ABD emperyalizminin hakimiyet krizi, sermayenin siyasi temsil krizi ve AKP’nin meşruiyet krizi ile sistem toplam bir zafiyet tablosu sergilerken yaşadığımız çatışma atmosferi bütün dehşetine karşın bir olanağa işaret etmektedir. Sol, tarihin kaderci değil iradeci bir anıyla karşı karşıyadır Bir katliamın şokunu atlatamadan bir başka katliamla yüz yüze geldiğimiz, ülkenin bir yanında tanklarla sarılmış ilçelerin bombardımana […]
ABD emperyalizminin hakimiyet krizi, sermayenin siyasi temsil krizi ve AKP’nin meşruiyet krizi ile sistem toplam bir zafiyet tablosu sergilerken yaşadığımız çatışma atmosferi bütün dehşetine karşın bir olanağa işaret etmektedir. Sol, tarihin kaderci değil iradeci bir anıyla karşı karşıyadır
Bir katliamın şokunu atlatamadan bir başka katliamla yüz yüze geldiğimiz, ülkenin bir yanında tanklarla sarılmış ilçelerin bombardımana tutulduğu, diğer yanında sokak muhalefetinin polis terörü ile baskılandığı, hukukun hükmünün kalmadığı, AKP’li güruhların diğer faşist kardeşlerini de yanlarına alarak dört yanda gazetesinden işçi mahallesine, parti binasından dernek binasına baskınlara giriştiği koşullar neyin işareti?
Tayyip Erdoğan ve AKP, “güçlü bir tehlikeyi” mi yoksa “tehlikeli bir zafiyeti” mi temsil etmektedir? Bir söz oyunu gibi de algılanabilecek bu soruya yanıt verirken birinci ve ikinci seçeneklerden hangisinin tercih edileceği muhalefet güçleri açısından hayati bir önem taşımaktadır. Birincisi ezilenlerin kendi dışındaki güç ve süreçlerin belirleyiciliğini kabul ettiği kaderci bir siyaseti, ikincisi ise kendi özgüçlerine güvenerek kendi bağımsız çıkar ve hedefleri doğrultusunda inisiyatif aldığı iradeci bir siyaseti gerektirir.
İddiamız odur ki, AKP “tehlikeli bir zafiyeti” temsil etmektedir ve bu “zafiyet”in bileşenleri arasında AKP’nin meşruiyet krizinin yanı sıra, ABD emperyalizminin hakimiyet krizi ve sermayenin temsil krizi de yer almaktadır. Bu zafiyeti açığa çıkaran ise asıl olarak ezilenlerin direniş ve isyanlarıdır. Sol bu direniş ve isyanlarda açığa çıkan potansiyeli, geleceğimizin kaçınılmaz bir değişim içinde yeniden şekillendiği mevcut çatışmaya halkın bağımsız çıkarları doğrultusunda bir müdahale için seferber etmezse işte o zaman asıl tehlikeyle yüz yüze gelecektir. Sistem, zafiyetini ancak açık faşizm koşulları altında giderebileceği bir sürece doğru yol almaktadır.
AKP’nin işlevsizliği, ABD’nin kararsızlığı
Erdoğan ve AKP şayet egemen sınıfların çıkar, onay ve istemleri doğrultusunda ve halk içinde ciddi bir kitle temelini tahkim ederek saldırıya geçseydi, bu “güçlü bir tehlike”ye işaret ederdi. Kaderimiz egemen sınıfların planları doğrultusunda başlatılan bir savaş ve terör dönemi içinde şekillenirdi.
Oysa AKP, ABD emperyalizminin ve sermayenin çıkar ve istemleri doğrultusunda hareket kapasitesini büyük ölçüde yitirmiştir. Birkaç yıl öncesine kadar kurduğu siyasi, diplomatik ve ekonomik ilişkiler sayesinde Ortadoğu’nun emperyalizme neoliberal entegrasyonunda başat güç olma iddiasını korumuştu. Bu, Arap halk hareketleri ve ardından gelişen emperyalist müdahale karşısında bölgenin gösterdiği dirence kadar ABD emperyalizmi ile Türkiye sermayesinin hevesle ortak olduğu bir iddiaydı.
Ancak bugün söz konusu siyasi, diplomatik ve ekonomik bağların yerinde yeller esmektedir. AKP’nin Ortadoğu’ya “ağabeylik” yapma iddiasına dayanak olan kardeşi İhvan (Müslüman Kardeşler), “ağabeyinin” tavsiyelerine uyarken imha olmuştur. Diplomatik ilişki diye de bir şey kalmamıştır: Türkiye bölgede Mısır, Suriye, Libya, İsrail ve Yemen’de büyükelçisi bulunmayan, Irak ve İran ile ihtilaf yaşayan, yalnızca Barzani’nin desteğini (o da savaşın gölgesinde) koruyan bir devlet konumundadır.
Ek olarak, ülkesinde teröre destekten idam cezası aldıktan sonra kaçan IŞİD muhibbi eski Irak Cumhurbaşkanı Tarık Haşimi’yi, müflis ÖSO komutanlarını, Nusra ve Ahrar’uş Şam gibi El Kaide’ci çetelerin kadrolarını himaye etmektedir.
Bir zamanlar Suriye ile ortak bakanlar kurulu yaparak ekonomik anlaşmalar imzalayan AKP; şimdi Körfez Arap ülkelerinden cihatçılara gelen fonların, cihatçıların savaşa bağlı tüketiminin, kara paranın ve Halep sanayi sitelerinden sökülmüş makinelerden Ezidi kölelere uzanan yağma “mallar”ının döndüğü “ekonomik ilişkileri” yönetmektedir. Bir zamanlar Türk müteahhitlerin cenneti olan Libya ile ekonomik ilişkiler şimdi yasa dışı silah ticaretine daralmıştır.
IŞİD’e karşı operasyonlar için İncirlik Üssü’nü ABD’nin kullanımına açmak ve sınırlı bazı hava operasyonlarına katılmak, yukarıdaki manzarayı telafi etmediği gibi, NATO üyesi bir ülkede bunun kararını almak herhangi bir hükümeti dokunulmaz kılmamaktadır. Ancak 2012’den bu yana etkili isimler üzerinden AKP’yi eleştiren, hatta son dönemde bunu bizzat Obama’nın tutumuna da yansıtan ABD emperyalizmi, uzun süre desteklediği işbirlikçisi karşısında yıkıcı bir hamleye girişmemektedir.
Çünkü, AKP “zayıflamış” ve işlevini önemli ölçüde yitirmişse de ABD emperyalizmi de pek “güçlü” değildir; AKP’nin yerine yeni bir alternatif yaratabilecek güç ve enerjiye sahip olduğu kuşkuludur. Neoliberal yeni sömürgeciliğe ve açık işgallere karşı direniş ve emperyalist sistem içinde yükselen rekabet karşısında hegemonyası gerileyen ABD emperyalizmi hala dünyanın en güçlüsüdür ancak eskisine göre oldukça kararsız bir konumdadır.
AKP-ABD ilişkisine dair Korkut Boratav’ın kaydettiği şu önermeler açıklayıcıdır: “2013 sonrasında ABD emperyalizmi ile AKP arasında bağımlılığa dayalı uyum son bulmuştur… Bu ayrılığı AKP’yi ‘defterden silme’ noktasına taşımak isteyen önemli (ancak şimdilik azınlıkta kalan) bir çevre vardır… [Ancak] ABD emperyalizmi (ve Obama yönetimi) Ortadoğu’da sanıldığı kadar güçlü değildir. İstemediklerini çoğu zaman önleyebilmekte; istediklerinin tümünü ise hayata geçirememektedir. Bu nedenle, serseri mayın gibi dolaşan patolojik siyasetçiler çevrelerini yakıp yıkabilmektedir. Son olarak Kürt sorunu merkezî bir önem taşımaktadır. ABD çevrelerinin tek bir senaryo üzerinde anlaştığı şüphelidir.”[i]
Boratav’ın da dikkat çektiği gibi sorunun yanıtı AKP-ABD uyumunda değil, 2000’li yıllarda Ortadoğu’da defalarca strateji değiştiren ancak dikiş tutturamayan ABD emperyalizminin hakimiyet krizinde gizlidir. ABD emperyalizminin ve uyumlusuyla uyumsuzuyla işbirlikçilerinin saldırganlığının arkasında yatan şey, güçleri ve yolunda giden projeleri değil zafiyetleridir.
Sermayenin temsil krizi
Bu tablodan bağımsız düşünülemeyecek AKP-sermaye ilişkilerinde de TÜSİAD’ın yanı sıra MÜSİAD’ın dahi “en makulü AKP-CHP koalisyonu” diyerek Tayyip Erdoğan’ın tutumu karşısında utangaç bir eleştiriye yöneldiği düşündürücü bir manzara vardır. AKP, neoliberal programı ilerletmek için elinden geleni yapmakta; Yeşil Yol direnişi, metal direnişi vb örnekler gündeme geldiğinde emek karşısında sermayenin çıkarlarını canhıraş savunmaktadır ancak sermaye içinde kendisine daha yakın, organik bir ilişki içinde olduğu dar çevrelerin çıkarlarını sermayenin genel çıkarlarının önüne de koyabilmekte, örneğin orta ölçekli sermayenin düşük faizli kredi ihtiyacını dert edinerek Merkez Bankası’nın özerkliği gibi neoliberal bir ilkeyle çelişebilmekte, bir yandan da “burjuva hukuku” tanımaz bir tutumla Cemaat sermayesinden Doğan Grubu’na canını sıkan sermaye çevrelerini tehdit etmektedir. Sermaye, kendi programını uygulayacak bir başka temsilci bulamadığı için Erdoğan’a ve AKP’sine muhtaç durumdadır. AKP’yi bu kadar pervasız kılan şey bir yandan da sermayenin siyasal temsil krizidir.
Hürriyet baskını işaret fişeği
AKP’nin bugünkü saldırganlığı temel olarak egemen sınıfların güncel çıkar, onay ve istekleri doğrultusunda gelişmediği gibi ciddi bir kitle temeline de sahip değildir. 2013 Haziran İsyanı’nda sokağı, 7 Haziran 2015 seçimlerinde de sandıksal meşruiyeti yitiren AKP, savaş çıkararak muhalif kesimleri ayrıştırmayı ya da pasifize etmeyi başarmışsa da kitleleri yeniden kendi arkasında saflaştırma konusunda pek başarılı olamamıştır. Her kan döküldüğünde Erdoğan’ın “400 vekil verseydiniz ölmezdiniz” vb sözler sarf ederek sayıklaması karşısında asker cenazelerinde iktidara yönelik protestolar yükselmektedir. Zafiyet derinleştikçe, çaresiz, saldırganlığın dozu da artmaktadır. Erdoğan’ın Dağlıca’da onlarca askerin ölümünü konuşurken konuyu yine “400 vekil verseydiniz”e bağlaması karşısında, yükselen tepkiyi Saray’dan ve AKP’den başka yöne çevirmek için önce bizzat AKP’li bir vekilin öncülük ettiği bir güruh Hürriyet gazetesine baskına gitmiş, bu işaret fişeğinin ardından AKP ve MHP’liler kol kola dört yanda Kürtlere yönelik baskın, linç ve kundaklamalara girişmiştir. Eş zamanlı hareket, polisin linççilerle uyumlu hareketi, “şehit cenazeleri” dahil olmak üzere kamuoyunda aylardır gözlenen AKP karşıtı tepkinin esamisinin bu saldırılarda okunmaması ve bu memlekette devlet kanalıyla örgütlenmeyen tek bir “faşist hassasiyet” olmadığının bilinmesi bu eylemlerin bir iktidar organizasyonu olduğunu göstermektedir.
Krizlerin kavşağında
İktidar böylesine akıldışı görünen bir saldırganlığı neden bizzat örgütlemektedir? Ülkenin bu şekilde yönetilemeyeceğini bilmemekte midir? Belki de en iyi yanıt her şeyin farkında olduğu ama “akıldışı” bir şekilde saldırmaktan başka şansı olmadığıdır. İşin özü Tayyip Erdoğan Haziran 2013’ten bu yana siyaseten bir yaşayan ölüdür. Onu hayatta tutan başkalarının ölümüdür ve bunu çok iyi bildiği için de ölümü bizzat örgütlemektedir.
ABD emperyalizminin hakimiyet krizi, sermayenin siyasi temsil krizi ve AKP’nin meşruiyet krizi ile sistem toplam bir zafiyet tablosu sergilerken Tayyip Erdoğan tarihin determinist/kaderci değil volantarist/iradeci zamanlarında yaşadığımızın farkındadır. Onun hayatta/iktidarda kalmak için ortaya koyduğu irade de ölüm olarak tecelli etmektedir. Bu bağlamda başta yanıt aradığımız soruya dönersek, karşımızdaki şey “güçlü bir tehlike” değil “tehlikeli bir zafiyet”tir.
Bu zafiyeti tehlikeli kılan şey Erdoğan’ın ölüm siyasetine yol açması değil, gayrimeşru bir iktidarın ülkeyi iç savaşa sürükleyerek adım adım darbe koşullarını yaratmasıdır. Sistem sadece açık faşizm koşulları altında yönetilebilir bir krize doğru ilerlemektedir. Ancak ne emperyalizmin ve sermayenin darbeyi çağıran bir programı ne de egemenlerin bugünkü ihtiyaçlarına denk düşecek potansiyel bir darbeci vardır.[ii] Olası bir darbe 12 Eylül darbesi gibi güçlü bir darbe değil zayıf bir darbe olacaktır.
İrade
Bu durum bütün dehşetine karşın bir olanağa işaret etmektedir. Sol, tarihin kaderci değil iradeci bir anıyla karşı karşıyadır. Haziran İsyanı ve 7 Haziran deneyimlerine sahip sol muhalefet, bu iki “an”da temas ettiği muhalefet potansiyelini, ölüm kusan iktidarı yıkmak üzere bir ortak hareket zemininde seferber etme iradesini göstermekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirmek için, Kürt savaşının bu şiddetinin geçmesi beklenemez, iktidarın zaten kitle pasifikasyonu için yarattığı savaş koşulları harekete geçmemenin bahanesi olamaz. Faşizm ve savaş AKP’nin iradesi, silahlı mücadele ise PKK’nin iradesidir. Solun iradesi de anti-faşist direniş ve AKP’ye isyanda görülecektir. Aksi takdirde bir yaşayan ölüye kurban gitmemiz de mümkündür.
Dipnotlar:
[i] http://sendika1.org/2015/09/akp-ve-abd-korkut-boratav/
[ii] ABD emperyalizmi Suriye stratejisini Kürt güçleri ile kurduğu ilişkiye dayandırdığı bir dönemde, PKK’yle savaş halindeki TSK eliyle bir darbe yaptırmayı rasyonel bulmayacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.