“Türkiye krallığı Firavun ve başveziri Hâmân tarafından yönetilen teokratik ve oligarşik bir kabile devletidir.” Ne yazıyor o “meşum” anayasanın ikinci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Ne kadar da alımlı bir aforizma! İnsan gururlanıyor, adeta hindi gibi kabarası ve böbürlenesi geliyor. Mesela gözüpek hâkim ve savcılarımız korkmadan ve çekinmeden şeref ve […]
“Türkiye krallığı Firavun ve başveziri Hâmân tarafından yönetilen teokratik ve oligarşik bir kabile devletidir.”
Ne yazıyor o “meşum” anayasanın ikinci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Ne kadar da alımlı bir aforizma! İnsan gururlanıyor, adeta hindi gibi kabarası ve böbürlenesi geliyor. Mesela gözüpek hâkim ve savcılarımız korkmadan ve çekinmeden şeref ve onur abidesi “reisi” yargılayabiliyor, oğlunu sigaya çekebiliyorlar. Basın, özgürlük sarhoşu olmuş durumda. Öyle ki gözü dönmüş bir haydut sürüsüne silah taşıyan TIR’ları haber yapan gazeteciler, “haşmetli devletimiz” tarafından hemen mükâfatlandırılıyor. Mesela din dersi zorunlu değil! Aleviler Nisa suresini ezberleyip sınav geçmek zorunda kalmıyorlar. “Yüce devletimiz” oldukça sosyal. Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma, elektrik, su ve doğalgaz harcamalarında halkının yükünü hafifletiyor, ona Musa gibi yetişiyor; Kürtler, Çerkezler, Tatarlar, Gürcüler vergisini veriyorlar ve devletimiz hemen onlara fon ayırıp “anadillerinde eğitim” hakkını sağlıyor. Ne kadar traji-komik bir ülke ama! Teoride yeşil pratikte gri tipik bir şark devleti.
Hazır yeni bir anayasa tasarlanıyorken söz konusu madde şu şekilde düzenlenmelidir: “Türkiye krallığı Firavun ve başveziri Hâmân tarafından yönetilen teokratik ve oligarşik bir kabile devletidir.” Devleti yöneten kabilenin adı ise Kemirgenler kabilesi. Güneşi dahi satışa çıkaran Kemirgenler takımı, ülkeyi karanlıklar imparatorluğuna çevirdiler. Kendileri de bu karanlıkta artı-değer (kâr) peşinde koşturan birer habis cüce rolündeler. O sihirli sözcük “artı-değer”, onları bir araya getiren yegâne bir put. Yolsuzluklar, irtikâp, soygunlar bu kabilenin ibadet öğeleridir. Verdikleri tek uğraş bu putun kırılıp nehre atılmasını engellemek. Bu yüzdendi Soma davasını akamete uğratmak, Yeşil Yol Projesi’ni dayatmak, Yırca’da binlerce zeytin ağacını söktürmek, Kaz Dağı’nda siyanürle altın çıkarmak, 4 bin HES projesini zerk etmek; bu yüzdendi Suruç, Diyarbakır ve Ankara’da katliam yapmak, Tahir Elçi suikasti için araştırma komisyonuna red oyu vermek; Cizre, Silopi, Nusaybin, Dargeçit ve Silvan’da henüz anne sütüyle beslenen bebekleri vahşice katletmek. Zira mütegallibe, “mücrim” olduğu için tedirgin ve bir o kadar da saldırgan.
Bir zamanlar İstanbul’un varoşlarında kâğıttan topla oyun oynayan tıfıl mücahitler, tevekkül içinde “çok çalışarak ve şükür ederek” şimdilerde lüks plazalarda süt banyosu yapıyorlar. Bu israf ve zorbalığı önleyecek tek güç olan Kürt hareketine bu yüzden saldırıyor deccalın tıynetsiz uşakları. “Önce Allah”, “ahret günü”, “akide kardeşliği” safsataları hiç düşmez o kan kokulu ağızlarından. Dünyanın bir sonu olduğuna inanırlar ama Kürtlerin sonu yakın bu dünyada özgürce yaşama arzularına havada üç hilal çizerek, Türk’ün gücünü göstererek, tank ve topla karşılık verirler. Şimdi daha iyi anlaşılıyor 1915’te Ermeni halkına karşı nasıl bir katliam hırsı barındırıldığı. Senaryo aynı ama bu kez aktörler ve mücadele metodolojisi farklı. Lakin örgütlü ve inançlı bir halkın utkusuyla bitecek bu hamakat ve kasavet.
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin “bakiyesi” üzerine oturmuş bir Kemirgenler kabilesi. Doğru! O zaman da yolsuzluk, rüşvet ve katliamlar sistemin ulvi kodlarıydı. Şeyh Bedrettin, Şeyh Celal, Şahkulu Tekeli Baba, Kalender Çelebi, Karakaş Mustafa, Patrona Halil vb. gibi heretik şahsiyetlerin saltanatın “soygun mekanizmasına” karşı isyan etmesi hiç şaşırtıcı olmasa gerek. Mevcut durum, Osmanlı halkının bütçesini şahsi menfaatlerine alet eden “Şeyhülislam” Feyzullah Efendi’nin ifna düzenine çok benziyor. Nur postuna bürünmüş plütokrasi, en sonunda 1703’teki Edirne İsyanı’yla tuzla buz olmuştu. Bu anlamda 2013 Haziran direnişi gibi şu sıralar Kürdistan’da vuku bulan Demokratik Özerklik direnişi de bir devrimin habercisidir. Sürekli bir savaş psikolojisi muhafaza eden etno merkezli, paranoyak ulus devlet de buna gebedir. Lenin’in yıllar önce ileri sürdüğü tez, bir kez daha haklılık kazanacak gibi: “Devrim ilk önce emperyalist dünyanın en zayıf halkasında patlak verir.”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.