Erdoğan’ın “Bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz” diyerek başlattığı savaş, Rojava’daki Kürt siyasi egemenliğini değil Türkiye’nin güneydoğusundaki T.C. egemenliğini zayıflatmıştır Tayyip Erdoğan’ın müzakere masasını devirip PKK’yle çatışmasızlığa son vermesinin üç temel hedefe sahip olduğundan söz edilebilir: Birincisi, milliyetçi hassasiyetleri harekete geçirerek muhalefet içinde ilk sıraya yerleşen AKP karşıtlığını mümkün olduğunca […]
Erdoğan’ın “Bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz” diyerek başlattığı savaş, Rojava’daki Kürt siyasi egemenliğini değil Türkiye’nin güneydoğusundaki T.C. egemenliğini zayıflatmıştır
Tayyip Erdoğan’ın müzakere masasını devirip PKK’yle çatışmasızlığa son vermesinin üç temel hedefe sahip olduğundan söz edilebilir: Birincisi, milliyetçi hassasiyetleri harekete geçirerek muhalefet içinde ilk sıraya yerleşen AKP karşıtlığını mümkün olduğunca Kürt karşıtlığı ile ikame etmek ve MHP-AKP arası oy kaymasını kendi lehine çevirmek; İkincisi, silahların öne çıkması ile yasal Kürt siyasetini geriye itip Kürt hareketi içi potansiyel ayrımları harekete geçirerek AKP’nin 7 Haziran’daki yenilgisinin müsebbibi olarak gördüğü HDP’yi ve Selahattin Demirtaş’ı geriletmek; Üçüncüsü, hem AKP’nin Suriye’deki yenilgisinin müsebbibi hem de sınırın bu tarafındaki Kürtler açısından da tehlikeli bir örnek olarak gördüğü Rojava Kürtlerinin elde ettiği statüyü PKK belirleyiciliğinde bir siyasal kurumsallaşma ile ilerletmesini engellemek.[1]
Cizre direnişi ve PKK’nin bu esnada gerçekleştirdiği Dağlıca ve Iğdır saldırılarından sonra net olarak söyleyebiliriz ki, AKP muhalefetin belli kesimleri içinde Kürt karşıtlığını kışkırtmak dışında hiçbir hedefine ulaşamamış, aksine hiç hesaba katmadığı sonuçlarla yüz yüze gelmiştir.
PKK saldırılarında yaşanan can kayıpları yer yer milliyetçi histeriyi tetiklese de, bu savaşın “vatan savunması” değil “saray savunması” olduğu şeklindeki yaygın kanı, AKP lehine bir oy kayması yaşanmasını güçleştirmektedir. Ordunun PKK karşısında verdiği ağır kayıplar ve ülkenin bir bölümünde hakimiyetin yitirildiği şeklinde bir zafiyet manzarasının açığa çıkması, AKP’ye yönelik sorgulamaların şiddetlenmesini de beraberinde getirmektedir. Savaş ve saldırılar karşısında meşru savunma çizgisini ve barış söylemini öne çıkaran HDP ve Demirtaş marjinalize olmak bir yana Kürtler içindeki desteğini artırmakta, Batı’da da sorun kaynağı değil AKP’nin savaş ve kutuplaştırma siyaseti karşısında bir çözüm olanağı olarak görülmektedir. Rojava Kürtlerinin statüsü meselesine gelince, savaş Rojava’daki Kürt siyasi egemenliğini değil Türkiye’nin güneydoğusundaki T.C. egemenliğini zayıflatmıştır.
AKP’yi zora sokan şey, iktidarın irrasyonel saldırısı karşısında Kürt hareketinin de, devletin askeri ve yönetsel sınırlarını zorlayan şiddet ve iddiada bir direniş ortaya koymasıdır. Cizre’de, Dağlıca ve Iğdır’da görülen budur.
Çatışmasızlıktan neden vazgeçildi?
AKP masayı devirip savaşı başlatırken, 2013’ten bu yana çatışmasızlığı avantaja çevirdiği açık seçik görülen Kürt hareketinin, yeniden çatışmasızlık koşullarına dönmek için silahlı direnişi sınırlı tutacağını ve taviz vereceğini öngörmüş olabilir. Öyle ya, halihazırda Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan, Türkiye’de ise barışçıl siyaset sayesinde ciddi bir parlamenter başarı elde eden Kürt hareketinin, Türkiye’de de yeniden savaşa başlaması ilk bakışta pek akla yatkın gelmemektedir.
Ancak, 7 Haziran öncesinde pek çok provokasyon ve katliama rağmen ısrarla çatışmasızlık konumunu koruyan Kürt hareketi; 21 Mart 2015 Newroz’unun ertesi günü devrilen müzakere masasının seçim sonrasında da kurulmaması, HDP’nin 80 vekil çıkardığı seçimlerin fiilen tanınmaması ve hem kırda hem kentte savaşın devreye sokulması karşısında bu kez savunmasız ve seçeneksiz olmadığını vurgulayarak silahlı direnişi öne çıkarmıştır. Silahlı direniş, bir yandan Cizre’deki gibi özyönetim ilanlarına paralel gelişen “silahlı kent ayaklanmaları”, bir yandan da Dağlıca ve Iğdır gibi, devletin silahlı güçlerinin bölgedeki hakimiyetini sorgulatan gerilla eylemleri biçiminde gerçekleşmiştir. Kürt hareketi savaş halinde de müzakere masasının yeniden kurulmasını ve seçimler için demokratik koşulların gerçekleşmesini talep etmekte ancak silahlı mücadelede elde ettiği kazanımlarla elini yükseltmektedir.
Öz yönetim: Sembolik iddiadan somut hedefe
Kürt hareketinin 12 Ağustos’ta “öz yönetim” ilan ettiği başlıca yerleşimler arasında yer alan Cizre’de 4-12 Eylül arasında uygulanan abluka ve operasyonlar, devlet açısından moral-siyasal önemi büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. İlk başta oldukça sembolik bir iddia olarak görülen “öz yönetim”; AKP’nin savaş politikalarının ters tepmesi ve Kürt halkının direnişi sayesinde artık askeri, toplumsal, bölgesel ve uluslararası olanaklarla temas etmiş olan ve bundan sonraki müzakere süreçlerinde gündemde tutulması olası sahici bir hedefe dönüşmüş durumdadır.
Özel harekat timleri Cizre’de çoğu çocuk ve yaşlılardan oluşan 21 sivili katlettikten sonra, kent içindeki Kürt gençlerinden oluşan milislere karşı ciddi bir askeri başarı elde edemeden, ülke içinde ve uluslararası alanda gelişen tepkilerin basıncı altında geri çekilmek zorunda kalmıştır. Kürt hareketi ayrışmak bir yana bütün kanatlarıyla kenetlenmiş, HDP ve Demirtaş abluka sürerken düzenledikleri Cizre yürüyüşüyle yeniden etkili bir siyasal aktöre dönüşmüştür. Sokağa çıkma yasağının kalkmasının ardından cenazeler 100 bini aşkın kişi eşliğinde PKK bayrakları ve “Katil Erdoğan” sloganları eşliğinde defnedilmiştir. Devletin bir hafta topa tutup taradığı ama bastıramadığı Cizre’den arta kalan manzarada, yalnızca kurşun delikleri ve barikat başlarında nöbet tutmaya devam eden milisler değil devletten kopuşun toplumsal zemini de görülmektedir.
Irak’taki ABD işgal güçleri gibi
Abluka sürerken sahaya inen HPG, 6 Eylül’de Hakkari Dağlıca’da ve 7 Eylül’de de Iğdır’da ordu ve polisin ağır kayıplar verdiği büyük çaplı saldırılar düzenledi. Yüzlerce kiloluk bombalarla gerçekleşen, onlarca asker ve polisin öldüğü, asker cenazelerini ordunun değil bölge halkının olay yerinden taşıdığı eylemler devletin bölgedeki hakimiyet iddiasını sorgulatan bir manzara açığa çıkardı. TSK, geçtiği yollara ve kentlere hakim değil; kalekollar ve zırhlı araçlar da bombalı araçlar ve yol kenarına döşenmiş bombalarla düzenlenen gerilla saldırıları karşısında ağır kayıplar verilmesini engelleyemiyor.
2011’de Irak’tan geri çekilmek zorunda kalan, işgalci ABD ordusunun düştüğü halden farksız bu manzaranın buna uygun siyasal sonuçları da olacaktır.
Uluslararası ve bölgesel olanaklar
Çatışmaların henüz nihayete ermediği bölge artık “uluslararası toplum”un ilgisine de sahiptir. Cizre’de abluka sürerken ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby’den gelen, “Türk hükümetinin masum sivilleri koruması ve uluslararası hukuka uygun davranması gerekir” şeklindeki uyarı ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in Cizre’ye bağımsız gözlemcilerin girişine hemen izin verilmesi talepleri, artık bölgenin uluslararası düzlemde de bir çatışma bölgesi olarak tanımlanmaya başladığının ve ileride uluslararası müdahalelere konu olabileceğinin işaretleridir.
Cizre, Suriye’nin kuzeyindeki Rojava Kürdistan’da kanton yönetimlerinin ilk kurulduğu yer olan Cizîre kantonuyla aynı adı taşıyor ve bitişik. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne ise 30 km’den yakın. Yanı başlarındaki diğer Kürtlerin kendi kendilerini yönettiklerini gören Türkiye Kürtleri, seçimlerde HDP’ye oy vererek ortaya koydukları iradeyi tanımayan, aksine savaşı tırmandırarak cezalandırmaya kalkışan AKP iktidarına “seçeneksiz” olmadıklarını göstermiştir.
Halkın sistem karşıtı şiddeti seçeneksiz olmadığının, AKP’nin şiddeti ise seçeneksizliğinin göstergesidir. Çatışmanın kazananı Kürt hareketi olmuştur. Masa kurulduğunda Kürt hareketi eli daha da güçlenmiş halde oturacaktır.
Dipnot:
[1] “Tüm dünyaya sesleniyorum: Bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz.” Tayyip Erdoğan, 26 Haziran.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.