On gün içerisinde üç bombalı saldırı… 13 Mart’ta Ankara’nın göbeğinde Atatürk Bulvarı üzerindeki Dikmen otobüs duraklarında bombalı araç patlatıldı. Ardından 19 Mart’ta İstanbul İstiklal Caddesi üzerinde intihar bombası eylemi gerçekleşti. 22 Mart’ta da Brüksel aynı gün içinde 3 intihar saldırısı ile sarsıldı. Birincisini TAK üstlendi, ikincisini IŞİD bağlantılı bir cihatçının yaptığı açıklandı ancak IŞİD daha önce […]
On gün içerisinde üç bombalı saldırı… 13 Mart’ta Ankara’nın göbeğinde Atatürk Bulvarı üzerindeki Dikmen otobüs duraklarında bombalı araç patlatıldı. Ardından 19 Mart’ta İstanbul İstiklal Caddesi üzerinde intihar bombası eylemi gerçekleşti. 22 Mart’ta da Brüksel aynı gün içinde 3 intihar saldırısı ile sarsıldı.
Birincisini TAK üstlendi, ikincisini IŞİD bağlantılı bir cihatçının yaptığı açıklandı ancak IŞİD daha önce Türkiye içinde IŞİD’e atfedilen diğer eylemlerde olduğu gibi bu eylemi de üstlenmedi. Ama Tayyip Erdoğan’ın adeta tehdit edercesine 4 gün önceden “uyardığı” Brüksel’deki saldırıyı IŞİD üstlendi.
Türkiye ve dünya, ABD’si ile AB’si ile emperyalizmin ve işbirlikçi AKP iktidarının birinci dereceden sorumluluğuyla örgütlenen bir savaş ve terör atmosferinin sonuçlarını yaşıyor. Halklar açısından ağır bir yıkım ve dehşet durumunu ifade eden bu koşullar, AKP tarafından ise yönetememe halini ve uluslararası izolasyonu aşmanın bir fırsatı olarak değerlendirilmeye çalışılıyor. (Brüksel saldırılarının da aynı şekilde bir fırsat sunabileceği ise şüpheli.)
Bu ülkede, AKP’nin iktidarını kaybedeceği tehlikesini gördüğü günden itibaren on ayda yedi bombalı saldırıda iki yüz on dokuz kişi yaşamını kaybetti. Yedi saldırıdan üçü; 5 Haziran Diyarbakır, 20 Temmuz Suruç, 10 Ekim Ankara katliamları “özel” bir dönemde; AKP/Saray’ın halka kendini tek iktidar seçeneği olarak dayattığı iki seçim aralığında gerçekleşti. Muhalefeti hedef alan bu saldırılar AKP iktidarını güçlendiren, tek başına iktidar yolunu açan saldırılardı. Ancak 1 Kasım seçimleri ne iktidarın meşruiyet krizini ve yönetememe halini ne iç çatlaklarını ne de halkın direnme eğilimlerini ortadan kaldırabildi. İktidarını korumak için, paradoksal biçimde sürekli krizini derinleştirme pahasına, savaş ve terör atmosferini süreklileştirmeye devam etti. Yasal, demokratik, barışçıl siyaset kanallarını tıkayıp savaşı ve devlet terörünü tırmandırarak; kendi iktidarı ve güdümündeki güçler açısından da hasımları açısından da bir siyaset yöntemi olarak terörü teşvik etti. TAK’ın üstlendiği iki Ankara saldırısı ve IŞİD’in yaptığı söylenen iki İstanbul saldırısı bu koşulların ürünü olarak gerçekleşti.
Elbette ki yaşanan katliamların hepsi AKP’nin Kürt politikasının ve Ortadoğu politikasının sonucudur. Farklılıklarına karşın, tek tek eylemler olarak değerlendirilemez. Birinci derece sorumlusu AKP/Saray iktidarıdır. Bir yandan Suriye’de Cihatçı çeteleri besleyen savaş politikası, diğer yandan içeride Kürt halkına karşı vahşice yürüttüğü savaş bu ülke topraklarını savaşın cephesi haline getirmiştir. Ne “Dik dur eğilme” sloganları arasında yapılan “eğilmedik, yılmadık, ayaktayız, ayakta kalacağız, dimdik ayakta olacağız” propagandası, ne şehitler üzerinden devlet, millet edebiyatıyla atılan hamaset nutukları AKP’yi kurtarabilir. Her saldırıdan sonra “Bu tür eylemler dünyanın her yerinde oluyor” bahanesine de saldırıların “kalkınan, büyüyen Türkiye’yi hedef aldığı”na da ancak kendi kitlesini inandırabilir.
Ortada tek bir gerçek vardır; AKP/Saray iktidarının “ayakta kalabilmek için” Kürt illerinde yürüttüğü savaş politikaları ve kendisini cihatçılarla kader ortağı haline getiren Suriye politikası ülkenin her yerinde halkın can güvenliğini ortadan kaldıran bir hale gelmiştir.
Ne var ki iktidarın çürümüşlüğü, terör eylemleriyle oluşan şok ve dehşet atmosferinin bile örtemeyeceği bir raddededir. Ensar Vakfı’nda patlak veren çocuk istismarı vakası üzerine başta Aile Bakanı olmak üzere AKP’nin tam tekmil çocuk tecavüzcülerini savunmaya geçmesi; 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonunun kilit isimlerinden Rıza Sarraf’ın ABD’de tutuklanması üzerine iktidar saflarında yaşanan panik ve terör eylemlerinin “istikrar” vaadiyle 1 Kasım seçimini kazanan iktidara yönelik sorgulamayı öne çıkarması karşısında AKP çevresinin yeniden “darbe” korkusunu pazarlamaya başlaması, çürümüş iktidarın dikişlerinin zorlandığını gösteriyor.
Çürümüşlüğü dünya çapında ayyuka çıkmış AKP/Saray iktidarı en iyi bildiği şeye sarılıyor; tüm devlet güçlerini, işledikleri suçlardan yargılanmama garantisi de vererek, halkın sesini kesmek için seferber etmek…“Ya bizim yanımızda olacaklar ya da teröristlerin yanında olacaklar bu işin ortası yoktur ” diyerek her türlü muhalefeti içine sokacakları yeni “terör yasaları” hazırlamak… Yüzbininci kez hazırladıkları terörle mücadele eylem planları ile karakolları, jandarma ve polis özel harekat timlerinin sayısını artırmak… HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak… “Şehit, vatan, millet, din” edebiyatıyla sağ kitleyi kendi arkasında konsolide etmek… Erdoğan en çok da buna umudunu bağlamış durumda. AKP ve MHP’ye hazırlatacağı “milli ve yerli Anayasa” ile referanduma gidip milliyetçilik ve gericilikle konsolide ettiği kesimlerin oyuyla diktatörlüğünün anayasasına kavuşmak.
Ama bu hesap tutmuyor. Halkın direnme eğilimleri doğuda da batıda da en olumsuz koşullarda dahi uç vermeye devam ediyor. AKP aynı zamanda kendi sınırlarına da takılıyor. Dokunulmazlıkları kendi dosyaları nedeniyle kaldıramıyor; kendi elleriyle beslediği ve beslendiği çocuk tecavüzcülerini ve uluslararası dolandırıcıları sahiplenmek zorunda olduğunu hissediyor; akademik kadroları “cehaleti” savunuyor; şiddet aygıtı, halkın direnişini bastırmaya çalışırken, direnmekten başka şansı kalmayanların cephesini genişletiyor…
Bu koşullarda AKP/Saray düzeninin savaşına, gerici-mezhepçi politikalarına, faşizmine karşı çıkışın farklı cephelerden uç vermeye başladığı, Fırat’ın doğusuyla batısının sesini Saray’a karşı birleştirmesi gereken bir dönemde muhalefet güçleri de doğuda batıda önemli bir sınavdan geçiyor.
Tam da bu dönemde gerçekleşen TAK’ın Ankara saldırısı savaşla, katliamla iktidarını sürdürmeye çalışan AKP/Saray rejimini zayıflatmak yerine, bu ortamdan yeni fırsatlar çıkararak iktidarını tahkim etme sonucunu doğuracaktır.
Ankara’da ilerici, demokrat, Alevi halkın yaşadığı Dikmen-Öveçler-Çayyolu otobüs duraklarında patlatılan bomba yüklü araç açıkça Ankara halkını hedef almıştır. Hiçbir amaç ve gerekçe halkı hedef alan bir eylemi meşrulaştıramaz. Doğrudan halkı hedef alan, halkta korku, panik ve yılgınlık yaratan bir eylem “terör” eylemidir.
Eylemi üstlenen TAK’ın, Cizre’de yaşanan katliamın intikamını almak için yaptığını söylediği 13 Mart Ankara saldırısı, “Cizre’nin intikamı”nı AKP/Saray iktidarından değil Kürt illerinde yaşanan savaşı, Fırat’ın batısında hala “Saray’ın savaşı” olarak gören, Kürt halkının direnişini anlayan/sessiz onay veren halktan almak demektir. Yedi aydır AKP/Saray iktidarının Kürt illerinde vahşice yürüttüğü savaşın Kürt halkının haklı olarak öfkesini ve hesap sorma isteğini artırdığı açıktır. Ancak bu öfke ve kinin doğru kanallara akmasını sağlamak elbette ki Kürt özgürlük hareketinin görevidir. Kürt siyasi hareketinin amacı ortak gelecek, halkların kardeşliği ise 13 Mart Ankara saldırısı buna hizmet ediyor mu etmiyor mu? Senelerce cezaevi önünde devrimcilerin mücadelesine katılmış, eşini hamileyken trafik kazasında kaybetmiş, 16 yıl tek başına büyüttüğü kızını kaybeden Destina Peri Parlak’ın annesine anlatılabilir mi kızının hayatını alan bombanın Kürt halkına karşı sarayın savaşının sonucu olduğu, kızını öldürenlerin halkların kardeşçe bir arada yaşamasını istedikleri? Ya da Sivas Şarkışlalı Ayşe Bilgilioğlu’nun ailesine, Eğitim-Sen’li öğretmen oğluna… Ya da Kerim Sağlam’ın arkasından “İntikam için öldürmüşler kardeşimi, oysa benim canımın yarısının sokakta elleri üşüyenler, katledilenler, zulme ayrımcılığa maruz kalanlar, nerede olursa olsun acı çeken bütün insanlar için canı yanardı. Hayalleri gitti benim kardeşimin, bir gün herkesin barış içinde kardeşçe yaşayacağı günleri görme umudu gitti” diyen ablasına… Ya da İstanbul Kent Mitingi’nde polisin attığı gaz bombası nedeniyle hayatını kaybeden Elif Çermik’in akrabaları Muharrem, Bağdat ve Perihan Çermik’i bombalı saldırıda kaybeden Çermik ailesine… Beş ayda üç bombalı saldırı yaşamış Ankara halkına…
13 Mart Ankara saldırısında olduğu gibi Kürt halkının savaşta yaşadıklarını Fırat’ın batısında yaşayan halka yaşatarak göstermek amacıyla yapılan eylemler sadece ve sadece milliyetçiliğe, şovenizmin yükselmesine hizmet eder. Türküyle Kürdüyle, Alevi’siyle Sünni’siyle, bu ülke halklarının eşitlik ve özgürlük mücadelesine zarar verir. Fırat’ın batısında yaşayanları sarayın savaşına karşı çıkmaya değil, ölmemek için AKP’nin arkasında saf tutmaya iter.
Suriye iç savaşıyla birlikte önceliği Suriye haline gelen Kürt Siyasal Hareketi, Türkiye içerisinde yürüttüğü politikaları da buna göre şekillendiriyor. Politikalarını Rojava’da elde ettiği kazanımı kalıcı hale getirmeyi gözeterek oluşturduğu anlaşılıyor. Ancak yalnızca Suriye basıncı altında Türkiye siyaseti belirlenemez.
13 Mart Ankara saldırısı, “Batı”nın “Doğu”yu anlamaya yöneldiği Haziran İsyanı’yla birlikte başlayan, Doğu’nun Batı’da sempati yarattığı IŞİD’e karşı Kobane direnişiyle yeni bir zemin kazanan ve 7 Haziran seçimlerinde somut olarak kendini gösteren halkların yakınlaşmasına, halkların bir arada yaşama umuduna ve kardeşliğine vurulmuş önemli bir darbedir. Kürt siyasi hareketi tüm Türkiye halklarından özür dilemeli ve halkı hedef alan eylemlerden derhal vazgeçmelidir. “TAK’ın eylemleri beni bağlamaz” diyemez. Engellemek, açık ve tartışmasız bir şekilde tavır almak sorumluluğundadır.
Bilinmelidir ki bu ülkenin birleştirici harcı sadece sosyalistlerdir. Halkların kardeşçe bir arada yaşadığı, eşit, özgür, laik, demokratik bir ülkeyi kurmak için; AKP’nin içeride ve dışarıda savaş politikalarını durdurmak için mücadele edeceğiz. Savaşın beslediği milliyetçilik ve şovenizme karşı Kürt sorununun demokratik ve toplumsal çözümünü savunacağız. AKP/Saray iktidarının gericilikle halkı teslim almasına, faşizm ve terörle ülkeyi yönetmesine izin vermeyeceğiz.
Savaşın ve patlatılan bombaların halkı devre dışı bırakmaya uygun ortamlar oluşturduğu bu dönemde devrimcilerin öne çıkması, halka güven veren, durulması gereken doğru yeri gösteren bir pozisyonda olması her zamankinden daha önemli. Ne sokakları bırakacağız ne de yarınları.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.