16 Nisan 2017, Tayyip Erdoğan’ın ve onun siyasi çıkar ortaklarının en ağır yenilgiyi yaşayacağı bir tarih olarak kayıtlara geçecek. Ancak bu durum ne kendiliğinden ne de başkalarının faaliyetiyle gerçekleşecek
Sahici gerekçelerden yoksun EVET’çilerin tezgahını bozacak en önemli argüman “düello çağrısı”dır. “Madem ki her şeyi bilen, her derdi çözebilecek bir şahıs bulmuşuz ve ona tüm irademizi vakfedeceğiz, bu kişi çıkıp, en karşıt görüşte olanla ve halkın tanıklığında açık bir tartışmaya neden girişmiyor?
16 Nisan 2017, Tayyip Erdoğan’ın ve onun siyasi çıkar ortaklarının en ağır yenilgiyi yaşayacağı bir tarih olarak kayıtlara geçecek. Ancak bu durum ne kendiliğinden ne de başkalarının faaliyetiyle gerçekleşecek. Demokrasiden, eşitlikten, laiklikten, adaletten yana olanlar bu yenginin öncüsü olmak zorundalar, öncüsü olacaklardır da. Çünkü bu ülkeye Tayyip Erdoğan tarafından dayatılan diktatörlük rejimi, her şeyden önce bizlerin ve hatta bizden öncekilerin uğrunda mücadele ettiği her şeyi yok etmeyi amaçlamaktadır. Diktatörlüğe ve onun kurumsallaştırılmasına karşı mücadele kendi ideallerimizin bir zorunluluğu olduğu kadar geçmişe karşı bir yükümlülüğümüzdür de. Hiç kuşkusuz, bu dönemde yaratılan politik hegemonya ve militanlık da geleceği çok daha umutlu ve cüretkar kılacaktır.
“Hayır” çalışmasını oturtacağımız temel başlıklar:
Bu seçimin (referandum) diğerlerinden temel farklarından biri AKP ve MHP bloğunun bölünmüş olmasıdır. AKP’de yaklaşık yüzde 8-10’luk, MHP’de ise yaklaşık yüzde 40-50’lik bir kesim Hayır’cı. Bunların yanında yüzdeleri ufak da olsa Saadet’in ve BBP’nin (resmi olarak da olsa) Hayır’ı deklare etmeleri Evet’çi (SAĞ) bloğun çok parçalı hale gelmesini sağladı. Açıkçası bu durum böyle olmasaydı, yani AKP’nin yüzde 50 ve MHP’nin yüzde 13’ü toplamda yüzde 60’ın üzerine çıkardı ve bizler de asıl önceliğimizi “Tayyip Erdoğan’ın başkanlığındaki bir ülkede nasıl mücadele edileceğine dair” belirlerdik. z
AKP’den Davutoğlu, Arınç, Babacan gibi şahısların Başkanlık Sistemine karşı olduğu biliniyor. Bunlar açıktan çalışmayacak olsa da kendi meşreplerince Hayır’ı örgütleyecekleri gibi AKP içinde açıktan Hayır’ı savunanlar da çıkacaktır. MHP cenahında ise Akşener, Ogan, Özdağ gibi şahıslar, başkanlık sisteminin kendi siyasi geleceklerini tamamen bitireceğinin farkında oldukları için çok daha canhıraş çalışacaklardır.
Bu iki durum Evet’in sayısal oranını düşüreceği gibi asıl etkisini Evet cenahının propaganda ezberini bozarak yapacaktır. Çünkü bunlara, Hayırcılara karşı kullanılacak “terörist, vatan haini, dış güçlerin işbirlikçisi” gibi kestirme yakıştırmalar, Evet’çi kesimin tamamı için ikna edici olmaktan uzaktır.
Diğer yandan gerek sokak propagandasında gerekse de AKP/MHP cenahıyla doğrudan temas durumlarında “Evet’çi çatlaklar” değerlendirilebilir.
Mesela;
“Arınç ve Davutoğlu, Erdoğan’ı çok iyi tanıdıkları için Başkanlık için çalışmadılar!”
“Gidin, Akşener’e ‘PKK’lı olduğun için Hayır diyorsun’ deyin!”
“Saadet Partisi ve BBP de gizli CHP’li oldukları için Hayır diyorlar zaten, öyle mi!”
“Şehit annesi, Sedat Peker’in tehdidine terörist olduğu için tehditle cevap veriyor zaten, öyle mi!”
Meclis’ten geçirdikleri ve referanduma sunulacak olan Anayasa değişiklik önerilerinin tamamı tek tek ele alınıp çürütülebilir durumda. Çünkü değişiklik önerilerinin tamamı sistemli bir bütünün parçaları değil, tek bir adamın yani Tayyip Erdoğan’ın özel pozisyonunu güçlendirmek üzere alelacele hazırlanmış yamalı bohçadan oluşuyor. Her biri kendi içinde olduğu kadar birbiri ile uyumsuz. (Bu konu için sendika14.org’daki Anayasa değişikliğinin “Evet”çilerden bile saklanan içeriği – Özge Ozan’ın yazısı mutlaka değerlendirilmeli).
Değişiklikler, uzun bir zaman içinde ve enine boyuna tartışılarak geliştirilmediği için de savunanlar bile konuya hakim değiller. Bu konuda Tayyip Erdoğan’ın “bir an önce çıksın” baskısı belirleyici olmuş (Acelesi vardı çünkü). Hazırlıkların yetiştirilmemiş oluşu, inisiyatifin ilk başta “karşı tarafa”, yani bizim tarafa geçmesine neden oldu. Şu an için tartışılan ana eksen; “bu değişiklik rejim değişikliği midir, değil midir” sorusuna yanıt vermek biçiminde ilerliyor. Binali Yıldırım her konuşmasında bu soruyu yanıtlamaya çalışıyor, Erdoğan bile kendisini bu sorunun muhatabı kabul ediyor. (Cumhuriyet rejimini değiştirmeye kalkanlar ilk önce onu karşısında bulurmuş.)
Bunlarla birlikte, ideolojik ve politik gerekçelerin zayıflığının o kadar farkındalar ki EVET’i çıkarmak için “cehaleti yüceltip aklı hapse tıkmak” zorundalar. O yüzden halkın çok büyük bir kısmı konu hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyor, bilenler ise “körün fili tarif etmesi” kadar anlatabiliyor. Bu bir zorunluluk değil siyasi iktidarın iradi bir tercihidir. Diğer bir iradi tercih ise halkı yönlendirme potansiyeli olan neredeyse bütün politik şahsiyetleri, gazetecileri, akademisyenleri cezaevlerine koymaktır. Sayısı her gün artan HDP’li milletvekilleri cezaevindeyken, daha doğrusu bu milletvekillerine verilen milyonlarca oy cezaevindeyken, Erdoğan hala tüm umursamazlığı ile “HDP’li yurttaşlardan evet oyu istiyorum” diyebilmekte. Bu yöntemin dışarıdakiler üzerindeki etkisini de keşfetmiş durumdalar; kaybedecek çok şeyi olan küçük burjuvalar, “korkunun kokusunu” AKP diktatörlüğünden neredeyse daha fazla yayıyorlar.
İdeolojik ve politik gerekçelerden yoksun EVET’çilerin tezgahını bozacak en önemli argüman “düello çağrısı”dır. “Madem ki her şeyi bilen, her derdi çözebilecek süpersonik, megatronik bir şahıs bulmuşuz ve ona tüm irademizi vakfedeceğiz, bu kişi çıkıp, en karşıt görüşte olanla ve halkın tanıklığında açık bir tartışmaya neden girişmiyor? Bizler, Erdoğan’ın bütün tarihi boyunca, kendi düşüncesinden olmayan biriyle açık bir tartışmaya girdiğine neden hiç şahit olamadık? Çok öykündükleri ABD’de de bile başkan adayları karşı karşıya gelip TV’de her soruya (yalan bile olsa) yanıt verme cesareti gösteriyorlar. Hatta Putin bile yılda bir kez yüzlerce gazetecinin karşısına çıkıp saatlerce her sorulana yanıt vermeye çalışıyor.”
En somut haliyle “Kemal Kılıçdaroğlu ile Binali Yıldırım bir TV’de karşı karşıya gelsinler, aynı biçimde Bahçeli ile Akşener de.” Daha da somut haliyle “Tayyip Erdoğan, AKP’li olmayan gazetecilerin karşısına çıksın” (bağırmama, dövmeme ve içeri atmama garantisi vererek tabii). EVET’çiler üzerinde böyle bir baskı yaratılabileceği gibi medya üzerinde de bu talep baskısı oluşturulabilir.
Medya üzerinde bir başka talep ise tek taraflı ve dar kapsamlı yayınlara son vermesidir. “Siyaset Meydanı”, “Genç Bakış” gibi bir nebze biraz daha geniş katılımlı oturumları bile yayından kaldıran medya patronları sadece Tayyip Erdoğan’ın fırça çeken telefonlarına alıştırılmış durumda. Bu fırçaların “sıradan halk” tarafından da atılmasına alıştırılmaları gerek. Somut örnek İrfan Değirmenci. EVET diyen Çekirge, koltuğunda kalırken, HAYIR diyen Değirmenci kapı dışarı edildi Doğan Medya’dan. Tepki, Doğan Medya’nın telefon yağmuruna tutulması olmalıydı. Böylesi “anlık” tepkiler örgütlenmesi karşı tarafın yıldırmasından öte, “en geridekinin” de hareket etmesi açısından önemli. Benzer bir tepki TV’de canlı yayınlar sürerken de (örneğin Ahmet Hakan’ınki) pekala gerçekleştirilebilir.
Bir ülkenin yönetim biçimi değiştirilmek isteniyorsa, bu değişikliğin siyasal, toplumsal, ekonomik ilişkilerindeki sorunlara çözüm bulması beklenir. 15, yıldır bu ülkeyi tek başlarına yönetiyorlar, başkanlık yok diye hangi kararları alamadılar? Biz söyleyelim; Irak’a asker gönderme kararını, kıdem tazminatlarını gasp etme kararını, tecavüzü aklayan ve kürtajı yasaklayan kararları alamadılar. Bunları yapamadıkları için mi Türkiye güçsüzleşti, başkan bu kararları alınca mı “güçlü Türkiye” olunacak? Anlaşılmaktadır ki EVET’çiler, daha doğrusu Tayyip Erdoğan kampanyayı “Güçlü Türkiye” lafı üzerinden sürdürecek. Bu söylemi karşımıza almaktan çekinilmemeli, tam tersine bu söylemle “uğraşılmalıdır”. Güçlü Türkiye dedikleri, bir kadro hareketi bile değildir, Erdoğan’ın yanına, güçlü diye sıfatlandırabilecekleri tek bir kişiyi koyamamaktalar (eskiden olsa hadi Arınç, Gül, Babacan vardı diyebilirlerdi). “Güçlü Türkiye” dedikleri, bir sanayileşme ya da teknolojik atılım hamlesi yapmış bir ülke değildir, olsa olsa İnşaat (beton) hamlesi yapmış bir ülkedir. “Güçlü Türkiye” dedikleri, Kürt sorununu çözerek bölgesel bir güç olmuş bir ülke değildir, tam tersine Kürt sorununu büyütmüş, kırılgan bir ülkedir. “Güçlü Türkiye” ile kastedilen, tek bir adamın, Erdoğan’ın daha güçlü hale getirilmesidir, zaten kendisi de itiraf etmekte “gücü tek elde toplayacağız” demektedir. Ona buna posta koyan, her an değiştirebileceği kararlara hızla uyum sağlanan, buna rağmen ağzından çıkan her lafın kanun hükmünde olduğu bir şahsiyeti kurumlaştırmak. Bu yöntemle güçlü ülke olunsaydı Saddam’ın Irak’ı en güçlüsü olurdu!
Oysa,
“Güçlü Türkiye” tek adam diktatörlüğü yaratmak değildir, güçlü Türkiye herkes için adalet, herkes için eşitlik, herkes için huzur, herkes için refah ve herkes için demokrasinin olduğu bir Türkiye’dir.
15 yıllık AKP iktidarının geldiği noktada var olan sorunlar herkesin malumu;
Adaletli değil. AKP dönemi boyunca da hiç adaletli olmadı. Zorbalık, yolsuzluk, hırsızlık, doğanın ve kentlerin talanı… AKP iktidarında yasalara uydurulmaya çalışıldı. Yasalarla oynamanın yetmediği durumda suçlar görmezden gelindi. AKP’ye karşı olanlar uydurma gerekçelerle hapse atıldı, soruşturmaya tabi tutuldu. Başta Tayyip Erdoğan ve ailesi olmak üzere ensesi kalın AKP’liler dokunulmaz kılındı. Her kesimden birilerinin hakim karşısına çıktığını gördük de AKP’lilerden birini hakim karşısında gördük mü? Bunların sepette hiç “çürük elma” yok mu?
Şimdi soralım, Tayyip Erdoğan’ı başkan yapmak bu ülkede olmayan adaleti sağlayabilir mi? ELBETTE HAYIR!
AKP iktidarı boyunca halklar arası, cinsler arası, bireyler arası eşitliğin sağlandığından hatta bırakın sağlanmasını bu konuda bir ilerlemeden bahsedilebilir mi? Eşitliğe hiçbir koşulda inanmadığını söyleyen bir şahsiyet tüm iktidarı tek başına devraldığında neler yapabileceğini kestirmek çok zor olmasa gerek! Bu durum her şeyden önce kadınlar için en büyük tehlikedir. Yasamanın, yargının ve yürütmenin tek hakimi olacak bir Erdoğan rejiminde artık kadınlar evde, sokakta, işyerinde, karakolda, mahkemede, kısacası her yerde açık saldırı altındadırlar demek. “Kadın erkek eşit değildir, fıtrata aykırı” diyen bir Tek Adam iktidarında kadınların herhangi bir “eşit hak” kullanması, bugüne kadarki kazanımlarını ellerinde tutması mümkün mü? Miting alanlarında Alevileri yuhalatan bir Tek Adam’ın mutlak iktidarında Aleviler için eşit yurttaşlık mümkün mü?
Kadın ile erkeğin, Sünni ile Alevinin, Türk ile Kürdün, Rizeli ile Hopalının, Gökçek’in Belediyesi ile Kışanak’ın Belediyesinin, Bilal ile Berkin’in, Çekirge ile Değirmenci’nin eşit olmadığı bir ülke güçlü, huzurlu olabilir mi?
Kendini her şeyden ve herkesten üstün gören ve bunu yasalarla garanti altına alan Tek Adam, sahibi benim diye düşündüğü tebaasına eşitlik mi sağlayacak? ELBETTE HAYIR!
AKP iktidarıyla geçen 15 yılda, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanmamış katliamlar yaşadık. Onlarca katliamda yüzlerce insan hayatını kaybetti. Ve bunların tamamının siyasi sorumlusu Tayyip Erdoğan ve onun yanlış politikalarıdır. Kürt sorununda demokratik çözüm yerine oyalama taktiklerini ve savaşı yaşatmıştır. Kendi ihtiyacı olduğunda Fethullah Gülen’e ne istediyse veren ancak iktidar çatışmasının sonuçlarını halka yaşattıran da kendisi olmuştur. Bütün komşular başta olmak üzere dalaşmadığı dünya ülkesi neredeyse kalmamıştır. Şu anki en yakın dostu Siyonist İsrail devletidir. Ülke topraklarını IŞİD’in ameliyat masasına çevirdiler. Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz, yaptıkları yapacaklarının garantisidir.
Bu şahsiyet mi, başkan olunca ülkeye huzur getirecek? ELBETTE HAYIR!
Sadece Tayyip Erdoğan’a yakın olanlar refah içinde. Ekonomiyi yönetenler dahil olmak üzere herkes biliyor ki sağlam, kalıcı bir ülke ekonomisi yaratamadılar. Ekonomi hala çok kırılgan ve dışa bağımlı. 15 yıldır tek başlarına yönettikleri ancak bir türlü sağlam temellere oturtamadıkları ekonomik yapıyı başkanlığa geçince mi düzeltecekler?
Gençlerde işsizlik oranı yüzde 20, yani her 5 gençten biri işsiz. Erdoğan başkan olduğunda bu gençlere kendi fabrikalarında iş vererek mi işsizliği ortadan kaldıracak? AKP iktidarında taşerona mahkum edilen milyonlarca işçi defalarca söz verilmesine rağmen kadroya geçirilmedi. Erdoğan, başkan olduğunda şimdi seçim kampanyası için kesenin ağzını açan patron ahbaplarını mı yoksa defalarca kandırdığı taşeron işçileri mi ciddiye alacak? 2016’da kapanan şirket sayısı yüzde 52, kapanan gerçek kişi ticari işletme sayısı yüzde 83 arttı. Erdoğan, kendi cebinden mi para vererek bunları kurtaracak? Nohut yüzde 60, mercimek yüzde 49 zamlandı. Ne yapacak Erdoğan, başkan seçildikten sonra çiftçiliğe mi soyunacak?
15 yılın sonunda yoksula, emekçiye uğramayan refah, başkanlık rejimine geçilince mi gelecek? ELBETTE HAYIR!
Balık baştan kokar. Her şeyin tek adam devredildiği bir işleyişte demokrasiden söz edilebilir mi? Demokrasi sadece seçim demek değildir, her şeyden önce karar alma süreçlerinin yaygınlaştırılması ve katılıma açık olmasıdır. Erdoğan’ın, “demokrasi amaca giden yolda bir tramvaydır” derken bir bildiği varmış demek ki! Kendisini denetlettirmeyen, hesap vermeyen hatta soru bile sordurmayan şahsiyet, başkan olduktan sonra bunları zaten yasal güvenceye alacak. Böyle bir tek adam mı, bu ülkede demokrasiyi geliştirip, ilerletecek?
Başkanlık sistemi bu ülkeye daha demokratik bir devlet, daha demokratik bir toplum mu getirecek? ELBETTE HAYIR!
Bunlara eklenecek birkaç başlık daha mevcut dış politika, laiklik, Kürt sorunu gibi. Benzer sorular bu başlıklarda da sorulabilir. Başkanlık olunca Türkiye daha itibarlı ve ciddiye alınır mı olacak? Elbette Hayır. Dünyada nice devlet başkanları var kuyruğuna teneke bağlanan, arkasından alay edilen, Sudan Devlet başkanı gibi. Çünkü bir ülkenin itibarı ve ciddiye alınırlığı tutarlı politika, diplomasi yeteneği, ekonomik gelişkinlik ve hepsinden öte halkın eğitim düzeyi ve evrensel değerlere verdiği önemle ölçülür.
Ya da laiklik için. Başkanlık olunca laik düzen sözde devam edecek (en azından şimdilik laikliği çıkarmayı anayasa değişiklik paketinin içine almadılar) ama dinin emirleri referans gösterilerek kamusal ve özel alanlara Erdoğan gibi bir başkan tarafından sürekli müdahale edilecektir. Zaten şimdiye kadar sürekli çarpıtılan laiklik, başkanlıkta ise sadece başkanın işine geldiği zaman kullanılan bir laftan öteye gitmeyecektir. Başkanın suyuna giden tarikatların “her istediği verilecek”, tarikatlar kendi hesabına çalışınca da her defasında “aldatıldım” denilerek aklanılacaktır.
Başkanlık gelince din kurallarını kendine göre yorumlayıp toplumsal ilişkileri yozlaştırmaya, gericileştirmeye çalışan uygulamalar son mu bulacak? Elbette Hayır.
Pekiyi başkanlık, Kürtlerin ve Türklerin birlikte ve huzur içinde yaşamasını mı sağlayacak? Başkanın koltuk hesabına göre Kürtlerin temsilcileri muhatap alınıp cezaevine tıkılmasından vaz mı geçilecek? Kürt sorunu çözülmüş mü olacak? Yine elbette Hayır.
Dikkat edileceği üzere (ne hikmetse) soruların hepsinin yanıtı HAYIR. Ancak hepsinden öte en net Hayır, hiç kuşkusuz kadınların vereceği Hayır yanıtı olacaktır.
Tüm bunlarla birlikte kendisini çok akıllı sanan “Evet”çilerin yanıt araması gereken soru, hazırlık yapması gereken durum şudur; devletin tüm işleyişini ve olanaklarını tek bir zümreye daraltacak olan Başkanlık sistemi, bu işleyişten ve olanaklardan dışlanan kesimlerin (yaklaşık yüzde 50) hoşnutsuzluğunu sadece baskı araçlarıyla giderebilir mi?
Mesela yüzde 49’un kendisini güvende hissetmediği ve bunu sürekli gösterdiği bir toplumda yüzde 51’lik (hadi yüzde 60 olsun) Evet’çiler ne kadar güvende ve huzurlu olabilirsiniz?
İlk olarak bu referandumda kayıtsız şartsız evet diyecekler kimlerdir? Tarikatlar ve cemaatler başta olmak üzere AKP iktidarından maddi olarak beslenen tüm çıkar grupları ve kişiler ilk olarak evet diyeceklerdir. Çünkü bunların AKP iktidarı boyunca kurdukları çıkar ağlarının bekası Erdoğan’ın kalıcılığından geçmektedir. O yüzden “cehennemde yanmayan kefen” satan Cübbeli, müşterileri artsın diye evet diyecek, rüşvet aldığı milyonların hesabı sorulmasını istemeyen Egemen Bağış “Evet” diyecektir, kendi ifadesiyle “milletin anasını bellemeye” devam etmek için Mehmet Cengiz de evet diyecektir. Bununla birlikte IŞİD ve ona benzeyen, öykünen şeriatçı şebekeler de ilk evet diyeceklerden. Çünkü bunların da nihai hedeflerine giden yolu Erdoğan açtı ve açmaya devam edecek. O yüzden IŞİD’i de, Hizbullah’ı da, Menzil’i de, İBDA-C’si de evet diyecek. Evet demek, aynı zamanda bunların amaçlarına ulaşmasına hizmet edecektir.
Ve elbette Tayyip Erdoğan’la özdeşleşen, onun iktidarına mal olmuş tüm çirkinliklere evet demek ve bunların yeniden gerçekleşmesine onay vermektir.
Bilal’e “Evet” demektir.
Mehmet Cengiz’e “Evet” demektir.
Sedat Peker’e “Evet” demektir.
Bağış’a, Güler’e, Çağlayan’a, Bayraktar’a “Evet” demektir.
Zarrab’a “Evet” demektir.
Damat’ın veliahtlığa “Evet” demektir.
Başkalarının çocuklarına dindarlık ve kindarlık, kendi çocuklarına kumarbazlık ve küfürbazlık vazedenlere “Evet” demektir.
Din bezirganlarının, bezirganlığa devam etmesine “Evet” demektir.
Tüm dünyada, diktatörlükle yönetilen bir ülkenin temsilcisi olarak muhatap alınmaya evet demektir.
Yolsuzluklara, adam kayırmaya, müsrifliğe evet demektir.
Berkin Elvan’ın annesinin yuhalatılmasına evet demektir.
IŞİD’in asker yakmasına evet demektir.
Bir gün İsrail’in, başka bir gün ABD’nin ya da Rusya’nın, başka bir günde Suudi Arabistan’ın yalakası olmaya evet demektir.
Ülkemizin emperyalistlerin oyuncağına dönmesine evet demektir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.