Yaşadığımız askeri darbe, bu coğrafyada yaşayan herkesi öncesinden epey farklı ve bolca belirsizliklerle dolu yeni bir döneme doğru itti. Şimdi, herkes, o arada bütün politik güçler de, doğum sancıları çeken yeni zeminin üstünde tutunabilmek için, onun özgün yapısını, koordinatlarını, içinde hareket eden yeni süreçleri ve gerginlikleri, köşe taşlarını, hangi riskleri ve fırsatları taşıdığını anlamaya çalışıyor. […]
Yaşadığımız askeri darbe, bu coğrafyada yaşayan herkesi öncesinden epey farklı ve bolca belirsizliklerle dolu yeni bir döneme doğru itti.
Şimdi, herkes, o arada bütün politik güçler de, doğum sancıları çeken yeni zeminin üstünde tutunabilmek için, onun özgün yapısını, koordinatlarını, içinde hareket eden yeni süreçleri ve gerginlikleri, köşe taşlarını, hangi riskleri ve fırsatları taşıdığını anlamaya çalışıyor.
Aslında, her şey henüz o kadar çok ham ki, toplumsal ve siyasal güçlerin yaptığı her hamle, hatta ona anlam yükleme çabaları bile, aynı zamanda yeni dönemin yeni eğilimlerini ve dengelerini oluşturuyor. Her şeyden önce bütün her şeyin üstüne yerleşeceği yeni “zemin” henüz netleşmiş değil.
15 Temmuzdan “sonra”, şimdi sanki çok uzakta kalmış gibi gelen “öncesinde” yaşadığımızdan daha yoğun bir türbülans içinde sürekli sarsılıp zorlanıyoruz.
15 Temmuz öncesinde içinde olduğumuz olağanüstü toplumsal ve politik ortam, şimdi eskisini aratacak bir zemine doğru sürükleniyor. Hatta, henüz üstünde konumlanacağımız belirginleşmiş bir “zemin” bile yok.
Son 5 gündür bütün bir toplum olarak sanki “boşlukta” durduğumuzu hissediyoruz değil mi? İçimizden bazıları olup bitenlerin gerçek mi rüya mı olduğunu kimi zaman düşünüyor olabilir, hatta bazılarımızın gerçeklikle ilişkisi bulanıklaşmışsa, ona bile pek şaşırmayız değil mi? Sanki, aynı zamanda seyrettiğimiz bir filmin içindeyiz!
Dönemi başlatan darbeciler şimdi hapiste olsalar da, başlattıkları, daha doğrusu sert bir darbeyle doğumunu hızlandırıp açığa çıkarttıkları ve diğer olasılıkları engelleyerek hakim kıldıkları yeni dönem devam ediyor-edecek.
Evet, netçe kavranması gerekiyor, geri dönüşü olmayan bir yeni döneme girdik. Ne olacağı, nasıl oluşacağı, ne kadar süreceği ve nereye doğru evrilip dönüşeceği ise, içinde yaşanacak özgün mücadelelerin içinde belirlenecek. Darbeciler, başlatıp, sonra da sahneden çekilmek zorunda kaldılar; ama bizler bu yeni toplumsal gerçekliğin içinde konumlanmaya, ona dokunarak, önümüzü-arkamızı ve sağımızı-solumuzu yoklayarak yol almaya çalışıyoruz.
Bazı nispeten “teknik” düzeydeki saptamaları önceden yapmalıyız.
1- Bir manipülasyon ya da “Erdoğan tezgahı” yaşamadık. Darbe gerçekti.
Erdoğan, şimdi darbeyle başlayan yeni dönemi kendisine hizmet eder hale sokmaya çalışsa da; artık net olarak biliyoruz ki onu öldürmek istediler, ama beceremediler. Her şey gerçekti.
Darbe sürecinde yaşanan bir dizi aksama, onu yapanların eksikliğidir, güç ve yeteneklerinin sınırlarını gösterir. Ayrıca, karşı güçlerin hamlelerinin de darbecilerin sürecini aksatarak bozduğu çok açık.
Darbeci güçlerin, var olduğu açık olan güç eksikliği zaaflarını, kendileri bir öncü hamleyle süreci başlattıktan sonra bütün Erdoğan karşıtlarının ve özellikle de Kemalist kitlenin hızla kendilerinin destekçisi olmasıyla aşmayı hesapladıklarını düşünebiliriz. Ancak, bekledikleri desteği gerekli olan hızda alamadılar. Bu olgu, darbenin hızla yenilmesinden beslendi, şayet bir gün olsun yol alabilselerdi, belki umdukları sonucu yaratabilirlerdi. Bağdat Caddesi’nden geçen tankların alkışlanması, şayet bu görüntüler doğruysa, beklentilerinde pek de haksız olmadıklarını gösteriyor.
Böyle bir darbenin çoktandır beklendiği, Davutoğlu’nun söylediği üzere, darbenin liderlerinden olduğu iddia edilen Akın Öztürk’ün bu şüphe üzerine geçen sene AKP-Ordu ittifakı tarafından erken emekli edilmesinden anlaşılıyor. (Yazı bittikten sonra yapılan açıklama bu kişiyle ilgili ithamları zayıflatmış gözüküyor. Ama, yine de bir “beklentinin” varlığı açıktır.)
Ayrıca, herkes de biliyordu ki, önümüzdeki Ağustos ayında yapılacak “Askeri Şura”da Cemaat mensubu olduğundan şüphe edilen bütün subaylar tasfiye edilecekti. Hatta, Şura öncesinde 16 Temmuz da yapılacak ön bir hamleyle bu şüphelilerin bir kısmının gözaltına alınacağı, bu gerekçeyle birkaç gün önce İzmir’de yapılan operasyonun bütün ülkeye yayılacağı yazılıyor. Bir şeyler sezmiş ya da bu soruşturmalar ve gözaltılarla Şura’nın işini kolaylaştırmak istemiş olmalılar.
Tasfiye ve soruşturma hamlelerinin, darbecileri darbe tarihini gün olarak öne çekmeye zorladığını tahmin edebiliriz.
Anlaşılan, 15 Temmuz öncesinde, tarafların zaten ancak nefes nefese yol alabildikleri zorlu bir itişmenin içindeymişiz.
Darbe günü de saat 15 civarında MİT tarafından durumun öğrenildiği, 17’de Genelkurmay Başkanı ile durumun görüşüldüğü ve gerekli önlemlerin alınmaya çalışıldığı açıklandı.
Buna cevap olarak, girişimlerinin öğrenildiğini anlayan liderlerinin darbenin gününden sonra başlangıç saatini de erkene aldığı ve aslında bir askeri darbe için hiç uygun olmayan saat 21’e çekmek zorunda kaldıklarını biliyoruz.
Bu erkene alma sonucunda, darbeciler, Şırnak’tan Ankara’ya gelmesini planladıkları 5 bin komandoyu getiremediler ve Erdoğan’ı bulunduğu yerde yakalama fırsatı bulamadılar. Ayrıca, aslında darbenin içinde olan ama “erkene çekmenin yarattığı denge kaybı yüzünden” ya da bilemediğimiz sebeplerden yaşanabilecek yenilgiyi sezen bazı komutanların, oluşan bu yeni tehlike üzerine aniden geri çekilip darbenin dengesini bir kez daha bozduğu anlaşılıyor. Darbe sürecinde herhangi bir eyleme girişmedikleri halde tutuklanan Hududi gibi kimi komutanların varlığı, “geri çekilme” olasılığını güçlendiriyor.
İşte, zincirleme oluşan bu sonuçlar çok önemli ve darbenin yenilmesinin “teknik” sebebidir.
Günün ve başlangıç saatinin erkene alınması ve katılacak kimi Ordu birliklerinin katılmaktan vazgeçmesi, darbenin bütün iç bütünlüğünü, iç dengesini/dengelerini bozmuş ve vuruş gücünü düşürmüş olmalıdır. Bu olguyu özellikle vurguluyorum ki, darbenin zamanında ve tam katılımla yapılması halinde hiç de başarısızlığa mahkum olmadığını, pekala kazanabileceğini de görelim. Aptal maceraperestlerin ucuz ve baştan yenilgiye mahkum bir darbeyi değil, iyi hazırlanmış bir darbe girişimini yaşadık.
Buradaki soru işaretleri şunlar:
Akla gelen ilk cevap, sürekli ve çok sayıda darbe ihbarı alındığı için, bu ihbarın da fazla ciddiye alınmadığı ve rutin incelemeye alınarak gereken hızda davranılmadığı olabilir. Ancak, Fidan’ın Genelkurmay’a bizzat gelerek Akar’la görüşme yapması, bu ihbarın yeterince ciddiye alındığını gösteriyor.
Ya da, yapılacağı öğrenilen darbeye, içindeki bazı önemli generalleri ikna edip geri çekerek “yol verildi” ve böylece “yenilgi” kaçınılmaz sonuç yapılarak Ordu içinde bir “temizlik” için ortam yaratılmış oldu. Ancak, darbe sürecinde yaşanan bazı gelişmeler, özellikle Erdoğan’a yönelik “kaldığı otelde ya da havada vurarak öldürme” hamlesi, bu ihtimali zayıflatıyor. Şayet, darbeciler bunu becerebilselerdi, darbe hedefine ulaşabilirdi. Bu düzeyde yüksek bir belirsizliğin içine girmek ve bu kadar yüksek bir risk almak akla yatkın gelmiyor.
Bir diğer olasılıksa, Ordu komuta kademesinin bilinçli bir “ahmaklık” yaparak darbecilere yol vermesi, yani darbecilerden yana bir “tarafsız” konuma çekilmiş olmaları ihtimalidir. Başka birçok Ordu mensubunun, neredeyse darbe sürecinin tümü boyunca, darbecilerle işbirliği yapmasalar da onları karşılarına da almamış olmaları bu olasılığı akla getiriyor. Ortada, darbeyi engelleme yönünde belirgin bir “isteksizlik” var ve bu isteksizliğin henüz akla yatkın bir açıklaması yapılabilmiş değil. Erdoğan’a haber verilmemiş olması da aynı olasılığı güçlendiriyor. Evet, belli bir saatten sonra darbeci olmayan Ordu güçleri darbecilere karşı savaştılar ve sonucu tayin etmede oldukça etkili oldular, ama baştaki saatler süren “izleme” tutumu çok açık değil mi?
Son olarak, “Türk işi” bir beceriksizlik yaşanmış olabilir. Her ne kadar çok “basit” bir gerekçe gibi gözükse de, şayet bu toprakların bazı derin toplumsal zaaflarını biliyorsak, bu olasılığı da hiç küçümsememeliyiz. Dakikaların önemli olduğu 3-5 saat içinde, adeta bir beyin cerrahı gibi, hiç hata yapmadan ve çok hızlı biçimde davranmak, üstelik bir dizi hareketi aynı anda yapmak gerekiyordu. İşte, böyle bir rafineleşme, yoğunlaşma ve hız sağlanamamış ve dolayısıyla darbenin başlaması engellenmek istenmiş olsa da, sonuç alınamamış, becerilememiş olabilir.
Ancak, Erdoğan açısından en acı olan gerçek, henüz karanlıkta ve üstünde nedense pek konuşulmuyor.
Evet, hepimiz merak ediyoruz değil mi, Erdoğan’a neden haber verilmedi ve daha önemlisi neden acil koruma tedbirleri alınmadı? Bu soru, öyle “karanlık bir uçuruma” açılıyor ki, içine neredeyse herkesi ve her şeyi alabilir. Bu konuda spekülasyon yapmak yerine şimdilik susalım. Ancak, böyle bir uçurum şayet varsa içi oldukça ilginç gerçeklerle-ilişkilerle-ittifaklarla dolu olmalıdır ve egemenler arası ilişkide başka her şeyi de peşine takacak sonuçlar yaratabilir.
2- Şu anda herkes sadece Cemaatçileri konuşsa da, günler geçtikçe açığa çıkan bazı gerçekler, başka bazı güçlerin de darbe sürecinin içinde olduğunu gösteriyor.
İlk gün açıklanan rakamlar bile Cemaatin olabilecek gücünün ötesini gösteriyordu, ama sonraki iki günde gözaltına alınan general ve amiral sayısının neredeyse Ordudaki toplamın üçte birini geçmiş olması, bambaşka bir gerçeği açığa çıkardı.
Belli ki, bir ittifak söz konusudur.
Zaten her kılığa girmekte olağanüstü usta olan Cemaat güçlerinin, Erdoğan karşıtlığı zemininde ve kendi önderliklerinde bir ittifak alanı oluşturdukları, başka görüşlerdeki bazı subayları da bu ittifaka katabildikleri anlaşılıyor. Ayrıca, herhangi bir ilke ya da duruş sahibi olmayan maceracı ya da menfaatçi kimi subaylar da katılmış olabilir. Bu sonradan katılma ittifak güçlerinin bir kısmı darbe anında geri çekilmiş olmalıdır.
Okunan darbe bildirisi de, bu ittifakın ortak dili olarak şekillenmiş ve Kemalist hassasiyetler gözetilmiş, hatta esas alınmıştır.
Erdoğan ve Ordu liderliği, bilinçli olarak bu ittifakı gizliyor ve sadece Cemaati öne çıkarıyorlar. Cemaatin itibarsızlığı ve güçsüzlüğü, onu kolay bir düşman haline getiriyor ve başka güçlerin varlığının bilinmesiyle özellikle CHP ve Aleviler arasındaki oluşabilecek hoşnutsuzluk ya da ikirciklenme engellenmek isteniyor. Ama, davalar başlayınca bu gerçek ortaya çıkacaktır.
Yine de, içinde bulunduğumuz günlerde Erdoğan açısından bir biçimde ayakta kalabilmek çok önemli, sonrası sonra düşünülecektir.
3- Ortaya çıkan bazı belgeler, darbe sürecinin neredeyse an be an ABD tarafından takip edildiğini gösteriyor.
ABD’nin tümü değilse de, özellikle CIA ve Pentagon’a bağlı bazı güçlerinin, sürecin başında şaşırtıcı bir açıklıkla darbe yanlısı tutumları ve yenilgi anlaşılınca da acı acı yutkunmaları çok açık. Erdoğan’ın uçağının, darbecileri şaşırtmak için gölgeleme yapılmasına rağmen, bu güçler tarafından net biçimde takip edildiği anlaşılıyor.
O saatlerde ABD’de yayınlanan rotada, uçağın Çanakkale civarında sürekli tur atarak vakit geçirdiği görülüyor ve o anda Erdoğan açısından İstanbul’un riskli olduğunu anlıyoruz. Nitekim kendisi de El-Cezire televizyonuna yaptığı açıklamada bu riski vurguladı. Uçağı bombalamaya gelen darbeci uçakların ise, yapılan farklı açıklamalara göre, darbeci olmayan uçaklar tarafından engellendikleri ya da yapılan gölgeleme yüzünden yolcu uçağı zannettikleri için vuramadıkları bilgisine sahibiz. Bu konudaki farklı açıklamalar, olayın netleşmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor.
ABD’nin darbeyle ilişkisinin düzeyi, şimdiden sonraki gelişmeleri yüksek oranda etkileme gücüne sahip.
Şayet İran Dış İşleri bakanının açıklaması bir algı operasyonu değil de gerçekse, yani Suudi Arabistan ve Katar darbeyi desteklemişse, sürecin akışı farklı yönlere doğru savrulabilir.
Bu durumda, söz konusu iki ülkenin ABD ile olan göbek bağı ve Suudilerin Mısır’da da Sisi’yi destekledikleri bilgimiz üzerinden, ABD’nin darbe süreciyle ilişkisinin ilk anda görüldüğünden daha derin olması olasılığı bilincimize düşer. O arada, Mısır’ın BM Güvenlik Konseyinin darbeyi kınayan karar tasarısını veto ederek engellemesi de dikkat çekiyor. Mısır, kendi başına böyle bir tutum geliştirebilir mi, yoksa hamileri tarafından yönlendirildi mi, bilmiyoruz.
TC Dış İşleri Bakanlığı ise, bu bilgiyi yalanladı ve darbenin başından itibaren Katar ve Suudi devletlerinin Hükümeti desteklediğini açıkladı.
Acaba hangisi, İran mı yoksa Türk yetkililer mi doğruyu söyledi, önümüzdeki dönemde açığa çıkacaktır.
Şayet, bu bilgilerin bizi yönlendirdiği olasılık gerçekse, ABD’nin sadece kimi unsurlarıyla değil tümüyle darbenin arkasında olduğu şüphesi güçlenir. Ancak, bu şüphenin daha fazla desteğe ihtiyacı var. ABD’nin doğrudan işin içinde olması halinde darbe sürecinin yaşandığı gibi gerçekleşmesi pek olası gözükmüyor. O durumda, emir komuta zincirinin de devrede olması ya da en azından son anda yaşanan “geri çekilmelerin” yaşanmaması beklenirdi.
Yine de vurgulamalıyız ki, şayet böyleyse, yani AKP’nin medyadaki amiral gemisi Yeni Şafak’ın genel yayın yönetmeni Karagül’ün açıkça yazdığı gibi, Erdoğan ABD’nin yönlendirdiği darbeciler tarafından öldürülmek istenmişse, sürecin akışı bambaşka bir yapıya bürünebilir.
4- Medyada çokça öne çıkarılan “darbeyi halkın önlediği” iddiası, aslında büyük oranda bir algı operasyonu.
Evet, Erdoğan’ın çağrısı üzerine, öncesinde hızla boşalmış olan sokaklar yeniden doldu, gözlerimizle gördük, bu bir gerçek; ama, ilk anlarda/yani darbenin geleceğinin henüz belli olmadığı kader anlarında katılım oldukça sınırlıydı ve asla bir askeri darbeyi engelleyebilecek güçte değildi.
Saatler geçip darbenin başarısız olacağı anlaşılınca kalabalık arttı. Daha önemlisi, sayının arttığı anlarda bile neredeyse halkın katılımından daha fazla resmi ve sivil polis katılımı vardı. Polis güçleri, halkı yönetti ve darbenin en önemli zaaflarından olan er sayısının azlığından da faydalanarak, darbeci askerleri teslim aldı.
O arada, darbenin kazanamayacağı ortaya çıktıkça, özellikle komuta merkezleri olan kışlalardaki Ordu güçleri arasında sert bir iç çatışma yaşandığı ve darbeci askerlerin istediklerini gereken zamanda yapamadıkları, yapamadıkça zayıfladıkları ve sonunda da teslim oldukları anlaşılıyor.
Öte yandan, sayıları çok fazla olmasa da, göstericilerin arasına katılan ve muhtemelen Suriye’deki savaşta tecrübe edinmiş oldukları anlaşılan kişilerin yapıp ettikleri, sanıldığı gibi bir güçlenme değil, tersinden Erdoğan destekçisi normal vatandaşları dehşete düşürüp evlerine çekilmeye yönlendirerek zayıflama yaratmış olmalıdır.
Ayrıca, bazı özel tarikatların taraftarları olan güçlerin yaptıkları “zikir” ya da benzeri gösteriler, yapanları mutlu etse de, şayet devam ederse, sadece dini motivasyonu çok güçlü olan fanatik çekirdeği kendisine çekecek, en geniş halkadaki destekçi yığınlar açısından ise evlere çekilme sonucunu yaratacaktır.
Darbenin ertesi günü yapılan gösterilere katılım da, bu sebeplerden olsa gerek, AKP gibi milyonlarca taraftarı olan bir parti için oldukça zayıftır. Özellikle İstanbul-Taksim’deki kutlamanın 8-10 bin kişiyi geçemeyen bir katılımla yapılmış olması bu tespiti destekliyor.
Aynı yönde, gözaltına alınan darbe şüphelisi subay ve askerlere yapılan işkence ve aşağılamalar da, hem zaten var olan Ordu ve Polis arasındaki karşılıklı “uyumsuzluğu” güçlendirecek ve Ordu içinde polise karşı “düşmanlık” eğilimi doğuracak, hem de AKP destekçisi ortalama yığınlarda hoşnutsuzluk yaratacaktır. Ancak, bir AKP’li Belediye Başkanı “hepsinin kulaklarını keselim” önerisinde bulunabildiğine göre, AKP kitlesinin bir kısmında her türlü fren mekanizmasının yok olduğu bir “zafer sarhoşluğu” ve bağlı olarak da soğukkanlılık ve denge kaybı yaşanıyor olmalıdır.
Şimdi, her şey olup bittikten sonra, sürekli sokaklara ve meydanlara çağrılan yığınlara özel misyonlar yükleniyor ve medyada kahramanlık destanları yazılıyor; ama, gerçek başka türlü yaşandı, bunu da hala soğukkanlı düşünebilen herkes biliyor olmalıdır.
Öte yandan, şimdi yapılan gösteriler, artık bir kutlamadan çok yeni rejimi kurma eylemlerine dönüştü; 15 Temmuzun bayram ilan edilmesi de, yeni rejim açısından eskisinin “19 Mayıs bayramının” yerine koyulacak bir ritüel olarak tasarlanmış olmalıdır. Belli ki, “arkada” soğukkanlı bir ekip çalışıyor, hızlı kararlar veriyor ve açılan yeni dönemin içi hızla doldurulmaya, orada da hegemonya kurulmaya ve her durumda malum “Başkanlık” rejiminin inşasına yol verilmeye çalışılıyor.
Ancak, topluma bütününe hakim olan ruh hali, zorlamayla sürüp giden “eğlence” ve “şölen” haline pek uygun değil.
Hangi kuru gürültüyle üstü örtülürse örtülsün bir acı gerçeklik olarak kendisini dayatan “boşluk” ve toplumun tümünü sürekli ve artan oranda sarsıp zorlayan türbülans, acı gerçeklikler olarak her fırsatta kendisini dayatıyor. Toplumun çoğunluğunun öyle çok mutlu olmadığı, tersine yüksek gerginlik içinde zorlanarak ayakta kalmaya çalıştığı açık değil mi?
Ayrıca, boşalan turizm alanları, siftah yapamayan esnaflar, tenhalaşan sokaklar, “not kıran” emperyalist derecelendirme kurumları, yükselen döviz fiyatları ve düşen borsa endeksi gibi gerçek olgular, pek de eğlenceli sonuçlar yaratmıyor, bu da açık değil mi?
Evet, sistem ve rejim sarsılırken ve insanlar gelecekleriyle ilgili yüksek belirsizlikten baş dönmesi yaşarken sürüp giden bu eğlenceler, giderek “cenazede zurna çalma” aymazlığına dönüşüyor. İnatla sürdürenler bir müddet sonra itilip kakılmaya başlarlarsa hiç şaşırmasınlar.
5- Erdoğan açısından kısmi bir olumlu olgu, çok güvendiği polis ve MİT’in darbenin yenilmesinde oynadığı rol olmalıdır. Elbette, bu olgu, üstte belirttiğimiz “uçurumun” olmaması halinde gerçeklik kazanabilir.
Bu güçler darbeye karşı savaştı.
Ancak, polis güçlerinin bu aktif tutumu alabilmek için biraz “beklediği” ve ancak 2-3 saat sonra bütün gücüyle savaşmaya başladığını saptamalıyız. Erdoğan’da aynı yönde düşünüyor olmalı ki, darbenin yenilmesinden hemen sonra 8 bin civarında polisi görevden uzaklaştırdı.
MİT ise, hem darbeyi önceden saptayarak ve darbe süreci boyunca aktif biçimde savaşarak, kendisine düşen rolü oynadı. Tabii ki, şayet her şey göründüğü gibiyse, yani malum “uçurum” yoksa, yani Erdoğan’a geç haber verilmesinin geçerli bir sebebi varsa bu tespit geçerlidir.
Yine de, bu derece büyük bir organizasyonun sadece saatler öncesinde haber alınabilmiş olması, inanılmaz ölçüde bir istihbarat zaafını açığa çıkarmış oldu ve buradan bakıldığında da Fidan’ın pek de kalıcı olmadığını düşünebiliriz.
6- Darbeci General ve Amiral sayısının fazlalığı ve bunların oldukça kritik mevkilerde görev yapıyor olmaları, aslında doğrudan Ergenekon operasyonlarının sonucu olarak görülmelidir. Fazla sayıda tutuklamayla açılan boşlukların Cemaat taraftarı subaylar tarafından doldurulduğu anlaşılıyor.
Şimdi, darbecilerin tutuklanmasıyla oluşan boşluk oldukça daha da büyük ve Ordunun savaş gücü açısından ciddi sorun yaratacaktır. Ortadoğu’da yaşanan kaos ve PKK ile süren savaş sırasında böyle bir zaaf bütün egemen güçler açısından gerçek bir kabus olarak yaşanıyor olmalıdır. Ergenekon’da tutuklanıp yıllarca hapis yatan eski subayların yeniden göreve getirileceği yönündeki söylentiler doğruysa, bir çözüm bulunmuş demektir.
Yıllarca silahlardan ve yönetimden uzak kalmış, bu konulardaki hassasiyetleri bir biçimde zayıflamış ve o arada askeri alanda yaşanan yeni gelişmelere vakıf olamayan eski subayların yeni görevlerinde ne kadar başarılı olabileceklerini göreceğiz.
Esas sorun ise, bu kişilerin belki de hayatlarının en verimli yıllarını hapiste geçirmiş olmalarının sorumlularından biri olarak Erdoğan’ı görüyor olmaları. Aldıkları eğitim gereği “devletin bekası” için sakınımlı davranacaklarını düşünsek bile, fırsatını bulduklarında ne yapacaklarını herkes tahmin edebilir. Bu durumda, devletin tepesinde eskisinden de yüksek bir iç gerilimin bu sefer başka biçime bürünerek yaşandığını-yaşanacağını saptayabiliriz.
7- Yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki, darbecilerin Öcalan’la ilgili de bir planları varmış.
Açıklamalar doğruysa, 10 civarında görevli albayın ele geçirecekleri bir gemiyle İmralı’ya giderek Öcalan’ı kendi kontrolleri altına alacakları ve provokasyon çıkarma hedefleri olduğu anlaşılıyor. Bu açıklama şayet doğruysa, darbecilerin ne yaptıklarını pek bilmediklerini saptayabiliriz, ama doğrudan savaşın içinde bulunan bu askerlerin bunun ne anlama geldiğini bilmemeleri de akla yatkın gelmiyor.
Darbeci askerlerin lideri olduğu şüphesiyle tutuklanan A.Öztürk, Roboski katliamının emrini veren kişi olarak biliniyor ve yine tutuklanan 2. Ordu komutanı Hududi de, en son savaşın da komutanı ve Sur ve Cizre gibi yerleşimlerde yaşananların sorumlusu. Bu kişilerin Öcalan’ın can güvenliği tehlikeye girerse neler olabileceğini iyi bildiklerini, ama tıpkı Ankara’da olduğu gibi Kürt şehirlerini de uçaklarla bombalamanın ortamını yaratmayı hedeflediklerini tahmin edebiliriz.
Bu yöndeki açıklamaya hemen inanmamak, inandırıcı delillerle teyit edilmesini beklemek gerekiyor. Bu haber gerçek değil ve bir algı operasyonuysa, Kürt halkını sürüp giden AKP yanlısı “demokrasi şenliklerine” katmayı hedefliyor olmalıdır.
8- Erdoğan, darbenin ezilmesinden sonra, Cemaatin devlet ve toplum içindeki bütün alanına acımasızca yöneldi. Şu ana dek 70 bine yakın görevli işten atıldı ve bunların bir kısmına soruşturma başlatıldı. Zaten kayyumda olan Bank Asya ve birçok okul kapatıldı, bazı iş adamları gözaltına alındı.
Bu karşı hamlenin sınırı nerede, henüz belli değil.
Yapılan açıklamalardan bütün muhalif güçlere yönelik bir cadı avının başlatılabileceği anlaşılıyor. Tasfiye operasyonu şayet Cemaatle sınırlı olursa bugünkü ortam içinde bir meşruluk yaratabilir. Ancak, tasfiyeler bütün muhaliflere yayılırsa, ilk anda yol alsa da ilerledikçe şimdikinden oldukça daha fazla gergin olacak bir toplumsal ortam yaratacaktır.
20 Temmuz gecesi ilan edilen OHAL’in, darbecilerin tasfiyesi sürecini kolaylaştırmak ve geri dönüşü olmayan kesinlikte sonuç yaratmak için ilan edildiği açıklandı.
Fakat, 15 Temmuz öncesini hatırlarsak, Mayıs ayında yapılan hamlelerle özel bir hızlandırıcı ivme verilen ama Haziran ayındaki gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla kısmen güç kaybetmiş olan Erdoğan odaklı bir “Başkanlık” inşası sürecinin, OHAL koşulları kullanılarak hızlandırılıp sonuca ulaştırılmaya çalışılacağını düşünmeliyiz.
Şimdi, yazının 2. bölümünde, olup bitenlerin siyasal anlamını anlamaya çalışalım.
Ama, önce, olağanüstü hızlı geçen Mayıs ayına, onun açtığı final döneminin ilk ayı olan Haziran’da yaşanan dramatik gelişmelere göz atmalıyız.
Bu süreç hızla akarken gelip 15 Temmuz darbesine çarptı ve şimdi bir yandan eskiden sürüp giden her şey bambaşka koşullarda yeniden kendisi olup ortamı belirlemeye çalışırken, öte yandan yepyeni süreçlerin de devreye girdiğini görüyor, başka bazılarının üstelik inanılmaz şaşırtıcı olacak yapılarıyla devreye girmeye hazırlandığını tahmin edebiliyoruz.
Her şeyden önce, oldukça ağır bir devlet krizinin içine hep birlikte sürüklenmiş durumdayız.
Devletin zirvesinde olup bitenler ve söylenenler, kimsenin kimseye güvenmediğini, her an her şeyin olabileceğini göstermiyor mu?
Evet, hepimiz duyuyoruz değil mi, kader kapımızı çalıyor!
21.07.2016
* Beethoven’in ilk kez 1808 de seslendirilen ünlü 5. Senfonisinin ilk 4 notası (sol, sol, sol, mi), dinleyen herkesi etkiler. Besteci, oldukça farklı vurgular, ilişkiler ve tempoyla art arda seslendirdiği bu 4 dört notaya, gerçekten olağanüstü bir anlam yüklemeyi başarmıştır. Kendisine bu yönde sorulan soruyu ise, “Kader kapıyı böyle çalar” diyerek cevapladığı söylenir. Meraklısı için açıklama ve senfoninin kendisi:
(http://www.kazimcapaci.com/pdf/Beethoven-Senfoni%20No.5,%20Do%20Min%C3%B6r%20Op.67%20(Schicksals%20%20Kader).pdf)
ve senfoninin kendisi, (https://www.youtube.com/watch?v=7jh-E5m01wY)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.