“Yeter artık!” diyerek ayaklanan İranlı gençler, şiddetli ve bir o kadar iyi örgütlenmiş bir karşıdevrim tarafından asılmış, perişan edilmiş bir devrimin çocuklarıdır
“Yeter artık!” diyerek ayaklanan İranlı gençler, şiddetli ve bir o kadar iyi örgütlenmiş bir karşıdevrim tarafından asılmış, perişan edilmiş bir devrimin çocuklarıdır
28 Aralık Perşembe gününden itibaren İran’daki muhtelif kasaba ve şehirlerde kendiliğinden gösteriler başladı. Yumurta ve tavuk fiyatlarındaki ani artışın tetiklediği protestolar, yüksek enflasyon ve yüksek genç işsizliği gibi ekonomik konular üzerinden patlak verdi. Ancak daha sonra protestocular, “Halk yalvarıyor, Mollalar Allah gibi davranıyor” gibi rejimin liderlerini hedef alan daha politik yönelimli sloganlar atmaya başladı.
Ne kadar sürerse sürsün ve sonuçları ne olursa olsun, bu protestolar şunu bir kez daha kanıtladı: İran rejimi insanların en temel sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına cevap veremeyecek durumda ve bu yüzden kırk yıldır nüfusu kontrol altında tutmak için kaba kuvvet kullanıyor. Fakat yalnızca kaba kuvvetle sonsuza kadar yönetemezsiniz.
Derin yapısal yoksulluk bir kez daha nüfusu çileden çıkarttı. Yine de bu ayaklanma damdan düşer gibi çıkmadı ve geçtiğimiz yıl içinde çeşitli toplumsal meseleler üzerinden insanları sokaklara döken daha küçük ve daha yerel protestoların doruk noktasıydı.
Kitlesel ölçekte, ülke genelinde, çoğu Batılı okuyucunun adını bile duymadığı ve bundan sonra da hatırlamayacağı küçük kasabalarda olduğu gibi büyük şehirlerde de, İran’daki insanları neyin bir kez daha sokağa döktüğüne önce bir bakalım.
İşte Dünya Bankası’nın 2016 yılı için yapmış olduğu bir araştırmadan ortaya çıkaran gerçek:
“İran hükümeti, devlet yardımı programında; petrol ürünleri, su, elektrik ve ekmek gibi kilit önemdeki ürünler üzerine, harcama verimliliği ve ekonomik faaliyetlerde orta derecede iyileşme ile sonuçlanan büyük bir reform gerçekleştirdi.”
“Harcama verimliliği” denilen şey, açık bir dille, İran hükümetinin gerçekten sosyal refah sağlayan sosyal refah programlarından ne kadar kesinti yaptığını ifade eder.
Rapor şöyle devam ediyor:
“2007/2008 döneminde (yaklaşık 77.2 milyar ABD doları) GSYİH’nin yüzde 27’sine eşdeğer olduğu tahmin edilen tüm dolaylı devlet yardımları, İran hanehalkına doğrudan nakit transferi programı ile değiştirildi. Devlet yardımlarına dönük reform planının ikinci aşaması 2014 baharında başlamış olup, daha önce öngörülenden daha kademeli bir yakıt fiyat ayarlaması ve düşük gelirli hanelere yapılacak nakit transferlerin daha fazla hedeflenmesiyle ilgilidir. Yaklaşık 3 milyon yüksek gelirli hanehalkı, nakit transferi alıcı listesinden halihazırda çıkarılmıştır. Sonuç olarak, Hedefli Devlet Yardımları Örgütü’nün (TSO) 2014 yılında GSYİH’nin yüzde 4,2’sine denk gelen harcamalarının, 2016 yılında yüzde 3,4’e gerilediği tahmin edilmektedir.”[1]
Uluslararası finans açık bir biçimde sadece İran hükümetinin kendi nüfusunu yoksullaştırdığını ve uluslararası finans kuruluşlarına çıkar sağladığını görmekten çok mutlu. İran hükümeti, en yoksul İranlılara yardım elini kesme çabaları için ve 2008’de GSYİH’nin %27’si olan yardım miktarını 2016’da %3’e kadar düşürdüğü için bir A+ notunu hak etmiştir.
Başka bir deyişle, İran, aşırı neoliberal, şok-ve-dehşet tipi bir kapitalizm izlemektedir.
İran’daki yoksullukla ilgili resmi rakamlar güvenilir değil, ancak bazen halkın maruz kaldığı aşırı yoksulluk seviyesine ışık tutabilecek bazı raporlar üretiliyor. Bu raporlardan biri, kentsel yoksulluk rakamlarını %44 ile %55 arasında gösteriyor. Borgen dergisine göre rapor, “Tahran Üniversitesi ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından organize edilen ve kısa süre sonra İslami Öğrenci Haber Ajansı tarafından kamuoyuna açıklanan bir konferansta yayımlanmıştır.”[2]
Durumlar o kadar berbat ki, rejimin en iyi rakamsal verileri bile bazen sorunların derinliğini ağzından kaçırıyor. 2017 yılının Eylül ayında İmam Humeyni Yardım Vakfı başkanı Parviz Fattah, 10 ila 12 milyon arasında İranlının mutlak yoksulluk içinde yaşadığını belirtti.[3] Bu, sadece aşırı yoksulluğa dönük rakamsal bir veri. Yoksulluk sınırında ya da yoksulluk sınırı altında yaşayanların toplam sayısı net bir şekilde daha yüksektir, bazı raporlara göre ise toplam hanehalkı sayısının %40’ına kadar çıkmaktadır.
Durumu ortaya koyan bir diğer rakamsal bir veri de şöyle: İran hükümetinin asgari gelir için kendi tahmini, üç ila dört kişilik bir aileye ayda yaklaşık 1.000 dolardır. Bu rakamlara rağmen hükümet, işçiler için aylık asgari ücretin bu rakamın yaklaşık üçte bir oranında belirlendiğini ilan etti!
Kemer sıkma önlemlerindeki artışlarla birlikte çift basamaklı enflasyon rakamları (en muhafazakâr rakamlara göre ortalama olarak en az %15, bazı aylar, yıllar ya da ürüne özgü piyasalarda %30-40 kadar enflasyon) var. Genç işsizliği de yüksek seviyelerde, bazı raporlar 2017’de genç işsizliğinin %30’un biraz üzerine çıktığını tahmin ediyor.[4] Bu denli yüksek işsizlik oranları ve yüksek enflasyon ile son on yıl boyunca yoksullara yapılan devlet yardımlarının istikrarlı bir biçimde düştüğü gerçeği göz önüne alındığında, Meşhed’deki protestoları ilk tetikleyen şeyin yumurta ve tavuk fiyatlarındaki (sadece birkaç gün içinde yaşanan) %40’ın üzerinde bir artış olması şaşırtıcı değil. Bu, kırk yıldır sonu gelmeyen enflasyon ve yoksulluk eğiliminin üstüne geldi. İnsanlar “Yeter artık!” diyorlar.
Okur, İran’daki devlet-dışı ekonominin büyük kısmının pazar üzerine, tüccar sınıfı üzerine kurulduğunu anlamalıdır. İran’da, teokrasinin başlangıcından beri devlet-dışı ve petrol-dışı sektörleri hakimiyet altına alan şey, endüstriyel üretken sermaye değil, tüccar sermayesi idi. Tüccar sınıfı hegemonik ekonomik blok olduğunda, bu, çoğu sermaye birikiminin, emtia üretimi yoluyla değil alış ve satış yoluyla gerçekleştiği anlamına gelir. Bunun sonucu olarak, giderek daha fazla ürün mümkün olduğunca ucuza (devlet tekelinde) ithal edilmekte ve eğer üretim süreci kendi maliyetleri ve en önemlisi emek çatışmaları ve kapitalist girişimlerin uğraşmak zorunda kalacağı üretim noktasında sınıf mücadelesini de kapsayan kendi karmaşıklıklarıyla gerçekleşmesi durumunda elde edilenden daha hızlı edinilecek karlarla satılmaktadır.
Okur, İran’daki nüfus artışını da hesaba katmalıdır. 1979’da devrim olduğunda, İran’ın nüfusu yaklaşık 35 milyondu. Bugünün nüfusu ise yaklaşık 80 milyon. Bununla birlikte kır-kent nüfus oranı tersine döndü. 1979’da nüfusun neredeyse üçte ikisi kırsal alanlarda yaşarken şimdi nüfusun dörtte üçü kentsel alanlarda yaşıyor. Bu kitlesel hareket, kentsel yoksulluk seviyelerinden kısmen sorumludur. Diğer faktörler; yeterli istihdam yaratamayan egemen kapitalist sınıfın ticari doğası, güvenlik güçleri ve ülke dışı askeri harcamalarını öncelikli hale getiren devlet politikaları ve yolsuzluktur.
İran gibi böylesine aşırı baskıcı bir devletleşmeye sahip bir ülkede, endüstriyel üretime bağımlılığı sermaye birikiminin ana kaynağı haline getirmek için sınıf mücadelesi yoğundur. Bunun sonucu olarak, İran ile Batılı güçler arasında yapılan nükleer anlaşmayı takiben yaptırımların kaldırılmasından sonra bile, uluslararası sermaye endüstriyel üretime yatırım yapmaya isteksizdi. Dolayısıyla, sadece yerli kapitalistler üretken kapasitelere anlamlı bir büyüklükte yatırım yapmak istememekle kalmadılar, Ruhani hükümetinin Batılı güçlerle yaptığı nükleer anlaşma da herhangi bir dolaysız yabancı yatırım çekmede başarılı olamadı.
İran’daki gibi bir rantiye devletin temel özelliği, devletin karakterine bağlı olarak, farklı katman ve kademelerdeki ekonomik açıdan güçlü kişilerin kendilerini devlete yamamasıdır. Pehlevi hanedanlığı döneminde devlet, ruhban sınıfına daha yakın olan tüccar sınıfları kaybetmek pahasına endüstriyel kapitalistleri kendine çekmiştir. Pehlevi hanedanının kurucusu Rıza Şah, İran tarihinde bilhassa dini inançlar konusunda sert olmasıyla tanınmaktadır. (Dini inanca karşı en korkunç günahı, başörtüsünün kadınlar için zorla yasaklanmasıydı.)
Bu yüzden orada burada Rıza Şah’ı destekleyen sloganlar duymamız beni çok şaşırtmıyor. İnsanlar kendi tarihlerinden bildiklerine riayet eder. İnsanlar eğer egemen mollaların; en fazla yolsuzluk yapan, en acımasız, en cani, en vahşi, muhtaç olana yardım etmeye gelince en cimri, cinsel konulara gelindiğinde başkalarına dindar olmayı salık verirken kendilerinin en gayriahlâkî olduğunu görürse – yani kısacası en baskıcı ve aşırı yolsuzluk yapmış bir grup insan tarafından yönetiliyorsanız ve 100 yıl önceki geçmişinizden Rıza Şah’ın ruhban sınıfına kapıyı gösterdiğini biliyorsanız, o zaman bu adamı, mollalarla ilgili bir şeyler yapan o adamı, Rıza Şah’ı düşündüğünüz için suçlanamazsınız.
Bütün bu tarihsel ve ekonomik koşullar; muhalefete, bağımsız işçi sendikalarına, hükümetten birine eleştiri yapılmasına izin vermeyen bir devlet yapısıyla; kadını erkek-yarısı olarak gören bir devlet yapısıyla; aslında namevcut bir İmam’ın, Şii mezhebinin On İkinci İmamı’nın, İmam Mehdi’nin adına hükmettiğini iddia eden bir devlet yapısıyla şekillenmiştir, bu rejim de buna binaen İran’ı Tanrı adına yönettiğini iddia ediyor. Dini liderlere yönelik herhangi bir eleştiri, Tanrı’ya karşı bir hakarettir ve ülkemizin ceza kanununda fiili bir suçtur: hükümete karşı yapılan herhangi bir protesto, “Mohaarebeh baa Khoda” olarak adlandırılabilir, yani bu kelimenin tam anlamıyla, Tanrı’ya karşı savaşmaktır.
Dolayısıyla, eğer sistem şikayette bulunmak için hiçbir yasal yolla devlete şikayetinizi dile getirmenize izin vermeyecek kadar çok baskıcıysa, sizin ne yapmanız gerekiyor? Devleti rahatsız etmeyecek şekilde intihar mı edeceksiniz? Herhangi bir Batılı okur bunu yapar mıydı? Öyleyse İran’daki insanların sokaklara çıkmaları neden taşkınlık olarak görünüyor?
Yukarıda listelenen türlü toplumsal baskıların hepsi, son bir yıl boyunca neredeyse sürekli olarak toplumsal huzursuzluk ve protesto gösterilerine neden oldu. 2017’de siyasi mahkûmların kitlesel açlık grevini[5], aşırı çevre kirliliği protestolarını[6], şiddetlenen işçi eylemlerini [7] ve malları sırtlarında taşıyarak sınırı geçerken sınır bekçileri tarafından öldürülenler için Kürt protestolarını gördük.[8]
Batılı solun “anti-emperyalistler”inin teokrasiden yana saf tutmak için hiç zaman kaybetmemesi ise, bir kez daha, onun ahmaklığıdır. Örneğin Global Research, ikinci bir “Renkli Devrim” olarak yaftalayarak ayaklanmanın bütünlüğünde yönelik şüphe uyandırdı. Moon of Alabama, benzer şekilde gösterileri aşağılamak için hiç zaman kaybetmedi; neredeyse İran rejim propagandacıları gibi konuşmaya başladı. Bu sözde solcular için İran halkı, Langley’den kontrol edilen bir grup akılsız robottu.
Elbette Suriye ayaklanmasının nasıl başladığını anlamayan kişiler, İran’daki insanların neden bu kadar öfkelendiğini anlayamayacaklardır.
Bazıları ise, İran halkının niyetini lekelemek için halk tarafından gündeme getirilen özel sloganlara dikkat çektiler.
Aralarından cımbızladıkları bir slogan şuydu: “Ne Gazze, Ne Lübnan; Hayatım İran için!” “Anti-emperyalistler”, bu sloganı İran halkının “enternasyonalizm” eksikliğinin kanıtı olarak gösteriyor. Uydurma yargılara varma telaşıyla bu sloganın içindeki daha derin içgörüleri kaçırıyorlar. Bu slogan, rejimin Filistin ve Lübnan kitleleri için verdiği destekle ilgili söylemine dair bir olumsuzlama ve sokak eleştirisidir; gerçekte tüm İran rejimlerinin bugüne kadar yaptığı; Filistin ve Lübnan’daki içler acısı toplumsal koşulları bölgedeki yayılmacı planını ilerletmek için kullanmasıdır.
İnsanlar bu sloganda rejime şunu söylüyorlardı: “Hilekarlığınızı görüyoruz ve biz aptal değiliz! Dışarıdaki savaşlarınızda savaşmamızı istiyorsunuz, ama biz bu savaşı burada evimizde yapacağız.” Bu, ABD’deki savaş karşıtı aktivistlerin ABD’nin Vietnam’ı işgali sırasında söylediklerine benzer bir söylemdir. Aslında bu slogan, Filistinli ve Lübnanlı kitlelerle dayanışma çığlığıdır.
İran’daki insanlar Filistinli ve Lübnanlı kitlelere; kendilerinin, İran halkının, İran rejiminin, Irak ve Suriye’de zincirlerinden kurtardığı sekter Şii milis kuvvetlerini kullanarak, Sünni kardeşlerinin tek seferde on binlercesini toplu olarak katletmekten başka hiçbir şey yapmayan bir rejimin, fırsatçı ve yayılmacı baskısının bir katmanını ortadan kaldırmak için Filistin ve Lübnanlı insanların arkalarında oldukları mesajını gönderiyorlar.
Bazı kendi kaderine terk edilmiş üçüncü dünya ülkelerinde bir hareket ortaya çıktıktan hemen sonra, kimi Batılı solcuların, hiç düşünmeden yargıç ve jüri rolü sergilemesi ya da daha kötüsü, elinde kırmızı kalemiyle en ufak bir virgül eklemek, sözcük seçimi hatası veya geçişlerin kullanımındaki herhangi bir kaymayı işaretlemek için hazırda bekleyen, yazının iletişimsel içeriğini baştan sona, tamamen görmezden gelerek birinci sınıf öğrencisinin makalesini notlandıran atanmış öğretmen rolünü bu kadar çabuk ve kolayca oynaması inanılır gibi değil.
İran halkının ayaklanmasının iletişimsel içeriği çok basit: İnsanlar temel haklarını istiyor ve devletin Suriye, Irak veya başka yerlerdeki halkların kitlesel kıyımıyla ulusal zenginliklerini yakıp kül etmeyi durdurmalarını, bunun yerine ulusal kaynaklarını İran’da yoksulluk içinde yaşayan insanlar için harcanmasını istiyorlar. Bu ABD’de yaşayan insanların da protesto edeceği bir şey değil midir?
İran’daki insanlar meselelere artık kendileri el koyuyor. İnsanlarımızı eleştiren Batılı solcular, İran halkının tarihini nasıl belirlediğine ilişkin geçme/kalma notları vermek yerine, kendi toplumları için aynı şeyi yapabilirler mi? Bu Batılı sahte sosyalistler, mücadele eden toplulukların gıda güvenliğini sağlayarak daha iyi mücadele etmelerini sağlayacak ortak bahçeler kurmak üzere, boş mahalle arazilerindeki çöpleri temizlemek için birkaç yüzü kişi örgütleyebilir mi? Kendi şehirlerindeki fakir bir mahallede bir aşevi kurabilirler mi?
Ancak İran’daki insanlar, protesto eylemlerinin sonuçlarının tutuklanma, işkence ve ölüm olabileceğini bilerek sokaklara çıkınca, aynı sözde sosyalistler dayanışma göstermek yerine yeni yeni doğan bir hareketin eksikliklerini ararlar, sırf ayaklanan insanlara destek olmak için herhangi bir eylemde bulunma sorumluluğuyla ilgili kendilerini rahatlatabilsinler diye. Yazık! Yazık! Yazık!
“Yeter artık!” diyerek ayaklanan İranlı gençler, şiddetli ve bir o kadar iyi örgütlenmiş bir karşıdevrim tarafından asılmış, perişan edilmiş bir devrimin çocuklarıdır. Bu genç nesil; hayatlarının, iyi bir gelecek için umutlarının ve bütünlüklerinin çalındığını görüyor ve toplumumuzun en asalak tabakası olan mollalar tarafından yapılan bu tarihi hırsızlığa karşı geliyorlar. Ruhban takımı, toplumumuzun en verimsiz sülükleriyken, Tahran’ın üst sınıf mahallelerinde ve diğer büyük şehirlerdeki oğulları Monako’da kişi başına düşenden daha fazla Bugatti ve Lamborghini’ye sahipler. Tüm bu zenginlik nereden geldi? Bütün hepsi milli kasalarımızdan çalınmıştır ve ülkemizin gençleri bu hırsızlığı durdurmak için ayağa kalkmıştır.
Reza Fiyouzat ile iletişim kurmak için: [email protected]
Dipnotlar:
[1] http://www.worldbank.org/en/country/iran/overview
[2] http://www.borgenmagazine.com/poverty-iran-rise/
[3] https://www.isna.ir/news/96062614418/رییس-کمیته-امداد-امام-ره-10تا-12-میلیون-ایرانی-در-فقر-مطلق
[4] https://tradingeconomics.com/iran/youth-unemployment-rate
[5] https://www.amnesty.ie/iran-mass-hunger-strike-political-prisoners-protest-inhumane-conditions/
[6] http://www.middleeasteye.net/news/protests-irans-khuzestan-province-worries-political-establishment-1372971047
[7] https://en.radiozamaneh.com/articles/spike-in-labor-protests-in-iran-is-changing-the-political-milieu/
[8] http://www.rudaw.net/english/middleeast/iran/07092017
[Counterpunch’taki İngilizce orijinalinden Gamze Boztepe tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.