Kürtlere karşı bir kez daha dış politik müttefikle pazarlık yapılmış ve Washington şu açıklamayı yapmıştır: “Müttefikimiz Türkiye kendini savunma hakkına sahiptir.” Ulus-devletler özünde ikiye ayrılırlar. Birincisi Batı tipi demokratik ulus-devlet, ikincisi Doğu tipi otokratik ulus-devlet. Batı tipi ulus-devlet, bekası gereği merkeziyetçi karakterinden feragat etmiş, çokkültürlü ve kimlikli bir modele dönüşmüşken Doğu tipi ulus-devlet klasik çizgisinden […]
Kürtlere karşı bir kez daha dış politik müttefikle pazarlık yapılmış ve Washington şu açıklamayı yapmıştır: “Müttefikimiz Türkiye kendini savunma hakkına sahiptir.”
Ulus-devletler özünde ikiye ayrılırlar. Birincisi Batı tipi demokratik ulus-devlet, ikincisi Doğu tipi otokratik ulus-devlet. Batı tipi ulus-devlet, bekası gereği merkeziyetçi karakterinden feragat etmiş, çokkültürlü ve kimlikli bir modele dönüşmüşken Doğu tipi ulus-devlet klasik çizgisinden taviz vermeyen, kapalı, muhafazakâr ve âdem-i merkeziyetçiliğe münafi bir modelde ısrar etmektedir. Her iki modelin ortak noktası, üretim ilişkilerinin kapitalist paradigmaya göre inşa edilmesidir. Batı tipi ulus-devletin üst yapısında “laiklik ve demokratik yaşam” göze çarparken, Doğu tipi ulus-devletin üst yapısında katı, teokratik ve ataerkil bir yaşam mütehakkimdir. Somut örnekler üzerinden gidildiğinde iki farklı ülke, denek olarak ittihaz edilebilir: Belçika ve Türkiye.
10 milyon nüfusa sahip Belçika’nın, Valon bölgesi için sağladığı idari ve hukuksal statü Batı tipi ulus-devletin ulaştığı demokratik aşamanın bir örneğidir. Fransızca’nın resmi dil olarak ilan edildiği ve başkenti Namur olan Valon bölgesi, 3 milyonluk nüfusuyla Belçika’nın federatif yapısını yansıtmaktadır. Ülkede Felemenkçe (Flaman bölgesi), Almanca ve Fransızca olmak üzere 3 ayrı resmi dil konuşulmaktadır. Belçika’nın bir ülke olarak varlığını sürdürebilmesi için idari, kültürel ve sosyal anlamda farklı kimliklere ve gruplara yönelik devletin klasik yapısını değiştirmesinden başka çaresi de yoktu. Buna mukabil Türkiye Cumhuriyeti’ne baktığımızda etnik kimliklere ve dinsel gruplara karşı hotzotluk yapan, sosyal ve coğrafik sınırlara karşı nörotik yaklaşan, kurun-u vusta düzeninde ısrar eden bir ulus-devlet olarak sırıtmaktadır. En önemlisi dış ve iç politikası arasındaki paradokstur. Siyaset biliminde Türk dış politikasının Lale Devri’nden beridir iki ayrı niteliği olduğu var sayılmaktadır: Batıcılık ve statükoculuk. Fakat görünen o ki iç politikada statükocu, dış politikada pragmatisttir. Eğer batıcı olunsaydı, Batı tipi ulus-devletin reformlarına mülaki olunurdu.
Şu aşikârdır ki kapitalist modernite sonrası Türk dış politikasının şeklini ülke sınırları içindeki farklı etnik kimliklerin varlığı belirlemiştir. II. Abdülhamit döneminde başlayan Ermeni isyanları karşısında çareyi Almanya ile işbirliği yapmakta bulan Türk yönetimi, Birinci Paylaşım Savaşı’na Alman sermayesi ve komutasının altında girmişti. En önemli iç amaç Ermenilere bir devlet kurdurmamak ve Anadolu’daki Ermeni entitesini ortadan kaldırmaktı. Bunun için gaye, Almanların tüm askeri taleplerini uysallıkla yerine getirmek ve karşılığında Ermenilere yönelik olası bir müdahalede Almanya’nın ketum kalmasını sağlamaktı. Nitekim bu politika Alman cenahında kabul görmüştü. Kayzer II. Wilhelm’in şu sözü hiç tesadüf değildi: “Türkler ne yaparlarsa yapsınlar, bizim müttefikimiz onlardır, Ermeniler değil.”
Hem Alman basınının hem de Alman askeri komutasının Ermeni soykırımı karşısında sessiz kalması hatta kıyım ve sürgün sürecine iştirak etmesi mezkûr politikanın bir yansımasıydı. Mesela 1915 yılının mart ayında Zeytun’da vuku bulan Ermeni isyanını bastırmak için yola koyulan Osmanlı birliğine Alman bir subay komuta etmişti. Aynı şekilde Urfa’dan Halep’e doğru gerçekleşen sürgünler de Alman subaylardan bağımsız değildi. Bu noktada batıcı politika, batılılaşmak yerine batılı bir kolonyal gücün himayesine girerek kadim dostlardan birini bertaraf etmekti.
Aynı pragmatist siyasa, 1919 yılından itibaren Ermenilerle birlikte farklı bir etnik kimliği (Kürtler) daha hedefe koydu. Kurtuluş Savaşı dedikleri burjuva hareket, özünde Kürtlerden ve Ermenilerden kurtulma savaşıydı. Bu iki kimliğe Anadolu toprakları üzerinde bir yaşam alanı tanımamaktı. Ne var ki Kâzım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu’nun Kars’tan Gümrü’ye kadar uzanan bölgeyi ilhak etmesi Ermenileri tamamen bertaraf etmekten başka hiçbir niyet taşımamaktaydı. Aynı şekilde Mustafa Kemal riyasetindeki Heyet-i Temsiliye’nin 1919 yılı ekim ayında Ali Rıza Paşa hükümetiyle yaptığı görüşmenin maksatlarından biri Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmalarına izin vermemekti. Kemalist hareketin bu amaçlara nail olması için en uygun dış dinamik Sovyet Rusya’ydı. Kafkasya’da taktiksel olarak Türkiye’nin dostluğuna muhtaç olan Sovyet Rusya, Türk devletinin inşa sürecinde Ermenilere ve Kürtlere yönelik öznel bir yaklaşım sergiledi. Nitekim Sovyet hükümetinin 1921 yılındaki Moskova Antlaşması’nda Kars ve Ardahan’dan feragat etmesi ve Ermenilerin Türkiye’deki haklarını yeterince savunmaması bu yaklaşımın akıbetiydi.
Her ne kadar 1923-1930 yılları Sovyet Kürtleri açısından bir aydınlanma dönemi olarak telakki edilse de Ankara’nın Moskova’da yürüttüğü pragmatist politika semeresini vermiş ve 1930 yılında Kızıl Kürdistan’ın statüsü ilga edilmişti. Lenin’in özel olarak ilgilendiği ve Dağlık Karabağ’ın batısında inşa edilen özerk Kızıl Kürdistan, Stalin yönetimi tarafından “anlamsızca” bir şekilde ortadan kaldırılmıştı. Sovyet Rusya, bu dönemde Türkiye’de hasıl olan Kürt isyanlarını “milliyetçi” ve “emperyalizm destekli” isyanlar olarak görmüş ve müttefik Kemalist yönetimi rencide etmemeye özen göstermişti. Hatta Ağrı İsyanı’nı bastırmaya giden Türk birliklerine dahi muavenette bulunmuştu.
Türk dış politikasının önemli banilerinden biri de 1950’li yıllardan itibaren sahne aldı: ABD. Truman’ın başkanlığa gelişi, Marshall Plânı ve 1949 yılında NATO’nun kuruluşu Türkiye’nin yazgısını değiştirdi. 1950’de Kore’ye çok tartışmalı bir karar sonrası 4 bin 500 kişilik bir birliğin gönderilişi Türkiye’nin NATO’ya iltihak edeceğinin ilk sinyaliydi. Neyse ki 1952 yılında NATO’nun tahakkümü altına girilmiş ve iç dinamiklere dönük “hamasi politika” kaldığı yerden devam etmişti. Temelde Aleviler, komünistler ve Kürtlerden mürekkep muhalif kanadın nefes almasına olanak vermemek için yapılan darbelerde (27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül) ABD’nin “kutsal eli” vardı. Batıcılıkla maskelenmiş “apartheid” (ayrımcılık) politikası faili meçhuller, toplu mezarlar, yakılan köyler, idamlar ve katliamlarla daha da süslenmişti. Bir bakıma 1830’larda Andrew Jackson döneminde Kızılderililere yapılan uygulamanın aynısı Kürtlere de yapılmaktaydı. Devletin aygıtları, kendi yavrularını yiyen anne domuzlara dönmüşlerdi.
Söz konusu politika günümüze kadar süregeldi. Devletin rolü hiç değişmedi. Öz topraklarında 3 bin yıldır yaşayan halkı bir kara bulut gibi şimşek ve yıldırımlarla korkutmaktan zevk almaktadır. Kürtlere karşı bir kez daha dış politik müttefikle pazarlık yapılmış ve Washington şu açıklamayı yapmıştır: “Müttefikimiz Türkiye kendini savunma hakkına sahiptir.” Evet! şehametli devlet Zergelé köyünde 10 sivili katlederek, Silopi’de 3 kişiyi imha ederek ve Yüksekova’da 52 şantiye işçisinin kafasına silah dayayıp Türk’ün gücünü göstererek çok fiyakalı bir savunma yapmıştır. Ancak şovenizm poladıyla işlenmiş bu ulus-devletin de bir sınırı olacaktır. Hegel’in yazdığı gibi “Tarihsel her yapı belli bir olgunluğa eriştiği an yok olmaya mahkûmdur.”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.