Lenin’in 1917’de teorize ettiği strateji, hem egemen devlet aygıtına kafa tutan hem de aynı zamanda alternatif bir kurumsal düzenleme öneren bir dizi karşı-iktidar inşa etmeyi önermektedir
Yatay hareketlerin ve bu hareketlerin Tahrir Meydanı’ndan Gezi Parkı’na uzanan çeşitli kamp kurma ve işgal eylemlerinin süreksizliği bağlamında, dikey ve merkezileşmiş otoritenin kalıcı ve etkili devrimci hareketler yaratacağı düşüncesini benimseyenler de en az katışıksız yataylığı savunanlar kadar kandırılmışlardır. Lenin’in 1917’de teorize ettiği strateji, hem egemen devlet aygıtına kafa tutan hem de aynı zamanda alternatif bir kurumsal düzenleme öneren bir dizi karşı-iktidar inşa etmeyi önermektedir
Crisis&Critique’in “Ekim Devrimi’nin 100. Yılı” dosyası kapsamında Michael Hardt ile yaptığı söyleşi:
Crisis&Critique: Bolşevik Devrimi’nin yüzüncü yılını idrak ediyoruz. Solcu, Marksist ya da Komünist, ne olurlarsa olsunlar, kurtuluşçu düşünürler uzun zaman boyunca, siyasal yöntemlerin, taktiklerin, araçların ve kazanımların Sovyet deneyiminin başarılarıyla ölçülmesini ve acımasızlıklarıyla ilişkilendirilmesini talep eden Bolşevik geçmişin baskısını üzerlerinde hissettiler – ve halen de hissediyor gibi görünüyorlar. Sizin açınızdan (eğer varsa) 1917 Devrimi’nin anlamı ve güncelliği nedir?
Michael Hardt: Bugün, tam da [devrimin] yüzüncü yılında, Bolşevik 1917’yi hem anti-komünist ideolojilerin çarpıtmalarından hem de resmi komünist partilerin ve devletlerin doktriner çizgilerinden görece bağımsız olarak tam anlamıyla takdir edebilir ve değerlendirebiliriz. Gerçi, açık görüşlü bir değerlendirmenin 1956’da, 20. Parti Kongresi’nin ve Kruşçev’in Stalin hakkındaki ifşalarının sonrasında ya da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı ve Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü 1989 ya da 1991 yıllarında da mümkün olduğu düşünülebilirdi. Fakat ikinci bir on yıllık dönemden sonra halen daha havayı temizlememiz gerekiyor. Son birkaç yılda komünist projelere ait bazı yenilikçi keşiflerin ve önermelerin ortaya çıkması tesadüf değildir. Nihayet bugün de, Bolşevik kuruluşun büyüklüğünü (ve sınırlılıklarını) açıkça yargılayabilir ve takdir edebiliriz.
Bu deneyimlerde, bugünkü durum üzerinde doğrudan (ya da dolaylı) bir etkiye sahip olan, güncel şeyler görüyor musunuz? Şayet, Hegel’i biraz özgürce yeniden formüle edersek, tarihten alınacak tek ders tarihten alınacak hiçbir dersin olmaması ise (yani, farklı tarihsel durumlarla hiçbir doğrudan birebir denk düşme söz konusu değilse) ve şayet Lenin’in de her zaman savunduğu şey bu ise, 1917’den öğrenilen ve bugün halen geçerli olan bir şey var mıdır?
1917’nin deneyimlerinden yararlı dersler çıkarmanın tek yolu, ilk olarak, mevcut toplumsal ve siyasal düzenlemelerimizin farklılıklarını ölçmeye yönelik araştırmalar yürütmek, ardından da bu farklılıklara dayanarak, deyimi yerindeyse, üçgen şemalar oluşturmaktır.
Sınıf bileşimine dair bir sürecin nasıl ilerleyebileceğine dönük bir örnek verelim. Kuşkusuz, Bolşeviklerin az sayıda vasıflı sanayi proletaryası ve geniş bir köylü nüfus üzerinde düşünürken önermiş olduğu merkezileşmiş öncü siyasal formu, hiçbir sorgulama yapmaksızın günümüz sosyoekonomik manzarasında da etkin olacağını kabul etmek bir hata olacaktır. Buradaki ilk adım, özellikle bugün toplumsal mıntıkanın ve fabrika duvarlarının dışına taşan üretken işbirliği formlarına odaklanarak, çağdaş sınıf bileşimine yönelik bir inceleme yapmaktır.
İkinci adım, sınıf bileşimi ile siyasal örgütlenme formu arasında bir ilişki teorisi geliştirmektir. Toni Negri, Lenin üzerine olan kitabında [Lenin Üzerine 33 Ders], Lenin’in, en büyük kuvvetin sınıf bileşimi ile siyasal örgütlenme arasındaki bir biçimsel karşılıklılıktan kaynaklanabileceğini benimsediğini ileri sürmektedir ki bu da, Rusya’daki fabrikalardaki merkezi biçimde örgütlü proletaryanın öncü parti forumunu mümkün ve zorunlu kıldığı anlamına gelir.
Üçüncü ve son adım, üçgen kurma uğrağıdır: çağdaş sınıf bileşiminin doğası düşünüldüğünde ve 1917 Rusya’sındaki sınıf bileşimi ile öncü parti arasındaki karşılıklılık düşünüldüğünde, bugünün sınıf bileşimi ile benzeşen bir ilişki sunan siyasal örgütlenme formu nedir? Bugün uygun bir Leninist sorunun sorulması bu şekilde olur. Yine, bu sorunun yanıtı, bir yüzyıl önceki verilmiş olan yanıttan açıkça farklı olacaktır.
Lenin, Paris Komünü’nün yenilmesinin ardından, kalıcı bir başarılı kurtuluşçu siyasetin araçlarına ilişkin çok bilinen yorumlar ortaya koydu ve Komünarların karşılaştığı (düşman karşısında askeri zayıflıkları, Komün’ün kısa süren varlığı ve coğrafi sınırlılıklar gibi) sorunları çözmenin peşine düştü. Bu sorgulamanın ardından, Lenin, devrimci parti, öncüler, aynı zamanda kurtuluşçu medya fikri (devrimci gazeteler ya da broşürler) gibi örgütsel araçlar geliştirmek gerektiği düşüncesine vardı ve tikel tarihsel durumun koordinatların analizinin ve bununla uyumlu siyasal araçlar benimseme ihtiyacının önemini sürekli şekilde vurguladı. Bir çağdaş siyasal düşünce açısından ve kurtuluşçu siyasetin temellerine yönelik çalışmalar açısından bu araçlardan herhangi birinin güncel olduğunu düşünüyor musunuz?
Marx’tan başlayıp Lenin tarafından sürdürülen Komünarların hataları söylemi –Komünarlar çok yufka yürekliydiler, Merkez Komite’yi çok erken lağvettiler, askeri avantajları varken Versay üzerine yürümeyi beceremediler, vb.–, bana öyle geliyor ki, özellikle bugünkü koşullara eleştirel olmaksızın tercüme edildiğinde, siyasal analize yönelik bir tuzak barındırmaktadır. Bu söylem, çağdaş toplumsal hareketler ve kurtuluş hareketleri açısından halen daha duymakta olduğumuz bir alternatif öne sürmektedir: Ya güzel ve demokratik bir deneyimi tercih edebilirsiniz ki kısa ömürlü ve yararsız olacaktır; ya da demokratik tutkuları ortadan kaldıran (ya da erteleyen) etkin, kalıcı bir merkezi otoriteyi.
Ben bunu, her şeyden önce, 1871 Fransa’sının siyasal olasılıklarının güvenilmez bir okuması olarak görüyorum. Komün’ün merkezi otoriteyi sağladığında ve askeri olarak saldırıya geçtiğinde zafere ulaşacağı konusunda şüpheliyim. Komünarların, kendi tercihlerinden bağımsız olarak, 1871 yılında burjuva siyasal ve askeri güçlerini kalıcı bir biçimde mağlup etmek için yeterli potansiyele sahip olmadığı düşüncesi, bana daha makul geliyor. Komün’den alınacak büyük ders, onun “hatalarında” değil, Marx’ın da söylediği gibi, onun gündelik işlerindeki demokratik ilişkilerde yatmaktadır. Kendi çağdaş gerçekliğimize uygun düşen birtakım yeni formlar keşfetmemizi de gerektiren ders işte budur.
Daha önemlisi, Komün’ün hatalarına ilişkin söylemden kaynaklanan sözüm ona alternatif, bugün tamamen yanlıştır. Yatay hareketlerin ve bu hareketlerin Tahrir Meydanı’ndan Gezi Parkı’na uzanan çeşitli kamp kurma ve işgal eylemlerinin süreksizliği bağlamında, dikey ve merkezileşmiş otoritenin kalıcı ve etkili devrimci hareketler yaratacağı düşüncesini benimseyenler de en az katışıksız yataylığı savunanlar kadar kandırılmıştırlar. Bu ikisi [yatay örgütlenme ve dikey örgütlenme] elimizdeki yegâne seçenekler değildirler. Bunun yerine keşfetmemiz gereken şey, kalıcı ve etkili olan demokratik kurumsal siyasal formlardır.
Burada, 1917’nin derslerini bugün yararlı bir biçimde yeniden yorumlamaya yönelik bir fırsat bulunuyor: Lenin’in Şubat ile Ekim arasındaki dönemde teorize ettiği ikili iktidar stratejisini, yürürlükteki siyasal düzenlemelerin prizmasından okumak. Buradaki tercih, devlet iktidarını olduğu gibi almak ya da iktidarı reddetmek arasında değildir. Bu ikiliğe karşı kurulacak strateji, hem egemen devlet aygıtına kafa tutan hem de aynı zamanda alternatif bir kurumsal düzenleme öneren bir dizi karşı-iktidar inşa etmeyi önermektedir. Buradaki anahtar, mevzubahis iki iktidarın türdeş olmadığı gerçeğidir. Ortaya çıkan devrimci iktidar, basitçe egemen devletin otorite biçimlerinin bir aksi olamaz, demokratik, egemen-olmayan kurumlardan oluşan radikal biçimde farklı bir yapı icat etmek zorundadır. Ancak bu, isyancı hareketleri ve kurtuluş projelerini nasıl kurumsallaştırabileceğimizi tasavvur ettiğimiz, bugüne hitap eden bir çerçeve sunabilecektir. İşbu ikili iktidar kavramsallaştırması, Fred Jameson, Sandro Mezzadra ve Brett Neilson’ın yanı sıra Toni Negri ile ben dahil olmak üzere pek çok yazar tarafından çağdaş koşullara uyarlanmaya çalışılmıştır.
1917’nin ve onu izleyen Çin’deki Kültür Devrimi’nin olağanüstü başarısızlıklarının ardından, Devrimler yüzyılı sona ermiş gibi görünüyor. Devrim kavramı ile bugün ne yapmalı?
Ben bu başarısızlık kavramından uzak durmayı tercih ediyorum. Komünist gelenek, uzun zamandır bilinen bozgunlara yaşadı -ve kuşkusuz, bozgunlar başarısızlıklardan farklı şeylerdir. Marx’ın köstebek metaforu, bu bozgunları birbiri ile bağlantılandıran ilerlemeyi kavramanın yollarından biridir. Marx, her bir bozgunun ardından, devrimci faaliyet ve düşünce köstebeğinin yerin altına indiğini fakat ilerlemeye devam ettiğini, böylece, yeryüzüne çıktığı bir sonraki zamanda daha fazla ilerlemiş ve kendisini daha fazla dönüştürmüş olduğunu ileri sürmektedir. Ben, 20. ve 21. yüzyılın (komünistler ve başkaları tarafından desteklenen) kurtuluş mücadelelerini de benzer bir çerçeve içinde görme eğilimindeyim. Evet, başarısızlıklarımızı kabul etmek ve nedenlerini analiz etmek zorundayız fakat aynı zamanda, bunları ileriye doğru sıçramak için sıçrama tahtası olarak kullanmak zorundayız.
20. yüzyılın kurtuluşçu projesi, siyasal formu proletarya diktatörlüğü kavramı olmak üzere sosyalizm adıyla yürütüldü. Sizin görüşünüze göre, sosyalizme bir “dönüş” var mı ya da söz konusu olabilir mi ya da 21. yüzyılın kurtuluşçu projesi, hem sosyalizmin hem de kapitalizmin ötesine mi geçmeli, bir başka deyişle, doğa ve biçim olarak komünist mi olmalı ya da olmamalı mı?
Aslında bu soru, çok açık fakat yine de not etmek açısından önemli bir şeyi içeriyor: sosyalizm, 20. yüzyıldaki yegâne kurtuluş projesinin adı değildi ve sınıf diktatörlüğü de onun yegâne siyasal formu değildi. Örneğin, toplumsal cinsiyet ve ırk kurtuluşuna yönelik mücadeleler, sömürgecilik-karşıtı ve anti-emperyalist hareketler ile birlikte, sınıf mücadeleleri ile bazen kesiştiler bazense çatıştılar fakat bunları sınıf şemsiyesinin altına tıkıştırmak ve böylece sahip oldukları farklılıkları görünmez hale getirmek, ciddi bir hata olacaktır. Siyasal form açısından, 20. yüzyılda, komünist gelenek içinde, bazen proletarya diktatörlüğü formları üzerinden bazense bunlarla çatışma içinde (genellikle devletin ilga edilmesi başlığı altında) daha demokratik bir toplum hedefinin peşinden giden sayısız çaba söz konusu olmuştur.
Bu türden çeşitliliklerin ve çatışmaların aynı zamanda Ekim devrimi ve ilk Sovyet toplumu içinde de bulunduğu kabul edilmelidir. Alexandra Kollontay, (sınıfın kurtuluşun yegâne ekseni olmadığı gerçeğinin bir göstergesi olarak) hem Bolşevik proje içinde feminist kurtuluşa yönelik adanmışlığı hem de (partinin ve devlet otoritesinin merkezileşmesine dair Bolşevikler arasındaki çatışmaların bir göstergesi olarak) İşçi Muhalefeti’ne katılımı açısından, bu anlamda kullanışlı bir figürdür. Etnik ve dinsel farklılıklar açısından ise, 1920’de Bakü’de gerçekleşen Doğu Halkları Kurultayı’na –ya da Sovyetler Birliği ile Langston Hughes ve W.E.B. Du Bois gibi siyahi ABD’li entelektüeller arasındaki etkileşimlere– bakılabilir.
Sadece çok iyi bilinen olguları tekrarladığımın farkındayım. Fakat vurgulamak istediğim şey, bu çeşitlilikleri ve çatışmaları kabul etmenin geleneği zayıflatmadığı, aksine, bize üzerinde durabileceğimiz daha geniş bir miras sunduğudur. O halde, mesele, geçmişe dönüş ile geçmişi aşma arasındaki bir tercih değil, bu tarihlerin karmaşık ipliklerini değerlendirmek ve bizleri bugün daha güçlü kılanları teyit etmektir.
Önceki söyleşi:
EKİM 1917, MARX’IN DÜŞÜNCESİNDEN İLHAM ALMIŞ EN ÖNEMLİ OLAYDIR – KEVIN B. ANDERSON
[Crisis&Critics’teki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir. Söyleşinin orijinalinde başlık yer almamaktadır; başlık, tarafımızdan eklenmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.