Neden Kürtler tane tane konuşur “Yanlış anlaşılmamak” için de, egemen olan ağız dolusu konuşur “Yanlış anlasan ne olur!” diye…
Neden Kürtler tane tane konuşur “Yanlış anlaşılmamak” için de, egemen olan ağız dolusu konuşur “Yanlış anlasan ne olur!” diye…
Çok düşündüm fakat yazmadan geçip gidemezdim. Hem kendime hem de gerçeğe birkaç söz etmeliydim.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da yazar. Onun onyıllar önce yazdığını on yıllar sonra yine okuyalım mı?
“Doğru: aydınlardan başka hiçbir kalabalık kendi hakkında yazılan eserleri okuyacak sabrı gösteremez. Aman bizi de ne güzel anlatmış, ne kadar da böyleyiz, demezler herhalde. Derler efendimiz derler. Demesinler o halde Olric. İnsanları artık olmaları gerektiği gibi düşünmek istiyorum. İnsanlar, artık aydınlara verdikleri umumi vekaletnameyi geri alsınlar istiyorum. Bütün bunlar çok söylendi efendimiz. Bütün bunlar artık yapılsın istiyorum. Bu insanlardan biri, şimdi yanınızda olsaydı canınız çok sıkılırdı, sanıyorum. Onlar da artık sıkılsınlar kendilerinden: böyle olsun istiyorum. Aramızdaki duvarları yıksınlar istiyorum. Duvarları yıkmayı akıl ederlerse sıkıcı olmamayı da becerirler Olric. Yapamazlar, efendimiz. Alice’in dünyasında kahramanlar bir konunun içinden çıkamayınca, hemen başka bir konuya geçerler. Biz de öyle yapalım Olric. Ben de insanları ve özellikle işin içinden çıkamayan insanları seviyorum Olric. İnsanlarla görüşmek istiyorum: acaba kabul günleri ne zaman, biliyor musun? Sizden çekinecekler efendimiz. Olsun. Ben bir kutu şeker yaptırırım giderken. Zor, oyunu bozar. Üstümüze başımıza çekidüzen veririz. Sabahtan beri kimseyle çatışmadık Olric. İyi bir işaret bu. Onlara anlayacakları bir biçimde sesleniriz. Çeşitli hileler buluruz derdimizi anlatmak için. Bir şey söylerken başka bir şey demek isteriz. En olmadık şeyin içinden çıkarız. Ne bileyim, mesela, limon şekerlerinin içine küçük mâniler yazarız; derdimizi anlatırız usul usul. Vatandaşın hem ağzı tatlansın, hem beyni sulansın: öğrenmek istersen iyiyle fenayı, seyreyle bir kenardan yalan dünyayı.”
“Sırası mı bunun!”
Hasip Kaplan, meselemiz ve ben bu konu daha fazla gündem olmadan geçsin gitsin diye düşünmüyorum. Çünkü meseleleri geçiştirirsek kendimizi de, fikirlerimizi de geçiştirmiş oluruz. Geçip giden konumuz olmuyor haliyle ve bu durum yarın tekrar ve tekrar karşımıza çıkıyor. Bir arkadaşımla 7-8 sene önce tartışırken onun cezaevinde açlık grevi yapan bir anarşiste ilişkin söylediklerini hatırlıyorum: “Şimdi sırası mı bunun. Vejetaryen yemek istiyormuş da, et yemiyor muş da! O kadar sorun varken şimdi bir de bu…”
Ne zaman sıra gelir bize demeyenler iyi ki sıralarını beklemediler. Yoksa kadınlara bile sıra gelmezdi devasa meseleler dünyasında… Böylece hayatın tüm inceliklerini öteleyince geriye çok kaba ‘muhalefet’ kalıveriyor ve sonrasında şaşırıveriyoruz bazen muhalefetin de iktidar gibi kabalıklarına. Şimdi vaktiyle sıra gelmeyen kadınlar, kadın örgütlenmeleri, muhalefetin yükünü taşıyor omuzlarında.
Ortalama bir Türk aydını ben gibi çocuğunu piyano kursuna götürmek ister (Gerçi oğlum Serin bizi yönlendirdi ama olsun esas durum değişmiyor) ve bu istatistiksel bir veridir. Çocuğunuz için İngilizce mecburidir ama Fransızca da bilse kesinlikle ayrılırsınız diğer ailelerden. Entelektüel aile oluverirsiniz çocuğunuzun üzerinden kolayca. Boğaziçi Üniversitesi’ne girmek isteyip de girememiş ve kederden kahrolmuş aile doludur ortalık. Galatasaray Üniversitesi’nin ilkokuluna girmek için yapılan çekilişe 500 lira mı 1000 lira mı şimdi bilemediğim bir katılım parasını hangi ortalama aile vermedi ki…
50 çocuk için beş-altı bin aile başvurusu…
O halde Fransızcaya meraklı aileler Fransızca okurlar mı? Mesela Sartre’ı, mesela Frantz Fanon’u… O halde kim niye demektedir ‘Memlekete Fransız olmak’ adlı deyişlemeyi… Fransızca öğrenmek kadar Fransız aydınlarının arasındaki tartışmayı bilmemiz de gerekir mi? Fransızca bilmesek de bilmemeli miyiz meseleyi? Cezayir Soykırımı’nı tanımak kolaydır da ya yakınımızda olanı?
Frantz Fanon ne anlatmaktadır bize? “Ama tüm rejim, hatta şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir ezme ilişkisiyle yönetiliyorsa, pasifliğiniz sizi ezenlerin safına koymaktan başka bir amaca hizmet etmez” diye yazdığında senelerden 1961, kitabın adı Yeryüzünün Lanetlileri’ydi. Ortalama Türk aydınının ‘pek sevdiği Avrupa’ nasıl Avrupa olmuştu… Avrupa, Avrupa olurken hangi savaşlardan geçmişti ki, biz yine de biliriz onun emperyalistliğini… Ya kendi tutumuzu da bilir miyiz? Kolay mıdır Frantz’ı okumak kadar Frantz olmak?
Dönelim günümüze ve ‘biricik’ ülkemize. Dönelim ama laik yaşamımızda HDP’de yüzde kaç kadın kotası var onu da görelim. “Diyanet kapatılsın” diyen Demirtaş’ı hangi halkın yetiştirdiğini de. Eşbaşkanlardan birinin mutlaka kadın olduğunu da unutmadan görelim. Fransızca bilmeye çalıştığımız kadar Kürtçe bilmesek de Kürtleri biraz olsun bilebilir miyiz, ki kendimizi de görelim? Oy karşılıkları olmasa da Süryani vekillerini de görelim. Anlayışı da görelim kişileri de görürken. O yüzden birazdan anlatacağım tartışma çok kolayca ‘ilkel’ diyebileceğimiz bir tartışma mı onu da düşünelim. Neden kadın örgütleri “Meclis’te şu kadar kadın vekil” diye kampanyalar yapmak zorunda kalmaktadır ve neden bu kampanyalar HDP’yi kapsamamaktadır üzerine konuşalım.
Tartışmanın öznelerinden biri olan Sırrı Süreyya Önder ve o da partisi gibi çok büyük bir hızla karar verdi Hasip Kaplan hakkında. Peki mesele neydi? Hızlıca bu kararı vermek zorunda mı kaldılar? “Zaten herkesin gözü üzerimizde, derhal olumsuz olabilecek bir fikre hiç düşünmeden kapılabilirler, her an bizi terk edebilirler” diye düşünmek zorunda mı kaldılar? Böyle düşünülüyorsa bunda her an ‘terk edecek’ gibi duran bizim de sorumluğumuz yok mu? Ana muhalefet lideri dahi herkesin sevdiği Demirtaş bile diyememişken “Bir de şimdi bu tartışma olmasın!” diye düşünmüş olabilirler mi? O halde sorumluluk biraz da bizde.
HDP’den bağımsız bu konuyu tartışamayacak mıyız? Hasip Kaplan’ın bireysel ve ciddi sorunlu çıkışı vesilesiyle modern, eşitlikçi ve kadın meselesinde en pozitif, ileri düzeyde yaklaşan bir duruşa yapılan haksızlık olduğunu da anlayamayacak mıyız? Her şeye rağmen Kürtlerden çok fazla özeleştiri görmüş olan gözlerim, Türklerden çoğunlukla sadece Hasip Kaplan’a ağız dolusu edilen “ırkçısın” sözlerini gördü…
Meselem; ne HDP ne Sırrı Süreyya Önder ne de Hasip Kaplan’dır…
Ama ister istemez söyledikleri geçecektir bu yazıda.
Ağır bir söylem ve söz olduğu muhakkak Hasip Kaplan’ın yazdıklarının.
Öncelikle söylemeliyim; Hasip Kaplan, Sırrı Süreyya’ya “Sırrı gitsin film çeksin” derken kimse buna takılmadı. Takılmalıydı ama takılmadı. Çünkü bu durum muhalefetin de artık kanıksadığı bir durum. “Tiyatro mu oynuyoruz burda!” diyorlar bazen mesela. “Oyun mu bu!” diyorlar bazen mesela.
Kolay mı gerçekten tiyatro yapmak. Hele bu zamanlarda. Hele daha dün Barış Atay’ın oyunu Artvin’de yasaklanmışken. Shakespeare olmak kolay mı? Bertolt Brecht? Dario Fo olmak?
Sonra, sonra anma günlerinde muhalefet de şaşalı sözler, laflar etmez mi mesela Yılmaz Güney için? Yılmaz Güney derken biraz olsun düşünmez mi insan? Kolay mı Duvar’ı çekmek? Yol’u çekmek?
Şimdi birkaç kelimelik tivitte bile bu hatalar yapılırken kolay mı koca bir senaryoyu yazmak? Yazsan çekmek, çeksen salon bulmak, salon bulsan seyirci bulmak kolay mı? Hepsini bulsan da cesaret bulmak…
Bizzat muhalefet, bazen sanatı, bilimi bu kadar hafife alırsa Erdoğan’da “Ben bilime en çok katkı vermiş liderim” dediğinde haksız olmaz, olur mu? Hafiflettiğimiz şey nihayet bilim de sanat da…
Neyse, bu işin bir kısmı…
En çok tartışılan konuya gelirsek;
“HDP kurultayında Demirtaş’ın yerine sakın bir Türk göz dikmesin, benim naçizane önerim, herkes haddini bilecek!” diye yazdı Hasip Kaplan. Ondan biraz önce yine aynı mesele üzerine daha sakin ve anlaşılır bir dille yazmıştı oysa:
“HDP 11 Şubat kurultayı ile net görüşüm kusura bakmayın, eşbaşkanlık 1 Kürt olacak, Halkın istediği olacak, Taban ne diyorsa odur, Herkes konumunu ona göre belirlesin, halkın iradesine saygı Kazandırır ..!”
Demek dil değişince esaslı durum da değişmiyor. Oysa hepimizin bildiği gibi HDP kendi gücü oranında yaşamı değiştirdikçe hepimizin dili de değişmişti. 8 Haziran sabahı dillerimiz nasıldı mesela? Dil geriye doğru değişir mi? Yaşam değişirse elbette o da değişir. Şimdi nasıl oluyorsa öyle oluyor işte…
Belki bu reflekslerle olmalı, ki ben öyle anlıyorum; HDP merkezi çok büyük bir hızla ve hemen bir kaç saat sonrasında kararını verdi.
“Hasip Kaplan Twitter hesabından yapılan ırkçı, ayrımcı ve ötekileştirici paylaşımların HDP anlayışı ve politikaları ile hiçbir ilgisi yoktur. Kınıyor ve ayıplıyoruz” diye Twitter hesabından açıklama yaptı.
“Türk olacaksın!” denilen yerde “Kürdüm” demek milliyetçilik değil bir varoluş ifadesidir… Ve hatta kimi Türkler de benim gibi “O halde ben de Kürdüm” der, demez mi? Ben bunu HDP’den çok daha rahat söyleyebilirim, üzerindeki baskıları, binlerce tutuklusunu görerek. Ya benim gördüğümü “sen” de görmüyor musun? Bir ofsayt kararı için bile ince ince tartışıyorken şimdi ince ince konuşmayacak mısın ülken için? Biz içgüdüsel ve politik olarak, bir ‘muhalif Türk’ olarak, ‘Türk olmanın’ başka halkları ezmek için kullanıldığını bildiğimiz bir yerde “Türküm” dediğinizde bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliriz.
Neyse ki Barış Ünlü, Gazete Duvar’da İrfan Aktan’la röportajında benim de imdadıma yetişti ve bağımsız, özgün olmanın güçlü cümleleriyle konuştu.
“Kaplan’ın sözleri hoşumuza gitmeyebilir ama böyle bir söz söylemek bir Kürt’ü ırkçı yapmaz. Sadece kötü bir sözle, birini inciterek ırkçı olamazsınız. Irkçılık tarihsel, toplumsal ve kurumsal bir sistemdir. Bu sistemin hem yapısal hem de bireysel tezahürleri olur. Buna göre, sadece ırksal veya etnik hiyerarşide üstte olan gruba mensup kişiler bireysel ırkçılık yapabilir, bundan kazançlı çıkabilir ve bundan dolayı bir kayıp yaşamazlar. Ayrıca söylediğim gibi bireysel ırkçılığın yanında bir de yapısal ırkçılık vardır ve yapısal ırkçılık, üstteki gruba mensup olup bireysel olarak ırkçı olmayanları da kayırır ve korur.”
Zaten başı dertte olan birinin bu sözleri, onun cesareti, doğruya olan inancını gösterir ki benim de, bizim de bugünün Galileolarına ihtiyacımız var…
Barış Ünlü’nün şu söylediği çok önemli ve tartışmamız gereken en kritik şeylerden biri. Çünkü bu söyleneni ‘Muhalif Türk’, his olarak dahi iyi bilir.
“Yapısal ırkçılık, üstteki gruba mensup olup bireysel olarak ırkçı olmayanları da kayırır ve korur.”
Gözaltındayken ne çok duyduk değil mi polislerden “Hadi eleştiriyorsun, eylem yapıyorsun anladık da; bu Kürtlerin yanında ne işin var!” dendiğini…
Komünist olsanız da “Türk olmanız” sizi bir yerde de devlet nezdinde hep ayırır Kürt olandan.
Bu ülkedeki bir mitinge yapılan en büyük saldırı Ankara Katliamı. Öncesinde de Suruç Katliamı var. Her ikisi de Kürt halkıyla beraber yaşamak isteyen, “barış” diyen eylemlerdi nihayetinde…
Solculuk, devrimcilik bir yere kadar anlaşılabilir bir şeydir de, Kürtlerle olmak işte bu anlaşılmazdır…
Devlet ya da polisin gözaltındayken bu serzenişi Kürtlerle ortak miting ya da eylemler sonrasında duyduğum şeylerdi. Ayrı yapılmış eylemlerde bunlar söylenmezdi. “Ayrı ol canımı ye.”
Bu söylem size ‘kurtulma’ ihtimaliniz olduğunuz anlatır inceden inceye. “Komünist olsan da, sosyalist olsan da; Türk ol!”
Ve bu gerçekten de bir düzeyde karşılık bulur. “Ezen ulusun devrimcisi” diye özetlenen şey gizliden gizliye sinmiş olan bu durumdur…
Bu sinmiş olan durumu aşmaya yaklaştığımız her durumda egemenler tedirgin olur. Demirtaş’ın mahpus olmasının en önemli nedenlerinden biri de budur. Hrant Dink, Tahir Elçi, halklar arasında köprü olanlar bu nedenle “çok tehlikelidir!”
Yani halklara ve aydınlarına “Ayrı ol canımı ye” denir. Barış Ünlü de bence bunu iyi bilen biridir o yüzden söyledikleri çok önemli ve değerlidir.
Halkların ayrı olmasına karşı birleşik ve demokratik eşitlik içinde yaşamasının yolu köprü atan değil, köprü kuran tutumdan geçiyor. Köprü kurmak da kendi ‘küçük ve mutlu’ hayatını zorlamakla olabiliyor. Kürt aydınınınsa vazgeçecek bir şeyi yoktur zira…
Öyle ya da böyle Türk aydını Türkçe yazmaktadır ama Türkçe de yazan ve Kürtçe yazmak isteyen bir Kürt aydını neyden vazgeçmelidir? Türkçeden mi, Kürtçeden mi?
Türk aydını Türkçe yanında İngilizce, Fransızca da bilmek ister ya bir Kürt aydını? Onun önceliği hangi dildir?
Türk aydını dahi Kürtçenin yasaklı dil, bilinmeyen dil olduğunu unutup Kürdün Kürtçesiyle ‘dalga’ geçmez mi? Kimi zaman “Aaa bak Kürtçe bilmiyor Kürt!!!” (Elbette durum bu ölçüde karikatürize değil ama etkili olması için bunu seçtim.)
Türk aydınının birincil derdi ekonomik koşullar olabilir ama bu Kürt aydını açısından varoluşsal bir durum olan ‘Kürt olmak hakkı’dır, kimliği baskı altında olan tüm zamanlarda…
Benim dilimi saklamak gibi bir derdim yok. Çünkü Kürtçe bilmiyorum ve Kürt değilim. Ama bir Kürt aydını aklının bir tarafında hep şunu tutar: Kürtçe konuşacağın zamanı iyi bil!
Ve zannedildiği gibi soyut bir sorun da değildir bu. Kürt evinden, barkından, işinden vazgeçse de dilinden vazgeçmiyor. Ne kadar sorunlu olsa da Hasip Kaplan’ı itirazını böyle anlıyorum ben. Parmak sallayan elini, egemen olmadığı için, egemenin parmak sallaması gibi görmüyorum. Türk aydınının ise böyle bir derdi, vazgeçeceği bir dil sorunu asla olmadı… (Emperyalizmin bizi İngilizce bilmeye zorlaması, bizim bunu ne kadar gönüllü, ne kadar gönülsüz yaptığımız meselesi ayrı bir konu.)
O yüzden o çok rahat ‘ekonomik mücadele’ diyebiliriz biz. Ama bir Kürt, bunun varoluşunu örten bir durum, bir propaganda olduğunu düşünür… İşin garip yanı Kürt ortak yaşam için Türkçe de bilir ama Türk ortak yaşam için Kürtçe bilmez. Gerek yoktur çünkü. Dili bilmeyince nasıl düşündüğünü anlamakta da zorlanır. Oralardan gelen haberler Arakan’dan, Filistin’den yani uzaklardan gelmiş gibi hissedilir bu yüzden.
Sonra şarkısını öğretirim çocuklarımıza, “Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür.”
Bizim için Barış Atay’ın oyununun dili sorun değildir mesela. O Türkçe bir oyundur. Elbette bu Türkçenin cesaretli dilinin bir oyunudur tahmin ederim. (Ne yazık ki oyunu henüz görmedim.) Bu anlamda her dilden insanın da ilgisini çekebilir ve yine diller üstü de olabilir bu yüzden. Ama bir Kürtçe oyunun yasaklanması onun içeriğinden bağımsızdır sizin de iyi bildiğiniz gibi. Mem-ü Zin, ki bir aşk hikayesidir çok kolayca yasaklanabilir. Kürt şairlerin, yazarların adı parklardan çok kolayca sinir politik yazamasalar dahi. Türkçe olmasından değil de politikliğinden sebep yasaklanan oyunun Kürtçe olması yeterlidir yasaklanması için.
Ve Kürt şunu da çok iyi bilir; ola ki Kürtlüğünden vazgeçse, Türk aydını ona bir ‘milliyetçi’ gibi “Kimliğini savunmadın ama der!” bir yandan da. Kimlik sorunu hiç olmamış ve bunun mücadelesini vermek zorunda kalmamış olmanın rahatlığıyla…
Unutmamalı, sağcı ve milliyetçi olan Sarkozy’ye bile Macar göçmeni olduğu hatırlatıldı ‘ortalama Fransız aydını’ tarafından zaman zaman…
Bir Kürt, Türklük sistemi içinde zengin olsa dahi, ne kadar güçlü olsa dahi bir Kürt olarak eşit olmadığını iyi bilir. Ve bu sanıldığı gibi burjuva olmakla, sadece kapitalizmle açıklanabilecek bir şey değildir. Milliyetçiliğin, ilkel kapitalizm olması tam da bu olmalı sanırım.
Kapitalizm size zengin olma imkânı verir ama kritik anlarda özüne yani milliyetçiliğe döner. İşte o anda kapitalist olsanız dahi Kürt olduğunuz size hatırlatılır. Azınlıklara saldırılar, mallarını mülklerini ele geçirmeler, 6-7 Eylül nedir ki başka?
Kürtler bu durumu anladığını, Ermeni soykırımına yardım ettiklerinin özeleştirisini yaparak bize anlattı? Ya biz kime ne anlatacağız? Mesele biraz da budur.
İşte bu yüzlerden ne zaman bir Kürde esas fikrinizi gizleyerek “Kimlik siyasetine ne gerek var” deseniz, sadece ekonomiden bahsetseniz, o içgüdüsel olarak anlar; ‘Muhalif aydın’ da tüm bu sorunları, varoluşunu örtmek için konuşuyordur ona…
Dağa taşa “Türk ol, mutlu ol” yazılan bir ülkeyiz biz. Resmi politikaların böyle olduğu bir yerde mutlu olmamak bir mutlu olma hali olabilir mi? Eşitliğin somut olarak olmadığı bir yerde eşitlik varmış gibi, iktidarı eleştirdiğim gibi hiç düşünmeden, meseleyi daha sakin idrak etmeden bir Kürde bu eleştirileri yapabilir miyim? Tartışalım…
Neden Kürtler tane tane konuşur “Yanlış anlaşılmamak” için de egemen olan ağız dolusu konuşur “Yanlış anlasan ne olur!” diye, düşünmeyecek miyiz?
Madem ‘Türk aydını’ Fransızca bilmek istiyor; Sartre’ı, Frantz Fanon’u okumaz mı orijinal dilinde? Şimdi Frantz Fanon’a ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ne bakmalı tekrar. Ona önsöz yazan Sartre’a da. Ve bu yüzden, Cezayir soykırımını tanıdığı için “Sartre’a ölüm” diye gezilen Fransa’ya bakma zamanıdır biraz da. Yani biraz olsun Fransız olmakta fayda var.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.