Bir toplum düşman tarafından karanlığa, eşdeyişle yoksunluklara mahkûm edilmiştir. Bu noktada bir halkın karanlığı dayatanlara karşı savaşı vardır
Bir toplum düşman tarafından karanlığa, eşdeyişle yoksunluklara mahkûm edilmiştir. Bu noktada bir halkın karanlığı dayatanlara karşı savaşı vardır
Karanlık sözcüğünü içeren metafor, analoji, alegori içeren anlatılar, çoğunlukla insanlar için olumsuz koşullara işaret etmek için kullanılırlar. Bunun nedeni belki de ışığın olmadığı karanlık halinde yaşamanın son derece zor olmasıdır. Karanlık ortasında insan fiiline dayanan olanaklar kısıtlıdır. Bu nedenle karanlık, aynı zamanda bir yoksunluk haline işaret eder. Başka bir deyişle, insanı yapmak-etmek istediklerinden alıkoyar. Bu durum sadece bir insan için değil tüm toplum için de söz konusu edilebilir. Hem bunlardan bazıları karanlığın anlatılardaki mecaz kullanımlarına epey yaklaşırlar da. Burada örneğin Nazi uçaklarından korunmak için bir şehrin, mesela Stalingrad’ın tüm ışıklarının söndüğü anlar düşünülebilir. Bu anlar karanlığın anlatılar içinde karşılaşılan kullanımlarını andırır. Bir toplum düşman tarafından karanlığa, eşdeyişle yoksunluklara mahkûm edilmiştir. Bu noktada bir halkın karanlığı dayatanlara karşı savaşı vardır. Bu savaşı kaybeden karanlık, ya kazansaydı? O zaman gerçek ve mecaz birleşecek ve şehrin karanlığı, toplumun karanlığına doğru ilerleyecekti…
Bir toplumsal karanlık halinin hüküm sürdüğü distopyaların[1] rengi çoğunlukla bahsi geçen yoksunlukları yansıtması beklenerek, siyah olarak alınır. Peki, yoksunlukları içeren distopik bir ortamda yaşam nasıl tahayyül edilebilir?
Bu toplumsal karanlık ortasında sokağa çıktığınızı ve işinize gitmek için otobüse doğru adımlar attığınızı düşünün. Belli başlı her yerde, Mahir’in karanlık cüceleri dediği[2] ağır silahları olan birtakım kimseler, teneke kutuları andıran zırhlı araçlar eşliğinde sizin ve toplumun başında dikilirler. Bu elbette bir istisna değil. Hep orada oldukları gibi, hep orada olacaklar. Çünkü bir kibrit çöpü bile çakılmasın ve distopik iktidar daim olsun diye maaş alıyorlar. Bunlar tam aklınızın sokaklarında dolaşırken, aniden kendini gösteren tıklım tıklım bir otobüse (yoksa metro ya da metrobüs mü deseydik?) kendinizi attığınızı düşünün. Bu noktada, her gün olduğu gibi içeride nefes almanın yine çok zor olduğunu aklınıza getirmeniz muhtemel. Belki de bulunduğunuz ortamdan uzaklaşmak için camlara doğru bakmak istersiniz. Ne var ki camlardan yansıyan araba ve insan kalabalığı, demir ve beton yığınları içeriden daha iyi durumda değiller. Derken, bir süre sonra aşina olduğunuz tabelanın önünde bulursunuz kendinizi.
Yemek arası sohbetlerdeki konuşmaların değiştiğini görebilirsiniz. Eskiden kısmen de olsa daha iyi çalışma koşulları konu edilirken, şimdi çalışmanın artık büsbütün bir eziyete dönüşmüş olmasından yakınılmaktadır. Burada sömürünün boyutlarından, açlık sınırının altında kalan maaşlardan, uzun çalışma saatlerinden, zorunlu mesai uygulamalarından, çalışma koşullarının insanlık dışı olmasından ve nicelerinden bahsetmek mümkün. Belki biraz da ekonomik ya da politik bir grevin örgütlenmesinden bahsedilebilir. Ne var ki distopik bir ortamda grev bir ışık kaynağı olarak kabul edildiğinden ve toplumsal karanlığı tehdit ettiğinden daimi şekilde yasaklanmıştır. Bu durumda olası bir grevin daha baştan cücelere meydan okumak ve ağır bedelleri göze almak anlamına geldiği belirtilebilir…
Şimdi de işten çıktığınızı düşünün. Dönüşünüz de günün ilk adımlarından çok farklı değil. Burada otobüsten indikten sonra eve doğru koşarcasına adımlar atıyor olmanız muhtemel. Birçok kimse için dışarıda olmak için pek bir neden yok. Belki sizin için de öyledir. Her yer aynı, yani yekpare karanlık. Belki eviniz de farklı değildir. Fakat yorgunluk, ayakları dosdoğru eve, televizyonun önüne doğru itiyor. Televizyonda ise yine karanlık ortasında yaşamanın ne kadar hoş bir durum olduğu anlatılıyor. Masanın üstündeki dergi, gazete ve kitap da farklı değil. Belki birkaç saatliğine dışarıda bir kültürel etkinliğe gidebilirsiniz. Fakat daha önce keyif alarak gittiğiniz etkinliklerin hepsi karanlık kültüre aykırı oldukları gerekçesiyle çoktan yasaklandılar. En yakında karanlığı getiren adamı öven bir film var. Siz daha filmin afişine bakarken, çocuğunuzun o filmi okulda seyrettiğini, karanlık getiren adamın ülkenin insanlarını nasıl gözlere zarar veren ışıktan kurtardığını dinleyebilirsiniz…
Bu sırada kapının çalındığını ve evinize misafirler geldiğini düşünün. Misafirleriniz çaylarını yudumlarken, karanlık içinde yaşamaktan ne kadar mutlu olduklarını anlatabilirler. Birkaç gün önce mahallede ateş yakıldığını ama cücelerin vakit kaybetmeden derhal söndürdüklerini heyecanla anlatırken, yakında komşu ülkenin işgal edileceğini ve oraya da karanlık gideceğini sevinçle paylaşırlar…
Herkes çekildikten sonra yaşadığınız günü binbir şekilde olumsuzlayarak, parkenin altına sıkıştırılmış bir kitabı, bir bildiriyi ya da belki bir pusulayı elinize aldığınızı düşünün. Bir yandan da geçmişi, hâlâ vakit varken karanlığı önleyebileceğinizi…
Bu kurgunun önemli bir kısmının hâlihazırda gerçekleştiği düşünülebilir. Kalan kısımlar ise ellerinde meşaleyle sokak sokak dolaşan ve güneşi doğurtmak için bilenen birtakım insanların emekleri, fedakârlıkları sayesinde vardır. Bu anlatılar da tıpkı karanlık sözcüğü gibi elle tutulabilen somut içeriklere yapılan atıflardır. Örneğin ekonomik ya da politik hak mücadeleleri, kendini ifade etmek için örgütlenen kitlesel toplantı ve yürüyüşler, sabırla düzenlenen çeşitli konserler, tiyatrolar, resim sergileri, özenle kaleme alınan dergiler, kitaplar, gazeteler… Bunlardaki her parça emek bir meşaledir ve karanlığın karşısında cücelere karşı koyan binlerce insan tarafından tutulmaktadır. Mahir’in ifadesiyle her biri karanlık denizinin ortasında bir ışık adasıdır. Tıpkı Stalingrad gibi… Kazanırsa ışık her yere yayılır; kaybederse karanlık her yeri kaplar.
Peki, siz karanlıkta yaşabilir misiniz?
[1] Bu noktada distopya kavramı, salt kurgusal bir yer olarak değil, örneğin Nazi Almanyası gibi onlarca farklı biçimde ortaya çıkmış bir gerçeklik olarak alınmaktadır.
[2] Bkz. Mahir Çayan, Hücredeki Adalının Rüyası.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.