğini savaş politikası etrafında sağlamaya ve halkı taraf etmeye soyundu. Yetmedi. Bir de “milli ittifak” lazımdı. Yani sağın temsiliyeti olarak işaret edeceği ve dışında kalanı “gayri milli” ilan edeceği bir somut ittifak. Adımı, MHP ile birlikte Meclis’e taşıdığı 26 maddelik “ittifak kanunu” teklifi oldu. Ayrıntıya gerek yok. Bu teklif, seçim düzeninden, sandık kontrolüne ve kolluk tehdidine kadar seçimi kazanma ve Meclis’te çoğunluk olma ihtiyacına göre tasarlanmış durumda. MHP’ye her halükarda barajı aşma ve vekil çıkarma garantisi bir yana, asıl olarak, ittifak içinde AKP’nin vekil sayısının artırılmasına yol açacak. Peki, bu adım yetecek mi?
Henüz bu ittifak politikası da sağın birliği sorununu çözebilmiş durumda değil, üstelik ittifaka girmeyip muhalefete devam eden Saadet Partisi oy potansiyelinin ötesinde bir sembole dönüşüyor (Öyle ki CHP ve İyi Parti’yi ittifaka davet eden önerisi kabul görebiliyor), MHP bağımsız varlığını kaybederken İyi Parti bu ittifakın karşısında konum alıyor. BBP derseniz, Erdoğan’ın bir numaralı ittifakı MHP’den veto yiyor. Abdullah Gül bir türlü “aday değilim, konu kapansın” demiyor.
Halka “milli dava” için Afrin’i hedef gösterip seferberlik çağrısı yaparken, AKP kendi içinde seferber olmuş değil. Görevden almalar, en son Süleyman Soylu’nun “veda” konuşması örneğinde görünür olduğu gibi kabine içi kavga ve değişiklik söylentileri sürüyor; muktedir Erdoğan “Bu trol ahlaksızlıkları ülkemizin kendi içindeki birlikteliğini bozmaya yönelik atılan adımlardır” diye “trollerden” şikayetleniyor. Ülkenin birliğinden kasıt partisinin birliği. Ne de olsa kendi çıkarını ülke çıkarı gibi sunmaya devam etmek zorunda.
Peki ya savaş politikası? Erdoğan’ın planı sürdürülebilir mi? “Sahada güçlü olmayan masada da güçlü olamaz” diyerek girdiği Afrin’de, sahada yer tuttu tutmasına ama sivilleri bombaladığı kaydedilen bir sicil yaratmış, ilerlemesine göz yumulan sınırlara dayanmış durumda. YPG-Şam yönetiminin anlaşmasıyla Afrin’e giren Suriye ordusuna bağlı milisler ile TSK’nin karşı karşıya gelmesine ramak kala BMGK’nin 24 Şubat’ta oybirliği ile aldığı ateşkes kararı geldi. Her ne kadar Erdoğan ve AKP sözcüleri Afrin’i kapsamadığını iddia etse de Almanya, Fransa ve AB’den Türkiye’ye ateşkes kararına uyma çağrısı gelmeye başladı. ABD, “Bu ateşkes bizi bağlamaz” diyen Türkiye hükümetini BMGK metnini bir kez daha okumaya çağırdı. IŞİD’i, El Kaide’yi, Nusra Cephesi’ni ve bunlarla işbirliği yapan diğer cihatçı grupları kapsamayan ateşkes, Rusya ve Suriye’nin Doğu Guta’daki cihatçıları İdlip’e sürme ve oraya sıkıştırma planını değiştirmeyecek.
İdlip’te kendi aralarında da çatışan cihatçıların yarattığı bela, planlarını Suriye sahasını belirleyen asli güçlerin gerilim-ittifak ve taktik siyasetinden bağımsız belirleme şansı olmayan ve Afrin karşılığında İdlip’te Rusya tarafından gözlem noktaları kurmakla görevlendirilen iktidarın sırtında giderek daha büyük bir kambur haline gelecek. Ortada mükemmel bir plan yok; coşkular, başarı hikayeleri ise hep kısa erimli. Gittiği yere kadar. Hatta o kadar kısa ki bir gün sürebiliyor. Tıpkı Çekya’da gözaltına alınan Salim Müslim hakkında “yakalandı, iade edilecek” gibi haberlerle ülke içinde fırtına koparılırken ertesi gün serbest bırakılması örneğinde olduğu gibi.
Tekrar etmek gerekirse Tayyip Erdoğan, diktatörlüğü kurumsallaştırmanın meşruluğunun “hala” sandıktan geçtiği, toplumsal onay için sandığın yeterli olacağı stratejisini izliyor. Kürtlerle Suriye’de savaşmak, yüzde 50+1 için gerekli ortak siyasal amaç/harç işlevini görürken, MHP ile ittifak yüzde 50+1 için gerekli güçlü siyasal temsiliyet/birlik anlamını taşıyor. Hatta Erdoğan/AKP fıtratına hiç uygun olmayan, hatta şaşkınlık yaratacak bir biçimde çocuk istismarının önlenmesine yönelik lafların yüksek perdeden edilmesi, en üst düzeyden (altı bakandan oluşan komisyon) görevlendirme yapılması da hep bu sandık stratejisinden kaynaklanıyor. Çünkü Erdoğan biliyor ki (yaptırdığı kamuoyu araştırmalarından) çocuk istismarına karşı kendi tabanında AKP’li kadınların da duyarlılığı büyüktür. (AKP’ye şimdiye kadar ki seçimleri hep AKP’li kadınlar kazandırmıştır, bu da Erdoğan’ın tespitidir. Oysa o AKP’li kadınlar, çocuklarının her an, evde, okulda, mahallede, kuran kursunda, yurtta, akraba çevresinde istismara uğrama tehlikesinin varlığını daha fazla hissediyorlar.)
Ancak Erdoğan/AKP fıtratı değişmez, değişemez, sadece değişmiş gibi gösterilebilir!
Çocuk istismarını toplumsal, politik bağlamından koparıp şer’i bir hüküm olan zinaya, ağırlaştırılacak cezalara, idama, kimyasal hadıma bağlamaları da bu çabanın bir örneği. Çocukların da erkeğin üzerinde her tür yetki, güç kullanabileceği malı olarak görülmesine yol açan erkek egemen düzenin, erkeğe itaatin temel ilke olduğu bir aile düzeninin koruyucusu kendileri. Kız çocuklarını eğitimden uzaklaştıran, evlilik yaşını çocuklarda 12’ye kadar indirmeye çalışan; çocuklara itaati öğreten, “9 yaşındaki çocuk evlendirilebilir” fetvaları veren dinsel kurumlar, vakıf ve cemaatleri destekleyen ve dinsel kuralları toplumsal-kamusal yaşamda belirleyici hale getiren kendileri. Çocuk istismarlarının üzeri kendi iktidarları döneminde sistematik biçimde örtülmemiş, “küçüğün rızası” sözü kendi bakanlarının ağzından dökülmemiş, istismarı aklayan yargı kararları iktidarları döneminde sistematik biçimde alınmamış gibi “ceza, daha fazla ceza” diye bağırıyorlar. Her şey ve herkes Erdoğan’ın iktidar sevdası karşısında o kadar önemsiz ki. Çocuk istismarları bile bir istismar konusu. İktidarı bu toplumda yaşanan sorunları çözemez, kendisi çözümün değil sorunun adresi. Çözümün ne olduğunu gösterecek olan soldur. Ve solun göstereceği hedef bellidir; Sosyalist Düzen.
Erdoğan’ın hedefine varmak konusunda yaşadığı her “yetmezlik” durumu, yeni riskler alarak öne atılmasını gerektiriyor. Aldığı her risk ise yeni tavizler vermesi, ayağını bastığı zeminin daha da kırılganlaşması demek. Kırılganlığını gördükçe saldırganlaşacak, saldırganlaştıkça yarattığı sonuçlar kendisi için de öngörülebilir olmaktan çıkacak. Evet, bu döngü kırılacak. Kırılganlığını derinleştirerek iktidarı durdurmaya doğru mu yoksa saldırganlığın tırmanışı ile birlikte bu toplumu yıkıma sürükleyecek biçimde mi? İşte burada demokratların, solcuların, sosyalistlerin alacağı inisiyatif belirleyici olacak.
Alınması gereken inisiyatifi Tayyip Erdoğan gösteriyor zaten. Erdoğan’ın seçmeci saldırganlığının kimlere ve ne yaptıkları için yöneldiğini görmek yeterli. Kim oldukları (ister etkili bir gazeteci ister TTB Başkanı isterse Halkevleri Eş Başkanı olsun) önemli değil, yaptıklarının biçimsel nitelikleri de (ister tweet atsınlar isterse silah sıksınlar) önemli değil. Önemli olan Erdoğan’ın düzenine karşı bir girişimde bulunmaları, bu düzeni durdurmak, değiştirmek için bilinçli bir eylem gerçekleştirmeleridir. Böyle yapmayanlar, böyle davranmayanlar Erdoğan’ın radarında değiller, onlarla sandıkta (üstelik tüm oyun kurallarını kendinin koyduğu sandıkta) çok rahatlıkla baş edebilir. Baş edemeyeceği tek adam rejiminin karşısına memleketin çıkarlarını dikerek günün politik çatışmasına müdahale eden, savaş karşısında doğrudan mücadele eden, halkın içinde halkla birlikte örülen bir mücadele çizgisini sürdüren Halkevleri gibi örgütlerdir, üstelik bunu kadın özgürlük mücadelesinin değerlerini politik kimliğinin vazgeçilmez parçası haline getirerek yapan Dilşat Aktaş gibi isimlerdir.
Şimdi görev tüm çıplaklığıyla ortada duruyor; kurulmuş ve kurulmaya çalışılan tezgaha karşı en önde en kararlı şekilde durmak ve bu tezgaha karşı “bir şeyler” yapanların ve “bir şeyler” yapma amacı taşıyanların ortak mücadelesini ve ortak örgütünü kurmak. Örgütlü olmanın ve halkla doğru bir örgütsel ilişki kurmanın getirdiği sonuç ortadadır; rejim onlara uygulayacağı yaptırımı bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha “dert etmek” zorunda kalmaktadır. (Halkevciler örneğinde olduğu gibi).
Karşımızda tüm hedefi kendi iktidarını süreklileştirmek olan, bu hedefe yürürken ortada ne hak ne hukuk ne ortak yaşam, değer ve politik birlik temeli bırakan; ortak zenginlikleri talan eden, çalan çırpan, kadın bedenini ve hayatını yağmalayan, çocukların gülüşlerini, eşit, sağlıklı ve mutlu yaşam olanaklarını tahrip eden tek adam rejimi var. Ve sosyalistlerin bu rejimin çıkarları karşısına memleketin ortak çıkarlarını dikecek bir direniş çizgisini, meşruiyetini halkın kolektif çıkarlarını savunmaktan ve iddiasını memleketi yeniden kurma hedefinden alan bir özgüvenle örgütlemeye soyunmaları gerekiyor. Hemen şimdi.
Önümüz bahar; Mart, Nisan, Mayıs. Bu ülkedeki sol siyasal muhalefetin on yıllardır en canlı olduğu dönem. Aynı zamanda bu canlılığın kendiliğindenliğine bırakılmaması gereken, tek adam rejimine onun stratejisine karşı ortak bir ruhla, eşgüdümlü bir mücadele ile ve yeni, kapsayıcı ve direnişçi bir örgüt kurma hedefiyle hareket edeceğimiz bir dönem. Ve bu dönemin şimdiden görülebilen iki sıçrama noktası 8 Mart ve 1 Mayıs.
8 Mart’ta memleketin dört yanında kadınlar, kadınlar susmadan bu memleketin susmayacağını, tek adamın ise kadınların sesini ve özgürlük talebini bastırmaya kudreti olmadığını bir kez daha sokakları özgürleştirerek gösterecek. Bu ses memleketin her köşesinden yankısını bulacaktır.
Artık biliyoruz ki diktatörlüğün karşısında özgürlük bu memlekette gencin, kadının, erkeğin, bilim insanının, gazetecisinin, sanatçının, uçan kuşun, topraktaki karıncanın derdidir. Bu baharda da seslerimiz birleşsin, büyüsün ve güçlensin. Ta ki diktatörlüğün yerine özgür bir ülke kurulana dek.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.