İşte size davranış bozukluğu yaşayan bir devlet. İçeride Kürtlere karşı bir Leviathan, dışarıda Müslümanlara ve Türklere karşı bir Musa. Tek kelimeyle şizofrenik bir yönetim modeli. Her tarafında tehalüf, garabet ve ilkesizlik. Her hücresinin çekirdeklerine kadar işlenmiş Kürt fobisi Kosova özgür olsun, Çeçenistan bağımsız olsun, Çin’deki Uygurlar ayrılıp Doğu Türkistan’ı inşa etsinler, Kırım Tatarları kendi devletlerine […]
İşte size davranış bozukluğu yaşayan bir devlet. İçeride Kürtlere karşı bir Leviathan, dışarıda Müslümanlara ve Türklere karşı bir Musa. Tek kelimeyle şizofrenik bir yönetim modeli. Her tarafında tehalüf, garabet ve ilkesizlik. Her hücresinin çekirdeklerine kadar işlenmiş Kürt fobisi
Kosova özgür olsun, Çeçenistan bağımsız olsun, Çin’deki Uygurlar ayrılıp Doğu Türkistan’ı inşa etsinler, Kırım Tatarları kendi devletlerine malik olsunlar, Kıbrıs’taki Türklere otonomi, Almanya’daki Türklerin self-determinasyon hakkı var. İşte “muasır medeniyet” seviyesine çıkmış “hümanist” devletimizin son yüzyılda odaklandığı harici tarz-ı siyaset. Ne kadar da etnik kimliklere ve inanç gruplarına karşı duyarlı bir paternalismus değil mi?
Yaklaşık 2 milyon nüfuslu (nerdeyse Diyarbakır kadar) Kosova Cumhuriyeti, 2008 yılında Sırbistan’dan ayrıldığını ilan ettiğinde ilk tanıyan devletlerden biri kuşkusuz Türkiye olmuştu. Aziz devlet adamlarımız, “Müslüman” Arnavutların istiklal yürüyüşünü büyük bir gönençle tensip etmiş ve pek kıvanç duymuşlardı. Son zamanlarda ise Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi temaşa edilmektedir. Özgürlükçü çenebazlarımız Çince ve Uygurca’nın resmi dil olarak kullanıldığı, özyönetim modeline sahip bu özerk bölgenin (güya Uygurlar orada zulüm görüyorlarmış) artık Çin’den kopması gerektiğini haykırıyor. Ellerinde mavi renkli, ay yıldızlı “Doğu Türkistan” bayraklarıyla sokaklarda bağımsızlık yürüyüşleri düzenliyor ve hürriyet nidaları atıyorlar. Yani Uygurların Çin’den ayrılma hakkını savunuyorlar. Bu gayet normal, Uygurların Çin’den ayrılıp bağımsız olma hakkı vardır. Peki, söz konusu Kürtler olunca neden mızrak yemiş domuz gibi böğürüyorlar. Kürtlerin geleceği üzerinde söz sahibi olma hakkını Tanrı’dan mı almışlar? Bu bir fariza mı?
Bütün bu maskeli hümanizmanın özünü test etmek için sorulacak tek soru var: Ey devlet baba, Kürtlerin 4 bin yıldır yaşadıkları toprak parçası üzerinde özerklik, federasyon veya bağımsızlık ilan etmelerine razı mısın? Yanıt: Bu ülkeyi böldürtmeyiz; Kürtler bölücü, hain, eşkıya, cani, şaki, terörist; Ya Türk olmakla övünsünler ya da itaat etsinler. İşte size davranış bozukluğu yaşayan bir devlet. İçeride Kürtlere karşı bir Leviathan, dışarıda Müslümanlara ve Türklere karşı bir Musa. Tek kelimeyle şizofrenik bir yönetim modeli. Her tarafında tehalüf, garabet ve ilkesizlik. Her hücresinin çekirdeklerine kadar işlenmiş Kürt fobisi. Adeta damarlarına meknuz olmuş bir Türk-İslam telakkisi söz konusu. Bir taraftan tamamen iflas etmiş akıl almaz bir Türkçülük sevdası, diğer taraftan İslam’ın hiçbir referansına müstenit olmayan bir İslamcılık tutkusu. Hani Medine Yahudileri, Hz. Muhammed döneminde beytül midras adlı özerk eğitim kurumlarına sahiplerdi? Kendi anadillerinde eğitim yapma hakkına müsamaha gösterilmişti? Hani Hz. Muhammed’e göre ırkçılık, cahiliye devrinden kalma bir hastalıktı? Bu mu asr-ı saadet? Sur ve Cizre’de yerle bir edilen evlerin duvarına “Seni seviyoruz uzun adam” yazan mantık mı saadet getirecek?
Nereden bakarsanız tutarsızlık, kepazelik, kalpazanlık ve tefessüh. Dillere pelesenk olmuş bir kere “Tanrı dağında Türk, Hira mağarasında Müslüman olma” vecizesi. Dinsel bağnazlık mı dersiniz, şovenizm saplantısı mı dersiniz? Her türlü galiz idea havada uçuşuyor. Tanrı Türk’ü korusunmuş. Tanrı, Türk’ü kime karşı ve niye korusun? Diğer insancıkların “tasarımcısı” farklı mı? Horoz mu dövüştürüyor, pehlivan mı güreştiriyor Tanrı? Bir de “Allah, Tanrı’nın belasını versin” diye eleştirmiş Tanrı olgusunu “Allahçı” Necip Fazıl Kısakürek. İşte İslam’ın Allah’ı ile Türk’ün Tanrı’sı arasında başı dönen bir halk oldu Kürtler.
Ne yaptı peki Kürtler yıllarca? Arzuhallerle, niyazlarla, ahuzarlarla “cihat arkadaşlarını” kırmadan sosyal ve kültürel taleplerini dile getirdiler. Mesela Irak Kürdistan’ında son derece nüfuzlu bir alim olan Şeyh Abdusselam Barzani 1907’de bir dilekçe ile Kürtçe anadilinde eğitim ve alınan vergilerin bölgenin kalkınmasına tahsisi için başvurdu. Karşılığında ne oldu? “Akide kardeşi” II. Abdülhamid, Dağıstanlı Mehmet Fazıl Paşa ordusunu irsal edip bir alime karşı “cihat” ilan etti. Gerisi malumunuz.
Aynı şekilde Şeyh Said-i Nursi de Kürt çocukları için bir “lisan-ı maderzadi” istedi. Akıbeti ise tımarhaneye atılmak oldu. Said-i Nursi ki birlikte İslam’ın bayraktarlığını yapmış “dava arkadaşları” karşısında büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Zira sınıfsal sömürü, üst kimlik, kapitalist modernite ve ulus-devlet zincirini “İslami kardeşlikle” ile kırmanın akıl dışı olduğunu görmeyecek kadar sosyalizm düşmanıydı. 100 yıl sonra Kürtler bir kez daha parlamento, demokratik siyaset ve diyalog kanalını zorluyorlar. Ancak ülkeyi bir imamistan cennetine çeviren Tayyip’i Türkiye’nin parlamentosu da Osmanlı’nın kostümünü giymiş vaziyette. Sözde vatan bekçisi Kemalistler, gerici yobazlar, hırsızlar, din tacirleri ve bön milliyetçiler ağız birliği yaparcasına Kürtleri ve ilerici bloku o melun meclisten tard etmeye çalışıyorlar. Lenin’in tespiti bir kez daha doğru çıktı: “Parlamento, burjuvazinin ahırıdır.”
Türkiye’nin artık bir nekahete ihtiyacı vardır. Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin, Müslümanların, diğer kültürel ve etnik yapıların “eşit vatandaşlık hukuku” içinde yaşaması için her türlü fobiden ve paranoyadan arınmış yeni bir paradigma inşa etmekten başka çareleri yok. Marx’ın deyimiyle eski ruhları yardıma çağırmak beyhude.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.